26 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #5: Mamma Gógó

Biraz hüzünlü bir film eleştirisi olacak bu seferki. İzlediğim 2. İzlandik film olma özelliği taşıyan "Mamma Gógó", aynı zamanda Festival'in 30. yılında beni hıçkıra hıçkıra ağlatan tek film oldu.

Sinemada Alzheimer hastalığına dair bir şeyler izlemek, Alzheimer hastalarını oynayan oyuncuların performanslarına tanık olmak hep aynı etkiyi yapıyor bende. Ve bugüne dek izlediğim filmlerde, dizilerde; "Iris"in Judi Dench'inde, "Away from Her"ün Julie Christie'sinde, hatta "Çemberimde Gül Oya"nın Işıl Yücesoy'unda nasıl babaannemi görüp ağladıysam; "Mamma Gógó" da aynı hisleri tattırdı bu yılki Festival'de. Tüm bunlar bir de Nordic Sineması'nın o değişik mizah anlayışı, soğukluğu ve donukluğu ile birleşince, 30. Uluslararası Film Festivali'nde izlediğim en iyi filmlerden birinin "Mamma Gógó" olduğunu söylememi sağladı.


58 yaşındaki İzlandik yönetmen Friðrik Þór Friðriksson, 1991 tarihli, ülkesine Oscar adaylığı getiren filmi "Börn náttúrunnar"da (Children of Nature) huzurevinden kaçan iki yaşlının hikayesini anlatmıştı. Yönetmenin yaşlılara ve onların sorunlarına oldukça duyarlı olduğunu "Mamma Gógó" ile annlamaya devam ediyoruz. Filmde bir yönetmenle tanışıyoruz önce, yaşlılarla ilgili çektiği son filmi iş yapmayan ve iflasın eşiğinde bir yönetmen. -ki bu filmin açık ve net bir şekilde "Börn náttúrunnar" olması bir öz eleştiri niteliğinde. Ekonomik durumunu tehlikeye atarak yaşlıların sorunlarına odaklanan bu yönetmenin günbegün Alzheimer hastalığının eline geçmekte olan annesi ile olan ilişkisine tanık oluyoruz sonra. -ya da basitçe, insanların ikiyüzlülüğüne.


“Film çekmek ve Alzheimer hakkında çılgın bir komedi” dese de yönetmen "Mamma Gógó" için, yaşlı bir kadının düştüğü komik duruma gülmek yerine ağlamayı tercih ettim ben. Ve tabii onu bakımevine yolladıktan sonra doğup büyüdükleri evi satarak, duvarındaki tabloları, içindeki eşyaları satarak borçlarını kapamaya çalışan çocuklarını izledikçe devam etti bu etki. Diğer yandan film, geçmişte güzel ve güçlü olduğu her halinden belli olan o kadının hastalık ile yok oluşunu gözler önüne sererken, yönetmen oğlun üzerinden de sanatsal filmler çekmenin zorluklarını oldukça mizahi bir dille anlatabilmiş. Ve bu ikisi arasında kurduğu duygusal ve kurgusal denge, filmi kaliteli kılmış.


İzlanda’nın geçtiğimiz yılki Oscar aday adayı olan filmin en güzel yanı, başroldeki Kristbjörg Kjeld ve Baltasar Kormákur’un “Brúðguminn” (2008) filminden hatırladığımız Hilmir Snær Guðnason’un performansları. 8 dalda İzlanda’nın 2010 Edda Ödülleri’ne aday gösterilen film, En İyi Kadın Oyuncu dalında Kjeld’e ödül kazandırırken, En İyi Orijinal Müzik ve En İyi Set Tasarımı ödüllerinin de sahibi olmuştu. Çok eğlenceli ama hüzünlü, gözyaşları içindeyken yüzünüzü güldüren bir film “Mamma Gógó”.

Yıllar önce yazdığım “Su” gibi, bu yazı da tam 7 yıl önce, 25 Nisan 2004’te kaybettiğim babaanneme...

24 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #4: Britanya'dan

Festival'de izlediğim filmler arasında Ada'dan da 4 film bulunuyordu. İngiliz ustalar Mike Leigh ve Stephen Frears'ın dört mevsim hikayeleri anlattıkları son filmleri "Another Year" ve "Tamara Drewe"ün yanı sıra, oyuncu kadrosu ile göz dolduran ilginç bilimkurgu "Never Let Me Go" izlediğim İngiliz yapımları olurken; İskoçya'dan "Neds", İngilizce altyazı ile izlenecek kadar İskoç'tu.

"Secrets & Lies", "Topsy-Turvy", "Vera Drake" ve "Happy-Go-Lucky" gibi filmleri ile Hollywood ve Akademi'nin de sıkça dikkatini çeken Mike Leigh'in son filmi "Another Year", özellikle Lesley Manville'in müthiş oyunculuğu ve Mike Leigh imzalı orijinal senaryosu ile bu yıl adından sıkça söz ettirmişti. Dört mevsim boyunca; yaşamı, ölümü, dostluğu, yalnızlığı ve birçok duyguyu bir avuç karakterin üzerinden anlatan "Another Year"da Jim Broadbent, Ruth Sheen ve Lesley Manville'in başrolleri paylaşıyor. 55 yaşındaki Lesley Manville, yönetmenin bir önceki filmi "Happy-Go-Lucky"deki anaokulu öğretmeni karakterinin tam zıttı, melankolik, yalnız ve umutsuz Mary'i canlandırıyor. Manville'in Nicole Kidman'dan çok daha iyi bir performans sergilediği düşünülürse Oscar adaylığını kaçırması oldukça üzücü. Diğer yandan Imelda Staunton, filmin açılış sahnesindeki cameo'sunda ustaca bir iş çıkarıyor. "Another Year", kasvetli ve hüzünlü bir dört-dört-mevsim-yalnızlık hikayesi olarak genel anlamda sıkıcı olsa da, kaliteli bir film ve iyi oyunculuklar barındırıyor. Film, 10 Haziran'da ülkemizde vizyona giriyor.

Kendisine Oscar adaylığı getiren "Queen"den sonra geçtiğimiz yıl "Chéri"sini izlediğimiz Stephen Frears, 2005 yapımı "Mrs.Henderson Presents" sonrasında yeniden komediye dönmüş "Tamara Drewe" ile. İngiliz kırsalında, yazarların huzurla yazabilmesi için bir arada yaşadıkları bir çiftlik evine komşu çiftliğe yıllar sonra geri dönen Tamara'nın kasabadaki erkekleri güzelliği ile baştan çıkarıp birbirine düşürmesi üzerine eğlenceli ve sürükleyici bir film "Tamara Drewe". Gemma Arterton, Roger Allam, Bill Camp, Luke Evans, Dominic Cooper, Tamsin Greig ve Jessica Barden gibi çoğunluğu tanınmamış İngiliz oyunculardan oluşan kadrosu ile de sıcak bir hikaye koyuyor önümüze Frears. Festivalde en çok güldüğüm film olabilir.

Video kliplerin usta isimlerinden Mark Romanek'in "One Hour Photo" sonrasındaki ikinci uzun metrajlı filmi, "Never Let Me Go" ile karşımızdaydı. "Remains of the Day"den sonra bir romanı daha sinemaya uyarlanan Kazuo Ishiguro'nun eseri olan "Never Let Me Go", geçmişte geçen bir bilimkurgu olma özelliği taşıyor. "The Island"ın İngiliz kırsalında ve 60'lı yıllarda geçen versiyonu gibi bir şey yani. Carey Mulligan'ı "An Education" sonrasında yine bir dönem filminde oynarken görüyoruz ve kendisi yine oldukça başarılı. Fakat yan rollerdeki Keira Knightley ve Andrew Garfield birer eye-candy olarak kalmakla yetinmişler ne yazık ki. Filmin sanat yönetimi ve Rachel Portman imzalı müzikleri büyüleyici bir etki yaratırken, bilimkurgu ve dönem filmi türlerini içiçe geçirme fikri bile heyecanlanmanıza yetiyor. Kısacası, farklı bir film "Never Let Me Go". Film, 29 Nisan'da ülkemizde vizyona giriyor.

İskoç Sineması'na San Sebastian Film Festivali'nin geçtiğimiz yılki büyük ödülünü getiren "Neds" ise oyunculuktan yönetmenliğe geçen Peter Mullan'ın imzasını taşıyor. 'Non-Educated Delinquents' anlamına gelen "Neds", 70'li yılların Glasgow'undaki kayıp ve belalı gençliğe yoğunlaşıyor. Sınıfın yıldızı, zeki ve inek bir çocuk olmaktan çıkıp abisi gibi bir Ned'e dönüşen John McGill'in değişimini, dönüşümünü ve döngüsünü izliyoruz film boyunca. Saf şiddet ve gençlik üzerine söylediği güzel lafları olsa da, beni çekemeyen bir filmdi.

Festival izlenimlerim devam edecek...

20 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #3: Yarışmalardan

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 16 Nisan Cumartesi gecesi düzenlenen tören ile Altın Lale'lerini ve diğer ödüllerini dağıtarak Kapanış Gecesi'ni gerçekleştirdi.

1985 yılından bu yana verilen ve son iki yıldır Şakir Eczacıbaşı'nın anısına takdim edilen Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü'nün sahibi "Microphone" filmi ile Mısır'dan Ahmad Abdalla oldu. Jüri Özel Ödülü ve Radikal Gazetesi Halk Ödülü Türkiye'den Seyfi Teoman'ın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" filmine layık görülürken; Jüri Özel Ödülü'nü paylaşan diğer film Uruguay'dan Federico Veiroj'un "La Vida Útil" filmi oldu ve FIPRESCI Ödülü Japonya'dan Tran Anh Hung'un "Noruwei No Mori" filmine verildi. Claire Denis'in jüri başkanlığı yaptığı yarışmada, "Elisa K" (J.Colell & J. Cadena), "Poupoupidou" (G.Hustache-Mathieu), "Mill and the Cross" (L.Majewski), "Piano in a Factory" (Z.Meng), "Rio Sex Comedy" (J.Nossiter), "Sound of Noise" (O.Simonsson & J.S.Nilsson), "Incendies" (D.Villeneuve) ve "Trip" (M.Winterbottom) yarışan diğer filmlerdi.

Altın Lale Ulusal Yarışma bölümünde ise galibiyet Tayfun Pirselimoğlu'nun "Saç" filminin oldu. "Saç", En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu (Nazan Kesal) ödüllerine layık görülürken; Jüri Özel Ödülü ve FIPRESCI Ödülü Sedat Yılmaz'ın "Press", Radikal Gazetesi Halk Ödülü ise İlksen Başarır'ın "Atlıkarınca" filmlerine verildi. ("Atlıkarınca aynı zamanda En İyi Müzik Ödülü ile de ödüllendirildi.) Bu ödüller dışında "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" (En İyi Görüntü Yönetmeni), "Görünmeyen" (En İyi Erkek Oyuncu - Ahmet Mekin) ve "Zefir" (En İyi Senaryo) filmleri de birer ödülle geceden ayrıldı. Jüri başkanlığını Reha Erdem'in yaptığı Ulusal Yarışma'da bu filmler dışında "Ekümenopolis" (İ.Azem), "Oğul" (A.Cengiz), "Kar Beyaz" (S.Güneş), "Çınar Ağacı" (H.İpekçi), "Gişe Memuru" (T.Karaçelik), "72.Koğuş" (M.Saraçoğlu) ve "Kırık Midyeler" (S.Tokmak) de yarışmış; Derviş Zaim'in "Gölgeler ve Suretler" filmi ise Ankara'da kazandığı En İyi Film Ödülü nedeniyle yönetmelik gereğince yarışmadan çıkarılmıştı.

"Sinemada İnsan Hakları" bölümünde gösterilen filmlerin yarıştığı Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE'e ise "As If I'm Not There" filmi ile Juanita Wilson layık görüldü. Yarışmanın Jüri Özel Ödülü ise Türkiye'den Sedat Yılmaz'ın "Press" filminin oldu.

Ben yarışma filmlerinden Uluslararası Yarışma'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" ve "Incendies", Ulusal Yarışma'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" ile "Sinemada İnsan Hakları"ndan "También la lluvia" filmlerini izleme fırsatı buldum. Ayrıca Derviş Zaim'in "Gölgeler ve Suretler" ve İlksen Başarır'ın "Atlıkarınca" filmlerini vizyonda izlemiştim. ("Atlıkarınca" hakkında yazdığım yazıya buradan ulaşabilirsiniz.)

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz", "Tatil Kitabı" filmi ile çok iyi bir ilk filme imza atan yönetmen Seyfi Teoman'ın ikinci filmiydi. 61. Berlin Film Festivali'nde yarışan filmi merakla bekleyen yerli izleyicisi için Türkiye galası, İstanbul Film Festivali'nde yapıldı. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından, yazar ve yönetmen tarafından uyarlanan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", uzun yıllar süren bir dostluğun ve bu dostluğun arasına girer gibi olan genç bir kızın hikayesi. Bu hikayenin Ankara'da geçmesi, filmin Ankara görüntüleri içinde boğulmasına ve seyirciyi daraltmasına neden olmuş olsa da Seyfi Teoman'ın başarılı yönetmenliği ve İzlanda asıllı Alman görüntü yönetmeni Birgit Gudjonsdottir'in mükemmel işçiliği sayesinde film ortalamanın çok üzerinde bir yerlere ulaşmış. İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın'ın oyunculukları ise sanırım yalnızca benim değil, birçok kişinin beklentilerini karşılamaktan geri kaldı. Sakin'in film için yaptığı şarkılar ise keşke daha fazla yer alsaymış, neredeyse müziksiz olan filmde. Film, belki de bir roman uyarlaması olmasının talihsizliğini yaşarken, en büyük artısı da romancının senaryoda imzasının bulunmasıydı. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", geçtiğimiz Cuma günü genel gösterime de girdi.

Kanada'ya bu yıl En İyi Yabancı Film dalında bir Oscar adaylığı getiren Denis Villeneuve filmi "Incendies" (İçimdeki Yangın), 130 dakikalık zorlayıcı süresiyle yer yer sıkıntı veren bir yapım olsa da, görkemli ve şaşırtıcı finali ile tüm kusurlarını kapatmayı başarıyordu. Annelerini kaybeden ikiz kardeşler Jeanne ve Simon, annelerinin vasiyeti duyduklarında sandıklarının aksine halen yaşayan bir babaları ve varlığından habersiz oldukları bir abileri olduğunu öğrendiklerinde seyirciyi de şaşırtmayı başarıyor yönetmen. Fakat sonrasında (belki de filmin bir tiyatro oyunu uyarlaması olmasındandır) birkaç heyecanlı terör sahnesi dışında durağan ve uzun bir macera bekliyor aynı seyirciyi. Ta ki filmin sonunda "1+1, 1 eder mi?" gibi düşündürücü ve vurucu bir replik ile çözümlenen olaylara kadar. Lubna Azabal'ın performansı ile de kalplerde taht kuran "Incendies"i 29 Nisan'da vizyonda izleyebilirsiniz.

"También la lluvia" (Yağmuru Bile), iki dev oyuncuyu, İspanyol Luis Tosar ve Meksikalı Gael García Bernal'i bir araya getiren ve Bolivya'da geçen bir İspanyol yapımı. Columbus ile ilgili büyük bütçeli bir gişe filmi çekmek için Bolivya'da bulunan bir yapım ekibinin, kendini bir insanlık dramının ortasında bulmasını anlatıyor film. Yarıştığı "Sinemada İnsan Hakları" bölümüne gayet uygun bir şekilde, insanlığın defalarca sınanması ile karşı karşıya kalıyoruz film boyunca. Geçmişte İspanyol kaşiflerin yerli halkı sömürmeleri ve günümüzde zenginlerin yoksulları sömürmeleri ile sıkı bağlar kuran film Bolivya ve yakın tarihi konusunda da bilgilenmemizi sağlıyor. Icíar Bollaín'in yönettiği filmde iki oyuncuya eşlik eden Juan Carlos Aduviri'nin de emeği büyük. Film, tahminlerimin aksine ülkemizde de 29 Temmuz'da vizyona girecek.

Festival izlenimlerim devam edecek...

17 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #2: Psikopat Katiller

İzlediğim filmler arasında 3'ü psikoloji bozmaya oldukça elverişliydi. 3 gün içinde izlediğim biri ABD, biri Kanada, biri Alman yapımı bu 3 film; Festival'in en zorlayıcı anlarını oluşturdu belki de benim için bu yıl. Düşük şiddet dozundan saf psikopatlığa doğru: "Good Neighbors", "Killer Inside Me" ve "Picco".

"Good Neighbors" (Canım Komşularım), Kanada'nın Fransızca konuşulan bölgesinde, Montréal'de İngilizce konuşan 3 genç komşunun hikayesini anlatıyor. Victor'un apartmana taşındıktan sonra Louise ve Spencer ile arkadaş olması, ve daha sonra Louise'e duyduğu ultra-platonik aşk filmin belki de en saf psikopatının Victor olduğunu söylüyor bize. Fakat kedi saplantısı, hatta fetişi ile Louise ve tekerlekli sandalyeye mahkum Spencer'ın sinir bozucu gülümsemesi de oldukça ilginç karakterlerle karşı karşıya olduğumuzu kanıtlıyor. Tüm bunların yanında bir de şehirde kol gezen bir seri katilin varlığı, ortamı iyice gergin hale getiriyor. Oyuncu kadrosunda Xavier Dolan'ın adını görmek -fakat kendisini yalnızca 2.5 dakika izleyebilmek- filmi görmenin en büyük motivasyonu olsa da, bunların yanına Dvorák dinlemeyi de ekleyebiliriz. Tüm kanlı ve gerilimli gidişatına rağmen oldukça eğlenceli bir film olan "Good Neighbors", Kanadalı aktör Jacob Tierney'nin yönettiği üçüncü film. Filmde Jay Baruchel, Scott Speedman ve Emily Hampshire gibi genç ve yetenekli insanlar oynuyor.

Festivalde bu yıl hem Uluslararası Yarışma'da hem de Akbank Galaları bölümlerinde iki ayrı filmi ile yer bulan Michael Winterbottom'ın "Killer Inside Me"si (İçimdeki Katil) ise yoğun Güneyli aksanına bulanmış bir suç filmi. Casey Affleck'in başrolünde harikalar yarattığı filmde (ve uyarlandığı Jim Thompson romanında) başrolümüzün soyadının Ford olması hoş bir tesadüf. Zira Affleck'in muhteşem çıkışını yaptığı film "Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford"da da Robert Ford'u canlandırmıştı aktör. Jessica Alba ve Kate Hudson'ın da kötü oyunculukları ile yer aldığı "Killer Inside Me", adı içerdiği şiddet unsurlarının yanında hafif kalan bir film. Bir şerif yardımcısının içindeki sadistik ve duyguları ve öldürme aşkını ortaya çıkardığını görüyoruz bolca. Winterbottom'ın filme yerleştirdiği ince espriler de kendisinin şakacı bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor.

Festival'de beni en çok sıkan, yoran ve geren film ise, hapishane filmleri türünün gereğince tek bir mekanda, aynı insanlarla geçen "Picco" oldu. "Genç Ustalar" bölümünde gösterilen, Alman yönetmen Philip Koch'un imzasını taşıyan filmde bir ıslahevi hücresindeki dört gencin, hafif suçlar işledikleri için kapatıldıkları bir hücrede nasıl birer canavara dönüştüklerini görüyoruz izlediğimiz 100'ü aşkın gün boyunca.

Festival izlenimlerim devam edecek...

10 Nisan 2011

Türk Sineması'nın Son Harikası: Atlıkarınca

Türk Sineması son yıllarda hem film sayısındaki, hem de yeni yönetmenler ve ilk filmlerin sayısındaki artıştan da görülebileceği üzere parlak bir dönem geçiriyor. Fakat niceliğin değil, niteliğin önemli olduğunu hatırlarsak, bu filmlerin ve yeni yönetmenlerin birçoğunun kimsede iz bırakmadığını, elendiğini görüyoruz. İlk filmi "Başka Dilde Aşk"ı 2009 yılında çekerek hem eleştirmenlerin, hem de seyircinin beğenisini kazanabilme başarısını gösteren İlksen Başarır ise; kesinlikle iz bırakan, cesur bir yönetmen.

Yönetmen, ilk filmi "Başka Dilde Aşk"ta (Dikkatli olalım, aynı anda 5 işle uğraşınca karışabiliyor, "Aşk Tesadüfleri Sever" değil) işitme ve konuşma engelli bir gence odaklanmış; iletişimin konuşmadan da sağlanabileceğini göstermişti bize. Yaşamını konuşmadan sürdürmek zorunda olan bir erkek ve yaşamak, para kazanmak için konuşmak zorunda olan bir kadının arasındaki duygusal bağ ile duygulandırmıştı seyircisini. "Atlıkarınca"da ise konuşma engeli olmasa da konuşmadığı, konuşamadığı için zarar görmeye devam eden bir aileye dönüyor kameralar.


Erdem, Sevil, Edip ve Sevgi... "Atlıkarınca", karakterlerinin isimlerinden, içinde yer alan en ufak ayrıntıya kadar her şeyin bir metafor olarak düşünülmesi gereken; senaryosunda en ufak bir fazlalık olmayan bir film. Yönetmenin "Başka Dilde Aşk"ta olduğu gibi yine başrol oyuncusu Mert Fırat ile birlikte yazdığı senaryo gerçekten kusursuz. Yalnızca toplumda tabu olan enseste odaklandığı ve bu nedenle cesur olduğu için değil; filmdeki ailenin bu yarasını derinlikli bir şekilde anlatmayı becerebildiği için başarılı. Söz konusu sinema olduğunda; evine komşu yemeği sokmayacak kadar titiz ve şair olacak kadar duygusal bir adamın çocuklarına verdiği zararın nedenlerini boş bir kovada, bir sokak köpeğinde ya da bozuk bir kapıda aramak gerektiğini hatırlatıyor "Atlıkarınca".

Filmin zamansız ve mekansız sanat yönetimi ile zamanda yaptığı atlamaları gayet doğal gösterebilen kurgusu da en az senaryosu kadar iyi. Diğer yandan oyuncular Mert Fırat ve Nergis Öztürk çok iyi birer oyuncu olduklarını önceki filmlerinden sonra bir kez daha kanıtlıyorlar. 14 yaşındaki Zeynep Oral ise, filmin genelinde olmasa da kilit bir sahnede yaşadığı patlama sırasında ileride nasıl iyi bir oyuncu olacağının sinyallerini veriyor.

"Başka Dilde Aşk"ta seyircide duygusal bir patlamaya neden olan Louis Aragon şiirinin yerini bu kez Erdem'in yazdığı bir şiir ve Sevgi'nin yaşadıklarını anlatamayışına ilaç olan bir roman alıyor "Atlıkarınca"da. Çağan Irmak Sineması'nın filmin sonlarında ağlatan şairane replikleri varsa; İlksen Başarır Sineması'nın da söylenemeyenleri edebiyatla söyleyebilmesi var 2 filmden gördüğümüz kadarıyla. Ve Irmak'ınki ne kadar yapmacık durmaya müsaitse, Başarır'ınki sanatın iki dalını bu kadar güzel iç içe geçirebildiği için gerçekçi duruyor.

İlksen Başarır, Türk Sineması'nın geldiği son ve umut verici noktanın en önemli temsilcilerinden biri olduğunu ikinci filmiyle de kanıtlıyor "Atlıkarınca" ile. Ben de bir Türk sinema izleyicisi olarak teşekkür ediyorum kendisine.

47. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden En İyi Senaryo (İlksen Başarır ve Mert Fırat) ve Behlül Dal Jüri Özel Ödülü (Zeynep Oral) ile dönen film; 10. !F Bağımsız Filmler Festivali'nin Keş!f yarışmasından, kurgusunda yapılan değişiklik nedeniyle çekilmek zorunda kalmıştı. Şu anda 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin, Ulusal Yarışma'sında Altın Lale için yarışan "Atlıkarınca"yı, vizyonda ya da Festival kapsamında 12 Nisan Salı günü izleyebilirsiniz.

9 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #1: Fransa'dan

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali programımda 20 film var bu yıl. Benim için Festival'in bu yılki ilk 4 filminden 3'ü Fransız yapımlarıydı: Açılış Filmi "Copacabana", "Les petits mouchoirs" ve hiç hesapta yokken izlenen "Le bruit des glaçons"...

Festival'in 1 Nisan Cuma günkü açılışından sonra, "Dünya Festivallerinden" bölümünden Marc Fitoussi filmi "Copacabana" gösterildi. Bugüne dek Festival'in Açılış Filmi olarak gösterilen birçok film gibi ("Joyeux Noël", "Saturno Contro", "Le concert"...) keyifli ve eğlenceliydi. Oldukça alternatif, kızı dışında kimseyi umursamayan orta yaşlı bir annenin; öz kızının düğününe gelmemesini istemesi üzerine değişmeye karar verişi gibi hüzünlü bir konusu olsa da; Isabelle Huppert'in çizdiği başarılı çılgın-kadın portresi sayesinde özellikle ikinci yarısında güldürüyor izleyenleri. Kızının/kızına yaşattığı hayalkırıklığı sonrası bir işte başarılı olabileceğini kanıtlamak için Belçika sahil kenti Ostend'de giden Babou'nun hikayesi, onun hayalgücü sayesinde Brezilya'nın Copacabana plajı kadar eğlenceli bi yere gelen bu sakin şehirde tozpembe bir hikaye anlatıyor. Belki biraz gerçeklikten uzak, fazla iyimser yanları olsa bile... "Copacabana"yı, 12 ve 16 Nisan'da Festival'de; 6 Mayıs tarihinde ise vizyonda izleyebilirsiniz.

Festival Galaları'ndan olan "Les petits mouchoirs" (Küçük Beyaz Yalanlar),"Jeux d'enfants" ile tanıdığımız Guillaume Canet'in yönettiği bir dostlar-arasında-da-yalanlar-olur hikayesi. Canet'nin 2007'den bu yana birlikte olduğu Marion Cotillard'ın da dahil olduğu bir oyuncu kadrosuna film, Ferzan Özpetek filmlerini anımsatıyor. Geniş bir arkadaş grubu tatile çıkmak üzereyken içlerinden birinin ağır bir kaza geçirmesi sonucu vicdanları ile savaşmak, hayatlarına devam etmek ve birbirlerine söyledikleri yalanlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Tüm bu yalanların ortasında iyi dostluklar, bol deniz-güneş ve Özpetek'i anımsamama neden olan büyük ve kalabalık sofra sahneleri izliyor; tümü İngilizce şarkılardan oluşsa da filme yakışan bir soundtrack dinliyoruz. Oyuncular arasında ise François Cluzet ve Marion Cotillard en çok beğenimi kazananlar. "Les petits mouchoirs", 13 Mayıs'ta vizyonda olacak.

5 Nisan gecesine kopyası yetişmeyen "Way Back" filmi yerine gösterilen ve bu nedenle hiç hesapta yokken izlediğim sürpriz "Le bruit des glaçons" (Buz Sesleri) ise oldukça absürd bir Fransız yapımıydı. "99 francs" ve "Ca$h" gibi popüler Fransız yapımları ile adını duyurmuş olan, "Les petits mouchoirs"de de küçük bir rolde görülen Jean Dujardin ve Albert Dupontel'in başrollerini paylaştığı film, bir sinema filminden çok bir tiyatro oyununu andırıyor. Bertrand Blier'in yönettiği film insan bedenine bürünmüş kanseri ile tanışan Charles Faulque'ın hikayesini anlatıyor. Ölümü yenmek üzerine, oldukça garip şeylerin olduğu sahneler ardarda sıralanıyor 90 dakika boyunca. "Le bruit des glaçons"un akılda yer eden ufak bir detayı ise Emile Berling'in Dorian-Gray'sel güzelliği.

Festival izlenimlerim devam edecek...

6 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #1: Açılış Töreni

30. İstanbul Film Festivali, 1 Nisan Cuma gecesi Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen tören ile yapıldı. Gecede Açılış Filmi "Capocabana" gösterildi, sonrasında ise Roxy'de Akbank'ın evsahipliğindeki partide eğlenildi. Açılış ve Ödül Töreni, ülkem sınırları dahilinde izlediğim en profesyonel organizasyonlardan biriydi. Hele ki çok çok kısa bir süre önce aynı mekanda gerçekleşen 4. Yeşilçam Ödül Töreni ile kıyaslandığında aradaki farkı çok daha anlaşılır, çok daha belirgindi.

Sunucu Memet Ali Alabora gece boyunca, en az oynadığı (ve nedense bana garip bir enerji verdiği için çok sevdiğim) İş Bankası reklamlarındaki kadar dinamikti. Daha ilk cümlelerini söyleyip, davetlileri selamladıktan sonra Emek Sineması lehinde atılan sloganlar, çalınan borazanlar ve alkışlarla sözü kesildiğinde "Emek Sineması olmadan açılış da olmaz!" sözlerine çok güzel cevap verdi ve durumu çok iyi toparladı.



Tören, Alabora'ya eşlik eden biri kadın biri erkek ikişerli sunucu çiftlerden ve ustalıkla hazırlanmış çeşitli konulardaki videolardan ibaretti. Sanırım törenin Yeşilçam Töreni'nden en büyük farkı, hiçbir şeyi kağıttan okumaya gerek duymayan insanlardı. Bırakın kağıttan okumayı, kimsenin elinde kağıt bile bulunmuyordu. Ayırca o kadar akıcı ve planlı bir törendi ki izlediğimiz; bu işin belediye başkanları, kurumsal genel müdürler ve dernek başkanları konuşmadan çok daha iyi olabileceğinin kanıtıydı her şey.




Türkan Şoray, İzzet Günay, Atilla Dorsay, Hale Soygazi, Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Serra Yılmaz, Özgü Namal, Mehmet Günsür, Vecdi Sayar ve Hülya Uçansu; gece boyunca festival ile ilgili anılarını anlatan ve törenin kısa bölümlerini sunan ünlü isimlerden yalnızca birkaçıydı. Gecenin en duygusal anı ise Emek Sineması emektarı Hikmet Dikmen'in sahnede ağladığı anlardı.


İKSV'nin, törende gösterilen videoların hazırlığına da büyük önem verdiği, büyük emek harcadığı belli oluyordu. Emek Sineması'nın anıldığı, geçmiş festivaller ve ödüllerden parçaların kurgulandığı, ünlülerin festival anılarını paylaştığı ve sıkı durun, seyircilerin festival ile ilgili OLUMSUZ eleştirilerinin paylaşıldığı videolar izlemeye değerdi gerçekten. (Özellikle bu sonuncusu nedeniyle, "İnsanın kendi ile dalga geçebilmesi en büyük erdemdir."i savunan biri olarak İKSV'ye teşekkürler.)


Festival'in bu yılki Onur Ödülleri de gecenin sonunda sahiplerine verildi. Macar yönetmen Belá Tarr, görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay, yönetmen Yusuf Kurçenli ve sevilen ikili Zeki Alasya ile Metin Akpınar ödüllendirilen isimler oldu. Gece boyunca Emek Sineması'nın kapatılmasından, lüferlerin tükenme tehlikesine kadar birçok konuda sosyal mesaj verilirken; gecenin en bomba lafı da Zeki Alasya'dan geldi: "Sahnesinde namaz kılınacaksa, Emek Sineması hiç açılmasın daha iyi."


Törenden sonra, Açılış Filmi olarak Marc Fitoussi imzalı "Copacabana" gösterildi. Salonun yarısından fazlasının boşalması ise, davetlilerin büyük çoğunluğunun sinema ile 'gerçekten' ilgili olmadığı ve yalnızca boy göstermeye gelmiş olduğunun bir göstergesiydi belki de. (Filmle ilgili yorumlarımı diğer filmler ile birlikte paylaşacağım.)

Törenin ardından Roxy'de, festival sponsoru Akbank'ın partisi ise biraz sıradandı. Partide gördüğüm bazı isimler Engin Günaydın, Büşra Pekin, Uğur Vardan, Yavuz Bingöl ve Hatice Aslan olarak sıralanabilir. Diğer yandan Açılış Töreni'nde olduğu gibi, Roxy'de de bana eşlik eden sevgili Oğulcan Güler'e teşekkür ediyorum.

Memet Ali Alabora sahneye ilk çıktığında, salondaki herkesin bir şekilde İstanbul Film Festivali'ne katkısı olduğunu ve 'bizbize olduğumuzu' söyledi. Ben de orada olduğuma göre, en azından bunca yıldır bir izleyici olarak festivale birazcık katkım olmuşsa ne mutlu bana. Mükemmel bir organizasyon için İKSV'ye de bir kez daha teşekkürler. Nice 30 yıllara!

1 Nisan 2011

Heyecanlı Haftasonu!

Dün; en başarılıları Google, Grupanya ve Bigumigu'ya ait olmak (ve birçoğunu buradan okuyabileceğiniz üzere) birçok 1 Nisan şakası yapıldı sanal alemde. Aşağıdaki yazı ile bunların arasında yer alıp, siz okurlarıma hoş bir sürpriz hazırlamak istedim. (Teoride) Galatasaraylı olduğum gerçeği dışında yazının benimle hiçbir bağlantısı yoktur. (Ve tabii ki Pazar günü İstanbul Film Festivali'nde 2 filmim var.) Bırakın bilgim olması, anlamlarını bile bilmediğim bazı sözcükler içeren bu yazının metin yazarlığını yapan sevgili Tancan Fümen'e teşekkürler!

***********************************************

Benim için, bu hafta sonunun en önemli olayı tabii ki 3 Nisan Pazar günü Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda oynanacak olan Fenerbahçe - Bursaspor maçı. Bursaspor, bu sene geçen seneki performansını ortaya koyamasa da, bir Galatasaraylı olarak Bursaspor'un kazanacağını düşünüyorum. Zaten şampiyonluk yarışında kalmak istiyorlarsa da bu maçı kesinlikle kazanmak zorundalar.

Dün Bursaspor ile anlaşmalarını yenileyen Sercan ve Volkan'dan ekstra performans bekliyorum bu maçta; oldukça moralli durumdalar. Kenny Miller da Fenerbahçe'ye kesin bir tane yazacaktır. Ertuğrul Sağlam, Fenerbahçe'den çekinmez ve takımını ön alana daha yakın oynatırsa, rakibini iyi bir şekilde sürklase ederek gol veya goller bulacaktır.

Pazar günü İstanbul Film Festivali'ndeki entel filmleri bir kenara bırakıp bütün günümü bu maçı izlemeye ayırıyorum. Ne de olsa spor, her zaman sinemadan daha büyük bir tutkum olmuştur. Neyse, Bursaspor temiz bir çaksa da şu Fenerbahçe'ye, keyfimiz yerine gelse!