29 Mart 2010

MTV Movie Awards Oylaması Başladı!

Popüler kültürün en önemli sinema ödülü MTV Movie Awards, bu yıl 6 Haziran'da sahiplerini bulacak. Adayların belirlenmesi için ise internet üzerinden yapılan oylama bugün itibariyle başladı. 9 Nisan'a kadar facebook hesabınız ile giriş yaparak oylamaya katılabilirsiniz.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da alternatif kategorileri ve popüler filmlerin ön plana çıktığı adayları ile dikkat çekiyor Golden Popcorn (Altın Patlamış Mısır) Ödülleri. En İyi Film, En İyi Erkek/Kadın Oyuncu ve En İyi Çıkış Yapan Erkek/Kadın Oyuncu ödülleri dışında, çoğu geçtiğimiz yıllarda da verilen alternatif kategoriler de bulunuyor: Global Superstar, Best Comedic Performance (En İyi Komedi Performansı), Best Villain (En İyi Kötü Adam/Kadın), Best Scared-as-S**t Performance (En Korkmuş Performans), Best Ass Kicking Star (En İyi Kıç Tekmeleyen Yıldız (?)), Best WTF Moment (En İyi Has*kt*r Anı), Best Fight (En İyi Kavga) ve Best Kiss (En İyi Öpüşme).

Ben de, çoğu kategoride ana akım sinema seçeneklerinin kışkırtıcılığından sıyrılamasam da, olabildiğince popüler filmlerden ve isimlerden yana oy vermeye çalıştım. Örneğin çoğu okurumu şaşırtacağına emin olduğum "Jennifer's Body" ve "Zombieland" tercihlerim oldu. Ama ne yapabilir, MTV Movie Awards'tan bahsediyoruz, Altın Palmiye'den değil. Benim tercihlerim şöyle oldu, siz de oy kullanmayı unutmayın:

Best Movie:
Avatar
Best Global Superstar: Johnny Depp
Best Comedic Performance: Ben Stiller (Night at the Museum: Battle of the Smithsonian)
Best Male Performance: Jesse Eisenberg (Zombieland)
Best Female Performance: Sandra Bullock (Blind Side)
Best Male Breakout Performance: Jeremy Renner (Hurt Locker)
Best Female Breakout Performance: Anna Kendrick (Up in the Air)
Best Scared-as-S**t Performance: Amanda Seyfierd (Jennifer's Body)
Best Ass-Kicking Star: Brad Pitt (Inglourious Basterds)
Best WTF Moment: Bill Murray's zombie cameo goes deadly wrong. (Zombieland)
Best Villain: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
Best Fight: Chris Pine & John Cho vs. Romulans (Star Trek)
Best Kiss: Megan Fox & Amanda Seyfierd (Jennifer's Body)

27 Mart 2010

Sam Mendes üzerine...

1965 doğumlu, tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes, belki de sinema tarihinin en başarılı 'ilk film'lerinden birine imza atmıştı 1999 yılında. Tiyatro oyunları ve iki televizyon filminden sonra, dünya çapında yere göğe sığdırılamayan ilk filmi "American Beauty" ve sonrasında 3 yılda bir, farklı türlerde ve farklı atmosferlerde olsa da benzer mesajlar vermeye çalışan filmler çekerek sağlam adımlar attı yönetmen. 2008 tarihli "Revolutionary Road" sonrasında ise sevenlerini fazla bekletmeyerek sımsıcak bir yol filmi olan "Away We Go" ile karşımıza çıktı 2009'da.

90'lı yılların sonunda "Ice Storm", "Pleasantville" ve "Truman Show" gibi filmler ile yükselişe geçen banliyö yaşamını merkeze alan bağımsız filmler silsilesine katılarak çekti ilk filmi "American Beauty"i Sam Mendes. Üstelik bir İngiliz olarak, Amerikan banliyö hayatını bu kadar iyi anlatan, analiz eden bir filme imza atması başarısını daha da önemli kılıyordu. 2000'li yıllarda "Six Feet Under" ve "True Blood" gibi kalburüstü televizyon yapımlarına imza atacak olan Alan Ball'un senaryosunu yazdığı "American Beauty"nin kadrosunda ise Kevin Spacey, Annette Bening, Chris Cooper, Thora Birch ve Mena Suvari gibi oyuncular yer almaktaydı. "look closer." kadar basit bir tagline'a sahipti film. Ve gerçekten de, sistemin insanlara dayattığı 'ambalaja önem vermek' normuna çomak sokuyor, daha dikkatli bakıldığında görülebilecek şeylere önem verilmesi gerektiğini savunuyordu. Marquez'in "Kırmızı Pazartesi" romanı gibi, filmin daha en başında öğreniyorduk ana karakterin ölümünün hikayesini izleyeceğimizi. Ve bu bilinirliğe rağmen gerek karakterleri, gerek görüntüleri, gerekse hikayesiyle etkileyici bir filmdi "American Beauty".

"American Beauty" ile Sam Mendes, ilk filmi ile ilk Oscar'ını kazanmakla kalmadı; film aday olduğu 8 dalın 5'i ile Oscar kazandı o yıl. (En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Orijinal Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni). Altın Küre, BAFTA, BFCA, DGA, PGA ve WGA Ödülleri'nden toplam 18 ödül kazandı.

Bu kadar sağlam bir çıkış yapan Mendes, bu başarıya güvenip ticari kaygılarla hemen vasat bir ikinci film çekmek hatasına düşmeyerek, 3 yıl bekledi. 2002 yılında, Tom Hanks, Paul Newman, Daniel Craig ve Jude Law gibi oyuncuları buluşturan bir gangster filmi "Road to Perdition" ile karşımıza çıktı. Film, Büyük Buhran yıllarının ABD'sinde, İrlandalı bir gangster ailesine odaklanıyor, aile ilişkilerini karanlık bir boyutta inceliyordu. Çizgi roman uyarlaması olan film, "American Beauty" kadar olmasa da beğeni ile karşılandı ve 2003'teki ölümünden sonra Conrad L. Hall'a En İyi Görüntü yönetmeni Oscarı'nı kazandırdı.

Sam Mendes, 2003 yılında ünlü oyuncu Kate Winslet ile evlenerek magazin dünyasında da adını duyurdu. Şu günlerde ayrılık haberleri duyulan ikili, 6 yıl boyunca hiçbir zaman gözler önünde olmayan, mütevazı bir beraberlik yaşadılar. Bir çocukları oldu. Mendes'in, eşi Winslet'i bir dönem filminde oynatması gerektiği ve bunu yapacağı dedikoduları evlendikleri anda başlamıştı, fakat bunun için Mendes'in 6 yıl beklemesi gerekecekti. Çünkü önce sırada, Anthony Swafford'un Körfez Savaşı anılarından uyarlanan ve savaşta olan ama savaşmayan askerlerin gerginliğini konu alan "Jarhead" vardı. Film, Sam Mendes'in en başarısız filmi olarak nitelense de, 2005 yapımı ve erkek elinden çıkma bir "Hurt Locker" denilebilir "War is a drug." mesajını az da olsa içeren filme bence.

2008 yılında hem yönetmen-oyuncu çifti, hem de "Titanic"in efsanevi çiftini buluşturan filmi çekti Sam Mendes. "Revolutionary Road"un başrollerinde Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio vardı. Bu kez 60'lı yılların ABD'sinde, yine banliyö yaşamına odaklanıyordu Mendes. Hayallerin yıkılışını, aşkın sıradanlaşışını konu alan film, Kate Winslet'e iki Altın Küre ve bir Oscar kazandıran 2008 yılının iki önemli filminden biri oldu kendisi için. Winslet'in diğer filmi "Reader"ın daha iyi pazarlanması nedeniyle Oscar'larda beklenen ilgiyi görmeyen "Rvolutionary Road", daha çok dönem filmi olma özelliği ile ön plana çıkarak sanat yönetimi ve kostümleri ile dikkat çekti.

1999 yılındaki hızlı çıkışından bu yana 3 yılda bir film çeken Sam Mendes, son filminden sonra hiç beklemeden "Away We Go" ile çıkageldi 2009'da. (Genellikle böyle sağlam adımlarla hareket eden yönetmenlerin bir anda çekiverdiği filmlerin kişisel filmler olması nedeniyle, filmin yönetmenin eşine olan aşkını sembolize edebileceğini düşünsem de, film vizyona girdikten kısa süre sonra gelen ayrılık haberi bu tezimi boşa çıkardı.) Türkiye'de şu anda vizyonda olan, daha önce de !F Bağımsız Filmler Festivali'nde izleme şansı bulduğumuz "Away We Go", çocuklarını yetiştirmek için en uygun kenti arama pahasına Kuzey Amerika'da oradan oraya dolaşan, birbirine deli gibi aşık, sevimli bir çifti konu alıyor. Her yol hikayesinde olduğu gibi her durakta karşımıza çıkan ilginç karakterler ve onların ana kahramanlarımıza kattıkları, finale doğru bir adım daha attırıyor onlara. İyi müzikler ve iyi görüntüler eşliğinde ilerleyen, esprili ve keyifi bir film "Away We Go". Dave Eggers ve Vandela Vida imzalı senaryo, iki yazarın da ilk çalışması olmasına rağmen çok güzel kurulmuş. Televizyon yıldızları John Krasinski ve Maya Rudolph ise hem birbirlerine, hem de filme oldukça yakışmış. Yan rollerde gördüğümüz (özellikle) Maggie Gyllenhaal, Allison Janney ve çok kısa da görünseler Jeff Daniels ve Catherine O'Hara harikalar yaratıyor.

Sam Mendes, şaşırtıcı bir şekilde, 2011'de yeni Bond filmini çekerek popüler sinemaya el atacak. Bağımsız sularda çok güzel yüzen yönetmenin stüdyo havuzlarında nasıl bir Bond filmi çekeceğini merakla bekliyoruz.

23 Mart 2010

3. Yeşilçam Ödülleri

Blogum dahil, bahsedildiği her mekanda "Türkiye'nin Oscarları" olarak anılan Yeşilçam Ödülleri, bu gece 3. kez sahiplerini buldu. Sistemin, törenin, seçimlerin, organizasyonun ve sunuşun eleştirilecek onlarca yanı var, fakat bunları yazının sonuna saklıyorum. Çünkü henüz 3.sü düzenlenen ve Türk Sineması'nın öyle ya da böyle ihtiyacı olan bir organizasyonun eksiklerini kapatacağına inandığımdan kötülemek taraftarı değilim. Tersine, umarım eksikliklerini gidererek ve hatalarını tekrarlamayarak; örnek aldıkları Oscar Ödülleri gibi bir yere en kısa zamanda gelmelerini diliyorum Yeşilçam Ödülleri'nin. 3 yıldır dağıtılan Yeşilçam Ödülleri, geçtiğimiz yıl boyunca vizyona giren tüm filmlerin, yapım yılı ve tür sınırlaması gözetmeksizin doğal olarak aday olduğu bir sisteme sahip. 1500'den fazla kişiden oluşan seçici kurulun kategorilere göre 5 ya da 6 aday seçtiği bir ilk elemeden sonra adaylar belli oluyor ve kazananı seçmek için ikinci bir oylama yapılıyor. Kısacası, gerçekten de tüm dünyada dağıtılan sektör ödüllerinin sistemi ile kazananı belli olan ödüller söz konusu. Yeşilçam Ödülleri; TÜRSAK, Beyoğlu Belediyesi ve Turkcell'in öncülüğünde ve katkıları ile gerçekleşiyor. Bir devlet kurumu ve bir özel şirketin yanısıra TÜRSAK'ın varlığı; hükümet ya da ticari kararlar değiştiğinde ödüllerin sürekliliğinin etkilenmemesi açısından güven verici bir önem taşıyor bence.

Bu gece Lütfi Kırdar'da düzenlenen ve NTV'den canlı yayınlanan Ödül Töreni, Kırmızı Halı ile başladı. Ünlülerimizin moda anlayışını Hollywood yıldızları ile karşılaştırmak için kör olmak gerekse de, Yekta Kopan'ın ünlüler ve tasarımcılarını yanyana getirerek röportaj yapma fikri ilginçti. Demet Evgar'ın saçları 'farklı'ydı. Binnur Kaya'nınkiler ise (Carey Mulligan misali) lezbiyen rüzgarları estiriyordu. Moda bir yana, Altan Erkekli'nin Kırmızı Halı'daki konuşması çok anlamlıydı: "Herkesin Yeşilçam Ödülleri'ni ciddiye almasını istiyorum." Evet, çünkü "Türkiye'nin Oscarları" demekle bitmiyor iş gerçekten, herkesin ciddiye alması ve sahiplenmesi lazım bu olayı.

Gecede sahne Enbe Orkestrası ve şef Behzat Gerçeker'indi. Orkestra, tören boyunca En İyi Müzik Ödülü adayı film müziklerini ve Türk Sinema tarihinden kolajlar sundu izleyenlere. Sunucu Meltem Cumbul, ödüller dağıtılmadan önce konuşmalarını yapmak üzere TÜRSAK Başkanı, Turkcell Genel Müdürü ve Beyoğlu Belediye Başkanı'nı sahneye davet etti. Daha sonra da Filiz Akın'a Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü sunuldu.

Gecenin ilk ödülü olan, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalındaki ödülün kazananı Cemal Toktaş, "Güneşi Gördüm"de 'töre'nin kurbanı bir eşcinseli canlandırmanın verdiği sosyal sorumlulukla gecenin en anlamlı cümlelerinden birini sarfetti: "Bu ödülü, dünyanın neresinde olursa olsun, önyargılardan dolayı madur olmuş insanlara armağan ediyorum." 11 dalda dağıtılan ödüllerden 5'inin sahibinin salonda bulunmadığı bir törendi. (bkz. ciddiye alma mevzuu) Güven Kıraç ise, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ödül kazanan Derya Alabora'nın salonda bulunmayışını düzene güzel bir eleştiri ile anlamlandırdı: "Ülkemizde telif hakları tam olarak işlemediğinden dizi çekmek zorunda. Sette kendisi." "Vavien" ile En İyi Müzik ödülünü kazanan Atilla Özdemiroğlu haklı bir şekilde, kaba bir davranış olsa da, ödülü kazandığı için mutlu olduğunu, çünkü diğer adayların hak etmediğini söyledi. Gerekçe olarak rakiplerinden ikisini, "7 Kocalı Hürmüz" ve "Mommo: Kızkardeşim"i aday yapan melodilerin birinin kendi bestesi olan bir şarkı, diğerinin ise 1913'te Erik Satie'nin bestesi olan "Trois Gnossiennes" olduğunu gösterdi. Evet, bu yüzden haklıydı. Gecenin son laf sokuşu ise En İyi Yönetmen seçilen Reha Erdem'den geldi: "1500 kişilik bir seçici kuruldan bahsedildi. Çok heyecan verici. Neredeyse bizim seyircimize yakın..."

En İyi Film ve 30.000 TL ödüllü Turkcell İlk Film Ödülü'nü alan "Nefes: Vatan Sağolsun" başka dallarda ödül kazanamadı. Gecenin en fazla ödül alan filmi ise 9 dalda aday olan ve En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo ve En İyi Müzik dallarında ödüllendirilen "Vavien" oldu. "Hayat Var" ve "Güneşi Gördüm" de geceden 2'şer ödülle ayrıldı.

Gelelim eleştirilere...

Öncelikle seçimler konusunda sadece En İyi Film konusunda itirazım olduğunu söylemeliyim. ("Güneşi Gördüm"ü izlemediğimden, aldığı En İyi Görüntü Yönetmeni ödülüne itiraz etme yetkisini kendimde görmüyorum henüz, ama "Hayat Var" ya da "Vavien"in kazanmasını isterdim şahsen.) Yılın en çok izlenen filmlerinden birinin bu ödüle aday olması kadar doğal bir şey olamaz. Fakat "Vavien" gibi Türk Sineması'nda eşi benzeri görülmemiş bir kara-film örneği, "Hayat Var" gibi bir sanat eseri başta olmak üzere güçlü rakipleri geride bırakacak bir film olduğunu düşünmüyorum "Nefes"in. İlk filmi ile böyle bir başarıyı elde eden Levent Semerci'yi tebrik etmemek ve En İyi İlk Film ödülünü kendisine layık görmemek elde değil. Fakat filmin aldığı En İyi Film ödülünün (aynen geçtiğimiz haftalarda Oscar'da olduğu gibi) milliyetçi bir yaklaşımla verilmiş bir ödül olduğunu düşünüyorum.

Yeşilçam Ödülleri'nin oylama sistemi konusunda da küçük bir noktanın düzeltilmesi gerekiyor sanırım. Sektörün önde gelen isimlerinin oy kullandığı bir Akademi'nin var olması sistemin gereği. Fakat bu topluluğun içine kimin/nasıl larar verdiği bilinmeyen bir şekilde dizi/televizyon yıldızlarının, iş adamlarının, gazetecilerin ve hatta mankenlerin neden dahil olduğunu anlamak mümkün değil. Sinem Kobal'ın, Kıvanç Tatlıtuğ'un, Cansu Dere'nin Türk Sineması'nın en iyilerine karar verenler arasında olması pek mantıklı gelmiyor bana. 1500 olmasın, 500 olsun, bizim olsun.

Son olarak organizasyon ve ödül töreni...Bu işi milyonuncu kez yapmasına rağmen tüm töreni elindeki kartlardan okuyarak sunan Meltem Cumbul, bırakın karşılıklı atışmaları, içlerinden birinin bile sadece iki cümle konuştuğu ödül sunan ikililer, salonda kimin olup kimin olunmadığının bilinmemesi, orkestranın çaldığı Oscar çakması müzik, yanlış seçilmiş klipler, verilen spoiler'lar, yanlış yazılmış/anons edilmiş/okunmuş isimler... Gönül ister ki, Oscar töreni gibi bir şova dönüşsün, kazanan açıklanırken ekran 6'ya bölünsün, ülkenin yarısı ekranlara kilitlensin... İlki gerçekleşemez çünkü bu ülkede bir ödül törenini şova dönüştürebilecek tek isim Cem Yılmaz. O da sahneye çıktığı anda yerin dibine batırılıyor. İkincisi gerçekleşemez, çünkü bırakın suratına yakın çekim yapmak için kimin nerede oturduğunu bilmek, kimin salonda olup olmadığı bile bilinmiyor. Üçüncüsü hele hiç gerçekleşemez, çünkü ekrandakini izlenilir kılacak hiçbir şey yok sunumda. Oscar Töreni'nin açılışında tek tek adayları selamlayan ve bunu son iki yıldır şarkılarla ve danslarla yapan bir komedyen yerine; Akademi başkanının, üst düzey bir şirket yöneticisinin ve L.A. Belediye Başkanı'nın konuşmalarının olduğunu düşünün. İşte öyle bir şey...

Kazananlar şöyle:
En İyi Film: Nefes: Vatan Sağolsun
En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Hayat Var)
En İyi Senaryo: Engin Günaydın (Vavien)
En İyi Erkek Oyuncu: Mert Fırat (Başka Dilde Aşk)
En İyi Kadın Oyuncu: Binnur Kaya (Vavien)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Cemal Toktaş (Güneşi Gördüm)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Derya Alabora (Pandora'nın Kutusu)
En İyi Müzik: Atilla Özdemiroğlu (Vavien)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan (Güneşi Gördüm)
En İyi Genç Yetenek: Elit İşcan (Hayat Var)
En İyi İlk Film: Levent Semerci (Nefes: Vatan Sağolsun)
Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü: Filiz Akın

"Modern Family"

2009-2010 sezonunda karşımıza çıkan ve başarısı şimdiden tescillenmeye başlamış dizilerden biri de Fox imzalı abc komedisi "Modern Family". Dizinin yaratıcı ve yapımcıları, Frasier yazarları olarak tanınan Christopher Lloyd ve Steven Levitan. Çarşamba gecelerinin favorilerinden olan dizi, bir başka modern hayat dizisi Courtney Cox'lı "Cougar Town" ile arka arkaya yayınlanmakta. Halen yayınlanmakta olan ilk sezonu ile birçok ödüle (Emmy Ödülleri henüz gündem dışıyken bile) aday gösterilmiş ya da layık görülmüş olan dizinin ikinci sezonu için de gereken anlaşmalar yapılmış durumda.

"Modern Family", adından da anlaşılacağı gibi, modern yapıları ile ön plana çıkan geniş bir aileye odaklanıyor. Bunu yaparkenki en büyük artısıysa, "The Office" ile İngiliz televizyonlarından Amerikan televizyonlarına transfer olmuş mockumentary yapılı komedi dizisi formatını sürdürüyor oluşu. Her bölümde ailenin 3 ayrı hanesinde aynı tema üzerinden ilerleyen hikayenin aralarına serpiştirilmiş, aile bireyleri ile röportajlar modern hayatı konu alan bir belgesel izliyormuşuz hissi yaratıyor bizde. Dizinin en başarılı yanı, çok farklı hayat tarzlarına sahip, fakat aynı ailenin parçası olan bu 3 hanede gelişen olayların bölümün temasına sadık kalarak, kimi zaman birbirine bağlı, kimi zaman bağımsız olarak anlatabilen bir şekilde yazılmış olması.

"Modern Family"nin odaklandığı geniş ailenin üç parçasından ilki, 60'lı yaşlardaki Jay Pritchett, Kolombiyalı genç karısı Gloria ve Gloria'nın ilk evliliğinden olma büyümüş-de-küçülmüş Manny'den oluşuyor. "Married with Children"ın Al Bundy'si olarak yıldızı parlayan Ed O'Neill'in canlandırdığı Jay, dizinin baba/dede figürü olarak en önemli karakterlerinden biri. Birbirinden zor iki çocuğunun aileleri ile, torunu yaşındaki üvey oğlu Manny ve gariplikleri ile, genç ve güzel karısının dikkat çekiciliği ile, hanesindeki Kolombiya kültürü ile, eski karısının delilikleri ile ve Gloria'nın eski kocasının fiziksel olmasa da psikolojik varlığı ile başa çıkmaya çalışan ve tüm bunları yaparken yaşlandığını çaktırmamaya çalışan bir adam Jay.

Jay'in kızı ve ailesi "Modern Family"nin en renkli hanesinde karşımıza çıkıyor. "Lost", "ER", "Boston Legal" gibi, daha çok drama dizileri ile tanınan Julie Bowen'ın canlandırdığı Claire; kocası Phil ve herbiri farklı telden çalan 16-14-12 yaşlarındaki çocukları Haley, Alex ve Luke bu ailenin parçaları. Phil'in çocukları karşısında cool bir baba rolü oynaması dizinin bu aile ile ilgili kısımlarındaki başlıca komedi unsuru. Kısacası başa çıkması gereken 3 değil, 4 çocuğu var Claire'in. Kocası dışındakilerden ilki cinselliği keşfetmeye başlamış oldukça güzel ergen bir genç kız, diğeri tam bir 'nerd' olan sakin bir kız, diğeri ise gerçekten hiçbir şeyi umursamayan sevimli bir çocuk.

Dizinin son ailesi ise Jay'in eşcinsel oğlu Mitchell, partneri Cameron ve Uzakdoğu'dan evlat edindikleri 2 yaşındaki kızları Lily'den oluşuyor. Düzenli bir hayattan yana olan avukat Mitchell ve fazla abartı hareketlere sahip obez sevgilisi Cameron arasındaki bitmek bilmez tartışmalar, çoğunlukla güldürüyor. İkilinin birarada kalabilmesi de, zaten bu tartışmaların komik olmasından kaynaklanıyor sanırım. Henüz yeni yeni baba olmaya alışmalarının doğruduğu durumların komikliği ise ayrı bir konu...

"Modern Family", bu sezon için önümüzdeki yaz sonu dağıtılacak Emmy Ödülleri'nin iddialı komedi dizilerinden biri olacak gibi görünüyor. Şimdiden pilot bölümü ile DGA (Directors Guild of America) ve WGA (Writers Guild of America) ödüllerini kazanmış ve En İyi Komedi Dizisi dalında Altın Küre ve En İyi Oyuncu Kadrosu dalında SAG (Screen Actors Guild) adaylığı almış durumda. Dizi, yönetmen, yazar, oyuncu gibi dallar dışında Emmy için Elizabeth Banks, Edward Norton ve Shelley Long'un konuk oyunculukları da değerlendirilecektir.

Modern hayatın modern ailelere getirdiği üç yeniliğe odaklanıyor "Modern Family": Eşcinsel çiftler, arasında yaş farkı olan çiftler ve çocuklarıyla çocuk olan çiftler... Kendisine modern diyen herkesin kendinden bir şey bulabileceği ve oldukça güldüren bir dizi.

21 Mart 2010

Milattan Sonra Gripin


İlk albümlerini aldığımda, bırakın üniversiteyi, liseyi bile bitirmemiştim. Ve işin ilginç yanı aldığım ilk albümleri, onların da ilki olan 2004 tarihli "Hikayeler Anlatıldı" değil, o albümdeki şarkıların akustik versiyonlarına yer verdikleri bir bonus disk ile birlikte yeniden çıkardıkları "Hikayeler Anlatıldı 2" olmuştu. "Elalem" ile tanıdım onları, "S**icem gelmişi geçmişi!" diye bağırdım ben de her dinlediğimde. Fakat işte "Hikayeler Anlatıldı 2"ye olan hayranlığım nedeniyle hiçbir zaman konserlerinde onlara eşlik ederken tonu tutturamadım konser akustik olmadıkça. Ezbere bildiğim tüm şarkıların düzenlemeleri farklıydı çünkü benim için... Üniversite hayatımın gözyaşlarına eşlik eden "Gripin" adlı, bol düetli ikinci albümlerinden sonra şimdi de "M.S. 05 03 2010" ile karşımızda Gripin.

Grubun sayılarla olan münasebeti hep büyüleyici işler çıkarmıştır ortaya kanımca. "Hikayeler Anlatıldı" albümünün sonuna eklenen "2", bunların ilkidir. Sonra "Üç", "Dört" ve şimdi "Beş" ile süren bir melankoli destanının bölümleri kazınmıştır Gripin hayranlarının beynine. Ve şimdi de "05 03 2010" tarih formatındaki sayılar, bizi grubun milat olarak belirlediği albümleri ile giriyor hayatımıza. Bu 'milat' kavramını, askerlik görevlerini yerine getirerek olgunlaşma süreçlerini tamamlayan grup üyelerinin, bundan böyle profesyonel olarak yalnızca müzik ile uğraşma kararı almaları olarak açıklamış Gripin.

"M.S. 05 03 2010", 10 şarkıdan oluşan ve önceki iki albümdeki 'hüznü-kederi' aynen koruyan, melankoli üzerine çok daha 'damar' cümleler sarfeden bir albüm olmuş. Ki zaten yazdıkları şarkı sözleri; müziklerini, soundlarını ve düzenlemelerini çokça geride bırakıyor grubun. Gripin, hala o ilk albümde duyduğumuz rakı-şişesinin-açılma-sesi kıvamında bir efkârla yazıyor şarkılarını. İnsanı hıçkıra hıçkıra ağlatabilecek sözlerle sarıyor şarkılarını. Ki bu efkârı Yunanlı müzisyen Antonis Bardis'in Haris Alexiou için bestelediği şarkıya yazdıkları sözlerle çıkış şarkıları "Durma Yağmur Durma"ya bile taşımaları büyük bir başarı. Anılması gerekn bir başka isim de, albümde ve düzenlemelerde Gripin'e eşlik eden Haluk Kurosman.

Alaturka bir efkârla, Rakı ve Boğaziçi ile açılan albümün ilk şarkıları "Sen Gidiyorsun", "Koca Çınar" ve "Durma Yağmur Durma" sonrasında hareketli olmasına rağmen yine bünyede jilet etkisi yaratan sözleri ile "Sal Sensizliğini Üstüme" geliyor. Sonrasında ise "Üç" ve "Dört" hayranlarının merakla beklediği "Beş". Albümün zirve yaptığı ilk noktanın "Beş" olduğunu düşünüyorum, çünkü yine yaralayıcı sözleri olsa da ("Tüm haklarımı bir bir içime sakladım / Bize inanmayan fallara ben de hiç inanmadım.") müzikalite açısından yavan şarkılar olduğunu düşündüğüm 3 şarkı takip ediyor "Beş"i. Albüm kapanırken ise Asmalımescit'in o elit depresifliğini gayet güzel yansıtan, "Asmalı'nın sokakları kadar dar yüreğim" diyen şarkı "Gözyaşlarım Değil Onlar" ve Nilüfer'den coverladıkları "Yolcu Yolunda Gerek" geliyor.

Albümün en Gripin, en güzel, en etkileyici şarkılarının sırasıyla "Gözyaşlarım Değil Onlar", "Beş" ve "Sal Sensizliğini Üstüme" olduğunu düşünüyorum. Yaptıkları müziği sıradanlaştırmadan, her albümde biraz daha yukarıya taşıyan ve her seferinde şiir gibi sözlere imza atan bu grubu seviyorum ben. Her albümünün yeri ayrı, hiçbiri bir öncekini aratmadı. Ve bu yüzden içinde "Altı" olur ya da olmaz, bir sonraki albümlerini heyecanla bekliyorum.

"Uyandım, saat üç, dört, beş bana hiç fark etmez.
Ne zaman çalınsa kalbim
Derler ki: "Bir arakadaşa bakıp da çıkacaktık"
Kalan umutlarımdan birini seçip
Hepsini, hepsini hep kaybettim
Şimdi kendimden geri ne kaldı, ne kaldı
Kimseler duymadı, sadece duvarlar ağladı"

15 Mart 2010

Almost Alice.

Tim Burton'ın kendi dünyasının Wonderland'ini yarattığı, Alice'i 19 yaşında izlediğimiz "Alice in Wonderland" vizyonda. Film ile ilgili söyleyeceklerim çok fazla değil. Çünkü bu bir film yazısı değil. Sadece, ticari sebeplerle filmin başrol oyuncusu olarak Mia Wasikowska yerine Johnny Depp'in lanse edilmesinden ve ana karakter olarak Alice'in değil, Mad Hatter'ın ön plana çıkarılmasından memnun olmadığımı belirtmek ve Türkiye sınırları içinde 3D ve dublajsız olarak izlemek mümkün olmadığından 2D ve orijinal/altyazılı olarak izlemekten pişman olmadığımı söylemek istiyorum. Colleen Atwood'un muhteşem kostüm tasarımları ve Tim Burton'ın kusursuz dünyasına hayran olsam da, evet, bu bir müzik yazısı.

"Alice in Wonderland"in müzikleri, Burton'ın defalarca birlikte çalıştığı ve çok iyi bir uyum yakaladığı Danny Elfman'a ait. Elfman, filmin atmosferine, Tim Burton'ın gözlüklerinden görünen dünyaya ve Wonderland'in çılgınlıklarına uygun bir iş çıkarmış "Alice in Wonderland" için bestelediği müziklerde. Film boyunca 5 kez reprise olarak karşımıza çıkan tema müziği "Alice's Theme", özellikle koral kısımları ile harika bir parça olmuş. 'Alice! Alice!' şeklindeki koral çağrılar, Wonderland'in gizemini ve uyandırdığı merakı destekliyor ve dinleyeni o dünyaya çağrıyor sanki. Özellikle kornoların kullanıldığı kısımlar geçtiğimiz yıl Elfman'ın "Wanted" filmi için bestelediği müzikleri çağrıştırsa ve ben bunu sanatçının imzası yerine kendini tekrar ettiğinin göstergesi olarak algılasam da, film boyunca birçok şeyin önüne geçtiğini düşündüğüm mistik ve büyüleyici müziklerin 2010 yılının en iyileri arasında anılacağından şüphem yok. Belki de Danny Elfman 5. Oscar adaylığını "Alice in Wonderland" ile elde eder...


Danny Elfman'ın müzikleri bir yana, filmin OST albümü dışında piyasaya sürülen ikinci ve unofficial soundtrack'i diyebileceğimiz albüm ise "Almost Alice". "Almost Alice", çeşitli sanatçıların "Alice in Wonderland"den esinlenerek yazdıkları, ya da daha önce eser için yazılmış şarkıları coverladıkları bir albüm. 10 Amerikan, 1 Kanadalı, 1 İngiliz, 1 İskoç, 1 Estonyalı, 1 Alman ve 1 Avustralyalı pop-rock, alternatif rock, punk gibi tarzlarda çalan grup ve sanatçının bir araya geldiği çok eğlenceli bir albüm. Albümde yer alan şarkılardan yalnızca Avril Lavigne'in yazdığı ve seslendirdiği "Alice"i filmin sonunda yer alıyor. Lavigne dışında, All-Americans Rejects, Franz Ferdinand, Tokio Hotel, All Time Low gibi son dönemin tanınmış grupları da şarkıları/coverları ile yer alıyor albümde.

Albümün en iyi 3 şarkısı bana göre şöyle sıralanıyor:

1. "Her Name Is Alice" - Shinedown: Floridalı hard-rock grubu Shinedown'un film için bestelediği "Her Name Is Alice", bir piyano solosu ve Alice'in ağzından çıkan "If I had a world of my own everything will be nonsense / Nothing will be what it is because everything will be what it isn't" cümlesi ile başlıyor ve müzik gittikçe sertleşiyor. Vokallerdeki Brent Smith'in bas sesinin ilginç bir hava kattığı verselere ve Linkin Park'ı andıran bir nakarata sahip şarkı.

Her name is Alice
She crawls into the window
Through shapes and shadows
And even though she is dreaming
She's unlocked the meaning

2. "White Rabbit" - Grace Potter and the Nocturnals: Californialı psychedelic-rock grubu Jefferson Airplane tarafından bestelenen ve 1967 tarihli albümlerinde yer alan şarkı, Vermontlu rock grubu tarafından coverlanmış albüm için. Psychedelic havanın, "Alice in Wonderland"e ne kadar yakıştığını tahmin edebiliyorsunuzdur.

And you've just had some kind of mushroom
And your mind is moving slow
Go ask Alice
I think she'll know

3. "The Lobster Quadrille" - Franz Ferdinand: Ünlü İskoç alternatif rock grubu, bu kez "Take Me Out" değil, "Will you join the dance?" şeklinde bir teklif ile çıkıyor karşımıza. Konuşan ve dansa davet edilen hayvanlar arasında salyangozlar ve ıstakozlar var.

Kısacası, "Alice in Wonderland"in iki soundtrack albümü de birbirinden güzel...

10 Mart 2010

29. İstanbul Film Festivali Önerileri...

3-18 Nisan 2010 tarihleri arasında düzenlenecek olan 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, birbirinden güzel 200'ü aşkın filmden oluşan programını dün gece açıkladı. 6. kez Akbank sponsorluğunda düzenlenen festivalde bu yıl 57 ülkeden 243 yönetmenin filmleri, 22 bölüm altında toplanmış. 20 Mart Cumartesi genel satışa çıkacak olan festival biletleri Gala filmleri için 15 TL, haftaiçi gündüz seansları ve Türk Sineması filmleri için 3.5 TL, diğer filmler için ise 10 / 7 TL... Festivalin Uluslararası Yarışma Bölümü'nün jüri başkanlığını oyuncu Klaus Maria Brandauer, Ulusal Yarışma Bölümü'nün jüri başkanlığını ise yönetmen Yeşim Ustaoğlu yapacak.

Festivalde yarışma bölümleri dışında "Sinemada İnsan Hakları", "Akbank Galaları", "Belgesel Kuşağı", "Dünya Festivallerinden", "Genç Ustalar", "Yıllara Meydan Okuyanlar", "Geceyarısı Çılgınlığı", "Mayınlı Bölge" ve "Çocuk Menüsü" gibi gelenekselleşmiş bölümlerin yanısıra; komedi filmlerinden oluşan "Antidepresan", Estonya yapımı animasyonlara yer verilen "Canlandrma Sineması: Estonya", sinema tarihi boyunca İstanbul temalı filmler seçkisinden oluşan "İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan", Ortadoğu ve Kuzey Afrika sinemasının bağımsız örneklerine yer veren "Büyüleyici İsyancılar" gibi bölümler de bulunuyor. Joseph Losey, Elia Sıleiman'a adanan birer bölüm ve bu yıl kaybettiğimiz sinemacıların filmlerinden oluşan "Anılarına" bölümleri de mevcut.

İşte bana göre festival programının göze çarpan, merak uyandıran, ağız sulandıran ve kaçırılmaması gereken 10 yabancı filmi:

1) A Single Man (Yön: Tom Ford / ABD): 20. yüzyılın ortalarında, Los Angeles'da ölen sevgilisinin ardından tuttuğu yası gizlemek zorunda kalan bir eşcinsel İngilizce profesörüne odaklanan filmde Colin Firth ve Julianne Moore rol alıyor. Firth, "A Single Man"deki rolü ile BAFTA En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazanmış, Oscar'a aday olmuştu. (Gala Filmi)

2) Julie & Julia (Yön: Nora Ephron / ABD): Amerikalı evhanımlarına Fransız mutfağını tanıtan ünlü yemek kitabı yazarı Julia Child ve 2000li yıllarda onun kitabındaki tüm tarifleri sayılı günde pişirmeye çalışan ve bu deneyimini blogunda paylaşan Julie Powell'ın içiçe geçen hikayesini anlatan filmi, son yılların parlayan kadın yönetmenlerinden Nora Ephron yönetiyor. Meryl Streep ve Amy Adams'ın Julia ve Julie'yi canlandırdığı film ile Streep 16. Oscar adaylığını elde etmişti. Filmle ilgili yazıma buradan ulaşabilirsiniz. (Gala Filmi)

3) The Cove (Yön: Louie Psihoyos / ABD): En İyi Belgesel dalında Oscar dahil ne kadar ödül varsa toplamış olan "The Cove", Japonya'daki bir koyda kaçak avlanan ve tüketilmesi sağlık açısından zararlı olsa da eti balina eti olarak satılan yunuslara odaklanan film "NTV Belgesel Kuşağı"nda gösterilecek.

4) Celda 211 (Yön: Daniel Monzón / İspanya): 16 dalda aday olduğu Goya Ödülleri'nden 8'ini kazanan İspanya'nın geçtiğimiz yılki en başarılı filmi "Celda 211", geçirdiği rahatsızlık sonucu boş olan 211 nolu hücrede dinlenen bir gardiyanın uyandığında kendini mahkum rolü yapmak zorunda kaldığı bir durumun içinde bulmasını konu alıyor. Festival programında İspanya'nın 2009'da en beğenilen ve Oscar aday adayı olan diğer filmi "El baile de la Victoria"nın da programda yer aldığını hatırlatmak gerek.

5) Fish Tank (Yön: Andrea Arnold / İngiltere): 2006'da ilk filmi "Red Road" ile büyük başarı elde eden yönetmen Andrea Arnold'ın ikinci filmi "Fish Tank", BAFTA Ödülleri'nden "En İyi İngiliz Filmi" ödülü ve Cannes Film Festivali'nden Jüri Özel Ödülü ile ayrıldı geçtiğimiz yıl. Film 15 yaşındaki bir genç kız ve annesinin sevgilisi arasındaki ilişkiye odaklanıyor.

6) J'ai tué ma mère (Yön: Xavier Dolan / Kanada): Sıkı durun. 20 yaşındaki Xavier Dolan, yazdığı, yönettiği ve başrol oynadığı "Annemi Öldürdüm" adlı yarı-otobiyografik ilk filmi ile Cannes Film Festivali'nde 3 ödül kazanmayı başarmış genç bir yönetmen. Bu yıl Kanada'nın Oscar aday adayı olan film, genç bir eşcinselin annesine karşı öfkesini konu alıyor.

7) Lebanon (Yön: Samuel Maoz / İsrail): Bu listede yer almasını beklediğiniz, İsrail'in Oscar adayı olacak denli çok sesini duyurumuş filmi "Ajami" dururken, başka bir İsrail filmi seçtiğimin farkındayım. Venedik Film Festivali'nden Altın Aslan dahil 3 ödülle dönen "Lübnan", son yılların en çarpıcı filmlerinden olduğu şeklinde yorumlar alan bir savaş filmi. 2008 yapımı beğenilen animasyon-belgesel "Vals im Bashir"in de konu aldığı 80lerin Lübnan Savaşı'na odaklanıyor.

8) Greenberg (Yön: Noah Baumbach / ABD): Film festivallerinde "Squid and the Whale" ve "Margot and the Wedding" gibi bağımsız filmleriyle tanıyıp çok sevdiğimiz yönetmen Baumbach'ın son filmi, yine bir Amerikan ailesinin sorunlarına mizahla karışık bir yaklaşım sergiliyor. Başrollerini Ben Stiller ve yönetmenin eşi Jennifer Jason-Leigh'in paylaştığı film "Akbank Galaları" bölümünde gösteriliyor.

9) Whip It! (Yön: Drew Barrymore / ABD): Festivalin komedi filmlerinden oluşan bölümü "Antidepresan"da yer alan merakla beklenen filmin yönetmeni, ilk yönetmenlik deneyimi ile oyuncu Drew Barrymore. "Whip It!", bir Amerikan kasabasında yaşayan ve Austin'daki paten yarışmasına katılmak isteyen bir genç kıza odaklanıyor. Başroldeki "Juno"nun yıldızı Ellen Page'e, Juliette Lewis, Kristen Wiig, Marcia Gay Harden gibi isimler eşlik ediyor.

10) Män som hatar kvinnor (Yön: Niels Arden Oplev / İsveç): Ülkesinin en büyük sinema ödülü Guldbagge Ödülleri'nden En İyi Fİlm ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülleri ile dönen İsveç yapımı bu gerilim filmi, Stieg Larsson'un aynı adlı romanından uyarlanmış. "Ejderha Dövmeli Kız", bir gazeteci ve 'hacker' bir genç kızı merkezine alıyor. Film, LG sponsorluğundaki "Geceyarısı Çılgınlığı" bölümünde gösterilecek.

Türk Sineması bölümlerinde geçtiğimiz yıl vizyonda izlediğimiz başarılı yapıtların yanısıra merakla beklenen filmler de izleyiciyle buluşacak. Altın Lale için yarışacak filmler şöyle: "Min Dit", "Denizden Gelen", "Kıskanmak", "Acı Aşk", "Neşeli Hayat", "Karanlıktakiler", "Büyük Oyun", "Bal", "Vavien", "Ses", "Beş Şehir". Kesinlikle kaçırılmaması gereken yerli filmlerden oluşan kişisel listem ise şöyle:

1) Bal (Yön: Semih Kaplanoğlu): 60. Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yı kazanan, "Yumurta" ve "Süt" ile başlayan Yusuf Üçlemesi'nin son filmi "Bal", Altın Lale için de yarışıyor.
2) Kosmos (Yön: Reha Erdem): Reha Erdem'in 6. uzun metrajlı filmi, geçtiğimiz Ekim ayında Altın Portakal'ı yine festivalde gösterilecek olan "Bornova Bornova" ile paylaşmıştı. Film, Yarışma Dışı olarak gösteriliyor.
3) Beş Şehir (Yön: Onur Ünlü): Son yılların en yaratıcı, Tarantinesk tarzı ile dikkat çeken yönetmenlerinden Onur Ünlü, Antalya'dan En İyi Senaryo ödülü ile dönen son filmi ile Altın Lale için yarışıyor.
4) Pus (Tayfun Pirselimoğlu): Yarışma dışı gösterilen bir başka film, Berlinale'de Forum bölümüne seçilmiş olan, "Hiçbiryerde" ve "Rıza" filmleri ile tanınan Pirselimoğlu'nun son filmi.
5) Vavien (Yağmur & Durul Taylan): 2009'un en iyi yerli yapımlarından olan, SİYAD Ödülleri'ni silip süpüren ve muhtemelen 23 Mart gecesi birçok dalda Yeşilçam Ödülü kazanacak olan "Vavien", kaçırdıysanız Festival'de izlemeniz gereken 2009 filmlerinden biri.

8 Mart 2010

82nd Academy Awards

Her yıl heyecanla beklediğim Akademi Ödülleri, nam-ı diğer Oscarlar, dün gece 82. kez sahiplerini buldu. Çok güzel ve görkemli bir şekilde başlayan tören; gittikçe sıkıcılaşan, yanlış prodüksiyon seçimleri ve kötü esprilerle rezil edilmiş bir şova dönüştü. Senaryo dallarında çok şaşırtıcı şeyler oldu, tahminlerimin yalnızca üçte ikisi tuttu. Gecenin en iyi yanı "Hurt Locker"ın "Avatar"ı ezip geçmesi, en kötü yanı ise bunu yapan muhteşem ekibin dünya barışından değil, evine sağ-salim dönmesini istedikleri kahraman Amerikan askerlerinden bahsetmesiydi. İşte "Red Carpet"tan "Best Picture"a gecenin özeti:

Kırmızı Halı'da her yılki gibi çlgın bir kalabalık tarafından karşılanan ünlüler geçidi göz kamaştırdı. Fakat Brangelina ve Jennifer Aniston gibi demirbaşların, ve genç kızların sevgilisi Robert Pattinson'ın eksikliği göze çarptı. Kırmızı Halı'ya yılın olayı "Avatar"ın Na'vi mavisi hakimdi sanki. Maggie Gyllenhaal, Mo'nique, Gabourey Sidibe ve James Cameron'un eşinin bu renkleri seçmesi dikkat çekici. Civciv sarısı lezbiyen saçlarıyla elbisesini taşıyamayan Carey Mulligan, zarfa benzeyen elbisesi ve çirkin kocası ile J.Lo ve herkes çok beğenmiş olsa da vücuduna çok yapışan elbisesi ve Kezban saçları ile Sandra Bullock'u ben beğenemedim. Gabourey Sidibe'nin içine girebileceği bir elbise yapılmış olması ise modada teknolojinin ne kadar iyi kullanıldığının bir kanıtı. (Öhöm, özür dilerim.) Vera Farmiga, Kate Winslet ve Penélope Cruz... Hepsi gerçekten çok güzellerdi. Fakat favorim; kıyafetine, gülüşüne, duruşuna hayran kaldığım Anna Kendrick. Tören öncesinin en bomba hareketi ise George Clooney'nin tiyatronun dışında kalıp Kırmızı Halı'yı izleyemeyen kalabalığa imza dağıtması.

"A.Baldwin: Ladies and gentlemen, I'm pleased to introduce actor, writer, musician, Grammy and Emmy winner, one of the most enduring entertainers of all-time Mr.Steve Martin.
S.Martin: And this is Alec Baldwin."

Ünlü komedyenler Steve Martin ve Alec Baldwin'in birlikte sunduğu 82. Akademi Ödülleri Töreni, bugüne dek izlediğim en sıkıcı törenlerden biri olmasına rağmen; sanırım izlediğim en iyi açılışa sahipti. Önce görkemli bir şekilde, gururla seyirciye sunulan 10 En İyi Oyuncu adayı, yavaşça sahneden yerlerine doğru yol aldılar. Sonra şaşırtıcı bir şekilde, çok çok eğlenceli bir şarkı, güzel yazılmış "No One Wants to Do It Alone" ile Neil Patrick Harris çıktı ortaya. Kendisinin orada ne işi olduğu, botoxlu ünlüler ve Twilight esprilerini çok başarılı bulduğum bu şarkının ve Harris'in seçimi gerçekten yerindeydi. Ve sonra tavandan inen ikili Martin ve Baldwin geldiler, iyi başladılar ve yavaşça tüm görkemi söndürdüler.

"Biggest change this year, the best picture category has doubled. And when that was announced, all of us in Hollywood tought of the same thing: What's 5 times 2?" - Steve Martin

Gecenin ilk yarısındaki ödüller özellikle kısa film ve senaryo dallarında şaşırttı. Yarışın "Door" ve "Kavi" arasında geçtiği düşünülürken "New Tenants"ın, "Last Truck" ve "China's Unnatural Disaster" arasında geçtiği düşünülürken "Music by Prudence"ın ödül alması şaşırtıcıydı. Senaryo dallarında ise benim de tahminlerim olan "Inglourious Basterds" ve "Up in the Air" yerine, "Hurt Locker" ve "Precious" ödüllendirildi. Yardımcı oyuncu Oscarları, tahmin edildiği gibi Christoph Waltz ve Mo'nique'in oldu.

"In "Inglourious Basterds", Christoph Waltz played a Nazi obsessed with finding Jews. Well Chirstoph.... (Bütün salonu gösterir)" - Steve Martin

Açılıştan sonra, gece boyunca kahkaha attıran iki sunuş vardı. İlki Tina Fey ve Robert Downey Jr.'ın muhteşem diyalogu idi. Diğeri ise Ben Stiller ve En İyi Makyaj Ödülü'nü sunarkenki haliydi. Çok başarılı bir makyaj ile Na'vi kılığında sahneye çıkan Ben Stiller; saçını James Cameron'ın dragonuna sokmak isteğini belirtti; Na'vi ve Nazi kostümleri arasında kaldığını, hatta Mr.Spock kulakları takmaktan 'nerdy' olmamak adına vazgeçtiğini söyledi. Stiller ve Fey, bunca yıldır göründükleri ve her seferinde güldürdükleri töreni en kısa zamanda sunmalılar. Ve bu yıl gördük ki, kesinlikle aynı anda değil.

"You've just seen the Governor's Award. Later this evening the Governor's Ball will be held - just one of many balls being held all over Hollywood tonight." - Robin Williams

Törenin sıkıcı, fakat olması gereken bölümleri, son yıllardaki başarılı manevralara rağmen bu yıl yine sıkıcı ve uzundu. Örneğin "In Memoriam" bölümünden ayrıca John Hughes'u anmak ve bunun oldukça uzun sürmesi, çok yanlış bir seçimdi bence. Tamam, Amerikalılar ve özellikle endüstride yeni yükselmeye başlamış nesil Hughes filmleri ile büyümüş olabilir, fakat dünya çapında töreni izleyen milyonlarca insan da düşünülmeli. Onur Ödülleri'ni de Sci-Tech Ödülleri gibi ayrı bir gecede dağıtıp, bundan klipler göstermek ise akıllıca idi. Geçtiğimiz yıl çok başarılı bir sahne şovu ile müzikal türüne yapılan 'tribute' ise bu yıl korku türüne yapıldı. Baldwin ve Martin'in hazırladığı "Paranormal Activity" 'spoof'u ikilinin açılıştan sonraki tek iyi esprisi olarak hatırlanacak. "Twilight" ve "Beetlejuice" ne kadar korku filmidir, orası ise tartışılır.

"And the nominees for the use of super-nano-cubic-grain technology is... No, I'm kidding. No one in this room even knows what that is... KEEP IT TO YOURSELF, James Cameron!" - Elizabeth Banks

Ödül sunuşlarında ise çok yanlış kararlar vermişti yapımcılar. En İyi Orijinal Şarkı adayları yerine En İyi Orijinal Müzik adaylarını modern dans eşliğinde sunmak çok sanatsal, çok başarılı, fakat sıkıcı bir seçimdi örneğin. Özellikle "Up" ve "Avatar" danslarının ne kadar harika olduğu bir yana; zaman ve reyting kaygısı olan bir törende yapılacak bir şey değildi. Sam Worthington'a ise buradan "Yavrum, taş olmak yetmiyor, en güçlü aday, hani kazanırsa falan diye soyadını telaffuz etmeyi öğrenseydin bari." diyorum. (bkz. Michael GIACCHINO) Morgan Freeman'ın En İyi Ses Miksi ve En İyi Ses Kurgusu arasındaki farkları anlatması, Tyler Perry'nin farklı kamera açıları ile En İyi Kurgu'nun ardındaki sır perdesini aralaması da örneğin, çok güzel, Oscar takipçilerine bir seminer niteliğinde, fakat yine uzun ve gereksiz hamlelerdi. Oyuncu kliplerinin gereğinden uzun verilmesi, yine töreni uzatan faktörlerden biriydi. Ayrıca geçtiğimiz yılki 5'li tanıtımlara bu yıl da, sadece başrol kategorilerinde devam edildi. Fakat kötü olan şey, geçtiğimiz yıl önceki kazananlardan öğütler ve övgüler dinlemişken, bu yıl ortamın rol-arkadaşı-anıları ile iyice 'Yasemin'in Penceresi'ne dönmesiydi. Tahmin edildiği gibi, Bridges ve Bullock kazandı. Böylece cumartesi gecesi "All About Steve" ile 2 dalda Razzie Ödülü kazanan(!) ve coolluk göstergesi olarak ödüllerini(!) almaya giden Sandra Bullock, aynı yıl hem En İyi hem En Kötü seçilen ilk oyuncu ünvanını da kazanmış oldu.

"S.Martin: You know Alec, it's an amazing fact that James Cameron used to be married to the director of an another nominated film, "The Hurt Locker", Kathryn Bigelow.
A.Baldwin: She was so pleased to be nominated with him, she sent a beautiful gift basket with a timer."

"Hurt Locker" ve "Avatar" arasındaki yarıştan "Hurt Locker" 6 ödülle galip ayrıldı. Kathryn Bigelow, Oscar kazanan ilk kadın yönetmen olarak Akademi tarihine adını yazdırdı. Bigelow ve Mark Boal'un çok beğendiğim savaş filmi, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Orijinal Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Ses Miksi ve En İyi Ses Kurgusu dallarında ödüllendirilken; rakibi yalnızca En İyi Görüntü Yönetmenliği, En İyi Sanat Yönetimi ve En İyi Görsel Efektler ile yetindi. En İyi Film Oscarı'nı kazanan filmi pat diye söyleyen Tom Hanks ise ekran karşısındakileri şoka soktu.

"The show took so long that "Avatar" now takes place in the past." - Steve Martin

Gecede ödül kazananlar şöyle:

En İyi Film: Hurt Locker
En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow (Hurt Locker)
En İyi Erkek Oyuncu: Jeff Bridges (Crazy Heart)
En İyi Kadın Oyuncu: Sandra Bullock (Blind Side)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'nique (Precious)
En İyi Orijinal Senaryo: Mark Boal (Hurt Locker)
En İyi Uyarlama Senaryo: Geoffrey Fletcher (Precious)
En İyi Animasyon Film: Up
En İyi Yabancı Film: El secreto de sus ojos (Arjantin)
En İyi Belgesel Film: The Cove
En İyi Görüntü Yönetmenliği: Mauro Fiori (Avatar)
En İyi Orijinal Müzik: Michael Giacchino (Up)
En İyi Orijinal Şarkı: "Weary Kind" (Crazy Heart)
En İyi Kurgu: Hurt Locker
En İyi Kostüm Tasarımı: Young Victoria
En İyi Sanat Yönetimi: Avatar
En İyi Makyaj: Star Trek
En İyi Görsel Efektler: Avatar
En İyi Ses Miksi: Hurt Locker
En İyi Ses Kurgusu: Hurt Locker
En İyi Kısa Film: New Tenants
En İyi Kısa Animasyon: Logorama
En İyi Kısa Belgesel Film: Music by Prudence

2010 Oscar Yarışı'nda görüşmek üzere...

6 Mart 2010

Oscarlar 2009: En İyi Film Adayları

Geleneksel Oscar Özel Haftası'nın son incelemesi büyük ödül için olan yarış hakkında. En İyi Film kategorisinde, bilindiği üzere bu yıl 10 film birden yarışıyor ve Akademi tarihinde ilk kez bir bilimkurgu ödüle bu kadar yakın. 2002'de bir müzikalin, 2003'de fantastik bir filmin kazandığı ve Akademi'nin geleneksellikten uzaklaşıp farklı türlere de hoşgörü ile yaklaştığını gösteren bir onyılın sonunda hiç de şaşıracak bir şey değil bu. Bu yıl sadece bu iki şaşırtıcı durumla karşı karşıya değiliz. Akademi tarihinde ikinci kez bir animasyon ve ilk kez 2 bilimkurgu En İyi Film kategorisinde aday gösterildi. Ayrıca sadece aday sayısında değil, oylama yönteminde de köklü değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikler o kadar önemli ki, Akademi üyelerinin iki film arasında kalması durumunda aslında 3. sırada olan film En İyi Film seçilebilir. Şöyle ki, Akademi üyeleri artık sadece En İyi Film'i seçmekle kalmıyor, 10 adayın hepsini bir sıralamaya sokup 10'dan 1'e kadar puanlarla oylamaya veriyorlar. Ve en fazla puanı alan film En İyi Film Oscarı'nın sahibi oluyor. Tüm bunlar neyi değiştirir bilinmez, fakat yarışın 10 adaydan 2'si arasında olduğunu ve diğerinin yarışa seyirci olanlar arasında ödüle en yakın olan film olduğunu söylemek mümkün: "Avatar", "Hurt Locker" ve "Inglourious Basterds".

En İyi Film:
A Serious Man (Joel Coen (4/6), Ethan Coen (4/6)) - Mike Zoss Productions
An Education (Finola Dwyer (0/0), Amanda Posey (0/0)) - BBC Films
Avatar (James Cameron (3/3), Jon Landau (1/1)) - 20th Century Fox
Blind Side (Gill Netter (0/0), Andrew A. Kosove (0/0), Broderick Johnson (0/0)) - Alcon Entertainment
District 9 (Peter Jackson (3/8), Carolynne Cunningham (0/0)) - TriStar Pictures
Hurt Locker (Kathryn Bigelow (0/0), Mark Boal (0/0), Nicolas Chartier (0/0), Greg Shapiro (0/0)) - Voltage Pictures
Inglourious Basterds (Lawrence Bender (0/2)) - Universal Pictures & Weinstein Company
Precious (Lee Daniels (0/0), Sarah Siegel-Magness (0/0), Gary Magness (0/0)) - Lee Daniels Entertainment
Up (Jonas Rivera (0/0)) - Walt Disney Pictures & Pixar Animation Studios
Up in the Air (Daniel Dubiecki (0/0), Ivan Reitman (0/0), Jason Reitman (0/1)) - Paramount Pictures

Bir fizik profesörünü merkezine alan Coenler tarzı bir kara film olan "A Serious Man", 4'er Oscar sahibi Coenler'e bu yıl hem En İyi Film, hem de En İyi Orijinal Senaryo dallarında adaylık getirdi. Bugüne kadar dağıtılmış ödüllerden yalnızca (Akademi gibi aday sayısını 10'a çıkaran) BFCA adaylığı bulunan "A Serious Man", 10 film arasında (festivalde izlemek istediğimden) izlemediğim tek film. Fakat Oscar şansının olmadığını söylemek için filmi değil, yarışı izlemek yetiyor bazen.

"An Education", Danimarkalı yönetmen Lone Scherfig'in imzasını taşıyor ve BAFTA Ödülleri'nden yüzü bir hayli gülerek ayrılan bir dönem filmi. Londralı bir genç kızın eğitimi ve potansiyel koca adayı arasında bir seçim yapmasını konu alan film iyi ve klasik bir İngiliz filmi olmasına, çok iyi oyunculuklar barındırmasına rağmen; her şeye dair az şey söyleyen filmlerden olduğundan beklenen ilgiyi görmediğini düşünüyorum. (yine 10 adaya sahip) PGA, BFCA ve BAFTA'ya aday olan ve BAFTA'dan "En İyi İngiliz Filmi" Ödülü ile ayrılan "An Education", En İyi Kadın Oyuncu (Carey Mulligan) ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında da Oscar adayı.

"Blind Side", bu yıl "Avatar"dan sonra ABD'de en fazla gişe yapmış filmlerden biri olarak öne çıkıyor. Üst gelir sınıfının bir üyesi, bir banliyö hanımefendisi olan ama her şeyden önce anne olan beyaz bir kadının, evsiz kalmış siyahi bir gence evini, kalbini ve ailesini açarak onu ülkenin en iyi sporcularından birine dönüşme yolunda motive etmesini konu alıyor. Dokunaklı, beyaz milliyetçiliği ve Hristiyanlık propagandası kokuyor değil mi? Bu önyargı ile izlemiş olsam da, dokunaklı ve güzel bir film olduğunu düşündüm "Blind Side"ın. Büyük ihtimalle başrol oyuncusu Sandra Bullock'a En İyi Kadın Oyuncu Oscarı'nı kazandıracak olan filmin, başka hiçbir ödüle bu dalda aday gösterilmemiş olması "Invictus"un hakkını yediğinin en büyük kanıtı.

"Avatar" ile beraber bir başka bilimkurgu, üstelik oldukça kalıpların dışına çıkan bir Güney Afrika bilimkurgusu da aday gösterildi bu yıl En İyi Film kategorisinde. PGA adayları arasında da yer almış olan ve yapımcıları arasında LOTR ustası Peter Jackson'ın da bulunduğu "District 9", Johannesburg'un ortasında bir mülteci kampında yaşayan uzaylıların haklarını savunan bir film. Yarı bilimkurgu, yarı belgesel formatında çekilmiş, gerçekten çok çok ilginç bir film. Yönetmeni Neill Blomkamp'ın ilk filmi olan ve kendisinin 2005 tarihli "Alive in Joburg" adlı kısa filminden uyarlanmış olan film, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kurgu ve En İyi Görsel Efektler dallarında da Oscar adayı.

"Precious", Lee Daniels imzalı bir Harlem trajedisi. 16 yaşında, obez, babası tarafından uğradığı tecavüzlerin meyvesi özürlü bir çocuğa ve karnında bir bebeğe sahip, annesi tarafından şiddet gören ve nefret edilen bir kızın tüm bu şartlar altında okuluna devam etmesini konu alıyor. Sapphire'ın "Push" adlı romanından uyarlanan filmin, oyuncuları Gabourey Sidibe ve Mo'nique'in adaylıkları dışında En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kurgu dallarında da adaylıkları mevcut. PGA, BAFTA, BFCA ve Altın Küre adaylıkları da olan "Precious", tahminlerime göre Mo'nique'in alacağı Oscar ile yetinecek.

1991 yılında "Beauty and the Beast"in bu kategoride aday olmasından beri ilk kez adaylığı elde eden animasyon film "Up", efsaneleşme yolunda ilerleyen animasyon stüdyosu Pixar'ın 10. filmi. "Up"ı animasyon dışında En İyi Film kategorisinde de yarıştıran sadece Akademi değil; PGA ve BFCA da aynı şansı tanımış filme. Favori olduğu iki kategori olan En İyi Animasyon ve En İyi Orijinal Müzik (Michael Giacchino) dışında En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Ses Kurgusu dallarında da adaylıkları var.

Jason Reitman'ın kariyerinin üçüncü, Oscar adayı olan ise ikinci filmi olan "Up in the Air", ekonomik krizin gündemde olduğu bir yılda ortama oldukça uyum sağlayan, anlatımı güzel, karakterleri doğal, çok klişe olacak ama, hayatın içinden bir film. Yapımcıları arasında Reitman'ın kendisi ve babası Ivan Reitman'ın da bulunduğu film PGA, BFCA, BAFTA ve Altın Küre adaylıklarının hiçbirini ödüle döndüremedi. "Up in the Air", Oscarlar'da da muhtemelen sadece En İyi Uyarlama Senaryo dalında kazanacak ve En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (George Clooney), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Anna Kendrick) ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Vera Farmiga) dallarındaki adaylıkları ödüle dönüşemeyecek.

En İyi Film olmak için kapışan (literally) "Avatar" ve "Hurt Locker"ın ardından sinsice gülmekte olan, oyların bölünmesi halinde çok iyi yaptığı sağlam pazarlamanın ve sinefil hayranlarının dualarının meyvesini yiyecek olan film ise Tarantino imzalı "Inglourious Basterds". 9'ar adaylığa sahip rakiplerini 8 adaylık ile takip eden, tarihi baştan yazan destan, En İyi Yönetmen, En İyi Orijinal Senaryo, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Christoph Waltz), En İyi Görüntü Yönetmenliği, En İyi Kurgu, En İyi Ses ve En İyi Ses Kurgusu kategorilerinde aday. BAFTA dışında yarışın gidişatını belirleyen tüm ödüllere aday olan fakat kazanamayan film bu kategorinin kazananı olamasa bile en azından Christoph Waltz ile sevinecek, hatta bence senaristi olarak Tarantino'yu da sevindirecek.

Geriye kalan iki film, "Avatar" ve "Hurt Locker". Bir yanda bir sinema devrimi duruyor. 12 yıl uğraştıktan ve sinema sanatına birçok teknolojik yenilik getirdikten sonra, 3D filmi "Avatar" ile gerçekten büyük bir iş başardı James Cameron. Sinemanın seslenmesi ve renklenmesinden sonraki 3. devrimine tanık olduk sayesinde. Tam 9 dalda (Yönetmen, Görüntü Yönetmenliği, Sanat Yönetimi, Orijinal Müzik, Kurgu, Ses, Ses Kurgusu, Görsel Efektler) Oscar'a aday olan ve Altın Küre Ödülleri'nde hem yönetmeni hem de yapımcısı olarak Cameron'ın yüzünü güldüren "Avatar"ın tek zayıf noktası senaryosu. Bugüne kadar En İyi Film seçilen neredeyse tüm filmlerin en azından senaryo dallarında da aday olduğu düşünülürse büyük bir eksi. Fakat bu kuralın bozulduğu son yılın ve filmin 1997-"Titanic" oluşu, bu durumun Cameron için pek de problem olmadığının göstergesi. Diğer yandan rakibi "Hurt Locker", PGA, DGA, WGA, ACE, BFCA ve BAFTA Ödülleri'nin sahibi olan, Irak temalı, yönetmenlik ve kurgu harikası bir film. O da, yine 9 dalda Oscar'a aday. (Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu (Jeremy Renner), Orijinal Müzik, Kurgu, Görüntü Yönetmenliği, Ses, Ses Kurgusu) Şu satırları yazarken bile çok büyük bir ikilemdeyim tahminimin ne olacağı konusunda.

"Avatar" ve "Hurt Locker" arasındaki yarışı "Avatar" lehine çeviren ve benim de tahminimin bu yönde olmasına neden olan tek konu, oylama sürecinde iki filmin sergilediği ve çok tartışılan tavırlar. Akademi'nin aday filmler için propaganda ve pazarlama kuralları oldukça gevşek olmasına rağmen "Hurt Locker"ın yapımcılarının kurallara uygun olan kendi lehlerine bir şeyler söylemek, hatta oy dilenmek yerine "Bizi destekleyenler Avatar'a 1 puan versin" buyurması gerçekten etik olmayan ve üzücü bir durum. Akademi üyelerinin ne kadarı bu skandalın ortaya çıkarılmasından sonra oy kullanmıştır bilemiyorum, fakat dediğim gibi iki film arasında sinemasal bir tercih yapmakta zorlandığım için, sinema dışına çıkarak yaptığım bir tahmin söz konusu. Tahminimi sinema sanatından değil, sinema teknolojisi ve devriminden yana kullanıyor ve "Avatar" diyorum. En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerinin farklı filmlere gittiği nadir gözüken bir şey olsa da, bu yıl onlardan biri olacak diyorum kısacası. Tabii her zaman "Inglourious Basterds"ın yazının başında bahsettiğim şekilde sıyrılarak En İyi Film seçilmesi de olası...