25 Ocak 2007

Bana göre: "Romantik Komediler"

Yeni bir listeyle karşınızdayım.
Bu kez başka biri tarafından sorulan başka bir sorunun cevabı:
Seyrettiğim en güzel romantik komediler!

Bana göre: Romantik Komediler
1) 50 First Dates (2004)
2) Love Actually (2003)
3) Holiday (2006)
4) About a Boy (2002)
5) French Kiss (1995)
6) Notting Hill (1999)
7) My Best Friend's Wedding (1997)
8) My Big Fat Greek Wedding (2002)
9) While You Were Sleeping (1995)
10) Truth About Cats & Dogs (1996)

Oscar Adayları

Ve nihayet, beklediğim gün geldi. Dün, saat 15:38'de (yani Hollywood saatiyle 05:38'de) bu senenin Oscar adayları açıklandı. İşte adaylar ve benim başarılı/başarısız aday tahminlerim...

Best Picture: Babel, Departed, Letters from Iwo Jima, Little Miss Sunshine, Queen. (4/5) (Dreamgirls!?!?!?)
Best Director: Alejandro Gonzalez Iñarritu (Babel), Martin Scorsese (Departed), Clint Eastwood (Letters from Iwo Jima), Stephen Frears (Queen), Paul Greengrass (United93) (4/5) (Bill Condon(Dreamgirls)?)
Best Actor: Leonardo DiCaprio (Blood Diamond), Ryan Gosling (Half Nelson), Peter O'Toole (Venus), Will Smith (Pursuit of Happyness), Forest Whitaker (Last King of Scotland). (4.5/5) (LdC-Departed)
Best Actress: Penelope Cruz (Volver), Judi Dench (Notes on a Scandal), Helen Mirren (Queen), Meryl Streep (Devil Wears Prada), Kate Winslet (Little Children) (5/5)
Best Sup.Actor: Alan Arkin (Little Miss Sunshine), Jackie Earle Haley (Little Children), Djimon Hounsou (Blood Diamond), Eddie Murphy (Dreamgirls), Mark Wahlberg (Departed) (4/5) (Jack Nicholson(Departed)!!!???!!!)
Best Sup. Actress: Adriana Barraza (Babel), Cate Blanchett (Notes on a Scandal), Abigail Breslin (Little Miss Sunshine), Jennifer Hudson (Dreamgirls), Rinko Kikuchi (Babel) (5/5)
Best Original Screenplay: Babel, Letters from Iwo Jima, Little Miss Sunshine, Pan's Labyrinth, Queen (3/5) (Stranger Than Fiction,United93)
Best Adapted Screenplay: Borat, Children of Men, Departed, Little Children, Notes on a Scandal (3/5) (Devil Wears Prada, Thank You for Smoking)
Best Cinematography: Black Dahlia, Children of Men, Illusionist, Pan's Labyrinth, Prestige (2/5) (Apocalypto, Babel, Dreamgirls)
Best Editing: Babel, Blood Diamond, Children of Men, Departed, United93 (3/5) (Dreamgirls, Letters from Iwo Jima)
Best Art Direction: Dreamgirls, Good Shepherd, Pan's Labyrinth, Pirates of the Caribbean 2, Prestige (1/5)
Best Original Score: Babel, Good German, Notes on a Scandal, Pan's Labyrinth, Queen (2/5)
Best Costume Design: Curse of the Golden Flower, Devil Wears Prada, Dreamgirls, Marie Antoinette, Queen (4/5)
Best Original Song: "Our Town" (Cars), "Listen" (Dreamgirls), "Patience" (Dreamgirls), "Love You I Do" (Dreamgirls), "I Need to Wake Up" (An Inconvenient Truth) (3/5)
Best Sound Mixing: Apoclaypto, Blood Diamond, Dreamgirls, Flags of Our Fathers, Pirates of the Caribbean 2 (3/5)
Best Sound Editing: Apocalypto, Blood Diamond, Flags of Our Fathers, Letters from Iwo Jima, Pirates of the Caribbean 2 (2/5)
Best Visual Effects: Pirates of the Caribbean 2, Poseidon, Superman Returns (2/3)
Best Make-Up: Apocalypto, Click, Pan's Labyrinth (2/3)
Best Foreign Language Film: After the Wedding (Denmark), Days of Glory (Algeria), Lives of Others (Germany), Pan's Labyrinth (Mexico), Water (Canada) (3/5) (Volver(Spain)!!!???!!!)
Best Animated Feature: Cars, Happy Feet, Monster House (3/3)

Önümüzdeki 1 ay içinde adaylar hakkında detaylı bilgiye de yer verilecektir.

22 Ocak 2007

"Matematik yeni bir deterjan mı?"

Türk Dil Kurumu'na göre, "Aritmetik, cebir, geometri gibi sayı ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen bilimlerin ortak adı, riyaziye." demek kendileri.
90ların bir televizyon reklamına göre "yeni bir deterjan"...
Penguen'in köşesine göre ise muhtemelen "insanın kendine yakışanı giymesi"...
Öğrencilere göre ise sayısal bir ders...
Çoğuna göre 'kazık' bir ders...
Bazılarına göre ise çok sevdikleri bir 'şey'...

Fakat aynı bazıları (hatta "ben Matematik Yan Dal yapıcam!" diyenlerine de rastlanmıştır) gün gelir de çok sevdikleri o 'şey'den hiçbir şey anlamamaya başlayınca; anlıyorlar ki, o çok sevdikleri 'şey' aslında yapabildikleri ve anlayabildikleri için çok sevdikleri bir 'şey'miş.

Bu bazılarının mühendis olanları, mümkün olduğunca sözel ders ağııklı bir ders programı yapıyorlar üniversitede kendilerine; ya da sözel sandıkları derste bir kereliğine 'türev' lafı geçtiyse isyanı basıyorlar.

Test edilip onaylanmıştır. : )

Aslında 'Matematik', birazcık espri anlayışı olan bir insan için anlamadığı zamanlarda bile eğlenceli olabiliyor. Espri anlayışı olan matematiği kıt insanlar ise birkaç kategoriye ayrılıyor:

1) "Mutluluğu uzaklarda aramayın, belki de çok yakınınızdadır." felsefesini benimseyen optimistler. (Böylelerinin "discrete math"ta pek zorluk çekeceğini sanmıyorum ama, işler "continous" olduğunda n'olur bilemem.)
2) "İşaretleri dışlamamak lazım, onların da duyguları var." diye düşünen romantikler -ki nadiren şanslı olanlarına da rastlanmaktadır.









3) Her kelime oyunu fırsatını değerlendiren fırsatçılar. Bu tiplerin hayalgücü bir hayli geniş. Her ne kadar "Very funny!" şeklinde aşağılanma olasılıkları olsa da, kıvrak zekaları nedeniyle takdir edilmeliler bence.
4) Örneklerden bir şey anlamayıp, taklit yeteneklerini espri anlayışlarıyla birleştiren taklitçiler. Gözlem yetenekleri bir hayli kuvvetlidir bu arkadaşların. Hayatın bir başka dalından örnek vermek gerekirse "chicken translation" yapar bu tipler.

Matematik komik bir şeydir. Yeter ki hayal gücünüz ve espri anlayışınız buna yetsin!

Bu kadar da özlü söz üretirim ;)

19 Ocak 2007

Büyümek... Neden ki?

10 gün kaldı şunun şurasında, 2'yle başlayacak artık yaşım. Ama kim büyümek istiyor ki? Kim büyüyor ki hatta?
Büyüdükçe hatalar yapmak, hata yaptıkça düzeltmek için başa dönmek istemek..

Kimse büyümüyor. Kate Winslet Leonardo DiCaprio'nun ellerinden tutup ıslak koridorlarda koşan genç kız değil artık. Ama yine de küçük bir çocuk aslında. Hâlâ..

Her büyüyen insanın değiştirmek istediği hataları oluyor gün geçtikçe, bazen de bile bile bir hatanın içine bırakıyorlar kendilerini; en "Carpe Diem"inden, tek bir anlık kararla. Her büyüyen insan aslında biraz çocuk kalıyor, büyük olmanın verdiği tüm sorumlulukları bir kenara bırakmak istiyor bir anlığına. Büyük olmanın verdiği güçle, artık birisi için önemli biriyken; yalnız kalmak, tekrardan güçsüz olmak istiyor. Her büyüyen insanın içinde "küçük sınıfları ezen" bir "son sınıf" kalıyor birazcık.


İnsanlar hata yapıyorlar büyüdükçe, ve onları düzeltmek için başka hatalar.
İnsanlar yalan söylüyorlar büyüdükçe, ve onlardan kurtulmak için başka yalanlar.
İnsanlar aşık oluyorlar büyüdükçe, ve onları unutmak için başka aşklar.

“We can’t change the past,
but the future can be a different story.
And it has to start somewhere.”

17 Ocak 2007

Evangeline'lerden bir demet.

Sabahın 3'ünde uyanmanın, birkaç saniyelik Evangeline Lilly görüntüsüyle ödüllendirilmesi gayet hoş bir şey. Ama tahminlerimin de daha fazlası tutsaydı, daha çok sevinirdim herhalde.


Best Picture - Drama: Babel
Best Director: Martin Scorsese (Departed)
Best Screenplay: Peter Morgan (Queen)
Best Actor - Drama: Forest Whitaker (Last King of Scotland)
Best Actress - Drama: Helen Mirren (Queen)
Best Picture - Musical/Comedy: Dreamgirls
Best Actor - Musical/Comedy: Sacha Baron Cohen (Borat)
Best Actress - Musical/Comedy: Meryl Streep (Devil Wears Prada)
Best Supporting Actor: Eddie Murphy (Dreamgirls)
Best Supporting Actress: Jennifer Hudson (Dreamgirls)
Best Animated Film: Cars
Best Score: Alexandre Desplat (Painted Veil)
Best Song: Prince (Happy Feet)

Helen Mirren'in gecesiydi. Kendileri Elizabeth I. ve Elizabeth II. olarak iki kez ödüllendi. İki dalda aday olan diğer insanlardan ise biri (Emily Blunt) yalnızca bir kez çıktı sahneye, diğeriyse (Toni Collette) hiç kalkamadı yerinden. Aynı dalda iki ayrı filmle aday olanlar ise (Leonardo DiCaprio ve Clint Eastwood) ne yazık ki elleri boş döndüler evlerine. Judi Dench ve Johnny Depp yoktu ortalarda; Meryl Streep ve Jack Nicholson ise tüm karizmalarıyla oradaydı.
Dizilere gelince... Keifer Sutherland de, Evangeline Lilly de, Felicity Huffman da, Marcia Cross da, Zach Braff de; hatta Desperate Housewives da, Heroes da, Lost da hüsrana uğradı. Hadi Grey's Anatomy en iyi drama dizisi, (doğru tahmin ettim, zaten merak ettiğim ve en yakın zamanda izlemeye başlayacağım bir dizidir) anladık. Elizabeth I'in de en iyi miniseries olduğunu biliyorduk. Ama Ugly Betty nedir ya!

Farkında mısınız?


Ne kadar sabırsız olduk farkında mısınız?

Eskiden internette sayfalar bir dakikada açılırsa; bağlantımız hızlıydı.
Eskiden bir haftada zor inerdi dizi bölümleri.
Eskiden yürüyerek çıkardım okulun merdivenlerini.
Eskiden bir film Amerika'dakinden 1 yıl sonra vizyona girerdi.
Eskiden duşta su ısınsın diye 10 dakika beklenirdi.
Eskiden bir şarkı aylarca dinlenirdi.
Eskiden biri buluşmaya gelmedi mi, sabırla beklenirdi.
Daha eskiden elde yıkanırdı bulaşıklar.
Hatta daha da eskiden bir yerden bir yere gitmek günler sürerdi.

Şimdi 3 saniyeyi aştı mı Internet Explorer, 5 dakikayı geçti mi bir dizinin inmesi; söylenmeye başlıyoruz. Su soğuksa duşa girdiğmizin 10. saniyesi, ya da "daha bitmedi mi şu bulaşık makinesi!" küfrü basıyoruz. Delirecek gibi oluyorum bir filmin Türkiye'ye gelmesi 1 aydan daha fazla sürdüyse. Biri gelmedi tam vaktinde, anında arıyorum. Çok sevdiğim bir şarkıyı 5 kereden fazla dinleyince soğuyorum. Ve trafikten, hele ki gelmeyen asansörlerden nefret ediyorum.

Bu okulun asansörleri hele, delirtir insanı... 2 dakikadan fazla sürer o "geldim!" sesinin duyulması. 45. saniyede çıldırırız; merdivene doğru yol alırız ve ilk basamağı çıkar çıkmaz duyulur asansörün o "pling!" nidası. Biz onu yavaş buluruz, o ise bizi "Mühendis adam kendine bakmaz!" tavırlarıyla içinde ayna barındırmamakla cezalandırır. Nefret ederiz bu okulda merdiven çıkmakla vakit kaybetmekten, aynı zamanda vakit kazanmak için beklediğimiz asansörün bize vakit kaybettirmesinden.


Her yıl iki kere, Ocak ayının başları ve Şubat ayının sonları olmak üzere; zirveye vurur sabırsızlığım. Günün daha makul bir saatindeki tekrarını seyretmek yerine, kurarım saatimi 03.00'e.

Hayır, deli değilim. Sadece sabırsız bir sinemaseverim.
Geçen gece, Golden Globe'lar dağıtıldı. Ve ben; kekim, sütüm ve battaniyemle bir kez daha televizyon karşısındaydım. "Hadi çabuk geçsin de, En İyi Film'e gelsin sıra" sesleriyle.

Ne kadar sabırsız olduk farkında mısınız?
Günde kaç kez "öf hadi!" dediğinizi, bi' sayar mısınız?

6 Ocak 2007

Bana göre: "Muse"

2003'ün Nisan ayında hayatıma giren birçok şeyden yalnızca bir tanesi: Muse.
4 yıla yakın bir süredir, herhalde Muse dinlemiş olduğum dakikaları toplasanız birkaç ay eder. :)Hayatıma sokanlar sağolsun, o kadar severim.

Geçenlerde üşengeç bir arkadaşımız, tüm albümleri indirdiğini ama hepsini dinleyemediğini söyleyerek benden bir "Best of Muse" listesi talep etti. Ben de yaptım. Sonra dedim, belki başkaları da vardır. Topluma bir faydamız dokunsun:


- Bana göre: Muse -
1. Butterflies and Hurricanes / Absolution
2. Space Dementia / Origin of Symmetry
3. New Born / Origin of Symmetry
4. Muscle Museum / Showbiz
5. Thoughts of a Dying Atheist / Absolution
6. Unintended / Showbiz
7. Dark Shines / Origin of Symmetry
8. Invincible / Black Holes and Revelations
9. Fillip / Showbiz
10. Plug in Baby / Origin of Symmetry


"Best Ensemble"

Beni bilenler bilir, birlikte çalıştığım kişi sayısı 1'i geçtiği anda; o grup çalışmasından hayır geldiği nadir olarak görülmüştür. (Umarım ileride iş görüşmesi yapacağım insanlar burayı okumamış olurlar.) Ama grup çalışması önemli bir şeydir. Yalnızca insan ilişkileri bakımından değil; göze batan bir tarafı olmayan bir sonuç elde edebilmek açısından.
Screen Actors Guild (SAG), yani Hollywood'un Oyuncular Birliği bu seneki "Screen Actors Guild Awards" adaylarını geçen gün açıkladı. Ve SAG'in diğer ödül dağıtanlardan farkı, en uyumlu sonucu elde eden ekibi ödüllendirişidir. Yani bireysel performanslarıyla öne çıkan aktör ya da aktrisleri ödüllendirmekle kalmayıp; her yıl "Best Ensemble"ı seçerek en iyi ekip çalışmasını da ödüllendirir. Zaten en harika performansı sergileyen ekip; dolaylı yoldan "En İyi Film"i de ortaya koymuş oluyor ve bu nedenle ödül dalları arasında "En İyi Film" diye bir şey yok. Olması da gerekmiyor zaten; "Guild", "Actor"ların olduğuna göre. Bugüne dek bu ödülü almış film ekipleri arasında "Traffic", "American Beauty", "Shakespeare in Love", "Gosford Park", "Lord of the Rings: Return of the King", "Chicago", "Sideways", "Crash" gibi seçimin doğruluğunu kanıtlayan filmler var.

Bu yılın 5 adayı arasından ise henüz yalnızca iki tanesi Türkiye'de vizyona girdi: "Babel" ve "The Departed". SİNEK'in Film Maratonu sayesinde vizyona girmeden seyredebildiğim "Little Miss Sunshine"ı da sayarsak, benim gördüklerim de üç ediyor. Diğer iki aday ise gerçekten kalabalık bi kadroya sahip, Kennedy süikastını anlatan "Bobby" ve Şubat'ta seyredebileceğimiz müzikal uyarlaması "Dreamgirls".
Görmüş olduğum 3 film arasındaki "Babel", Rinko Kikuchi ve Adriana Barraza'nın, belki Brad Pitt'in performanslarıyla öne çıktığı, yardımcı oyuncu kaynayan bir filmdi. Güzeldi, Alejandro Gonzalez Iñarritu'nun dört dörtlük üçlemesinin üçüncüsüydü. "Süper" (!) bir Türkçe'yle "Köstebek"leştirilmiş "The Departed" ise hiçbir eleştirmenin kimin başrol, kimin yardımcı rol oynadığını anlayamayacağı kadar oyuncu ve oyunculuk dolu bir filmdi. Ama bu kez de diğerlerini gölgede bırakanlar vardı: Jack Nicholson ve Leonardo DiCaprio...

Kısacası, benim adayım kesinlikle "Little Miss Sunshine". En yaşlısından gencine, en komedyeninden en tanınmamışına istisnasız herkesin bir "olayının" olduğu, herkesin güzel oynadığı, herkesin uyum içinde olduğu, afişte olduğu gibi filmde de herkesin eşit olduğu... Tam bir ekip çalışması yani.

Peki nedir beni iki gün önce ilan edilen bir aday listesinin bir dalı hakkında bugün yorum yapmaya iten? Ahmet Ümit'in "Beyoğlu Rapsodisi"ni bugün bitirmiş olmam desem, çok mu 180 derece döndürmüş olurum konuyu? :)

Bu romanın 76. sayfasında yazılanları okuduğumda, haftalar sonrasında bu satırları yazacağımı bilmeden; aynen bu dalda ödüllendirilen filmler gibi, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar bir uyum içinde durarak sonucu vazgeçilmez kılan bir ekip gelmişti gözümün önüne. Ve romanı bitirdiğim şu günlerde "Best Ensemble" adayları arasına 'İstiklal Caddesi' filminin oyuncularını da koyuverdim ister istemez.

Bakın ne diyor o satırlar, nasıl anlatıyor Beyoğlu'nu:

"Yeryüzünde böyle bir yer daha var mıdır bilmiyorum? Müzik marketlerden caddeye yayılan arabesk, protest, jazz, pop, metal, klasik müzik, Türk müziği, klasik Türk müziği, türkü ve sınıflandırılamamış ne kadar şarkı varsa kulağınızı tırmalardı. Parfüm, ter, yemek ve çiçek kokuları arasında keyifle, kederle, aceleyle, dalgınlıkla, pervasızca, çapkınca, tek başına, topluca yürürdü insanlar. Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevî dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi, sorgusuz sualsiz kucaklamıştı. Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Péra, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi."

Ve insanları da oyuncuları...

5 Ocak 2007

Bir Cuma sabahı...

Fakir şehrimin zengin insanları, süslü kızları ve tüketimci Cadde çocukları bugün başka bir heyecanla kalktı yataklarından. Uyandıklarında akıllarından ilk geçen şey "O gün geldi." cümlesi olmuştu çünkü.
O günün geldiğini nasıl olduysa, bir şekilde unutmuş olanlar ise kahvelerini (tercihen espresso, cappucino ya da macchiatolarını) yudumlarken gazetelerini açıp o dev ilanı görünce farkettiler ve fondip yaptılar fincanı: "Bugün o günmüş!".

Küçük olanları ya "Anne, bugün o gün! Okula gitmesem olmaz mı?" dediler kahvaltıda; ya da unutmuş olanları "Hasan Abi, durdur servisi inicem! O gün gelmiş!" dediler vitrindeki o sözcüğü gördüklerinde okul yolunda.

Evet, "Bugün, o gün!".
Gazetelerde ve vitrinlerde gördüğümüz gibi, "Zara İndirimi Başladı!" bugün.

Sabah 10 civarı, Suadiye'deki iki mağazanın kasalarında da uzun kuyruklar çoktan oluşmuştu. Cadde'de elinde Zara torbası taşımayan birine rastlamak, yazın Magnum reklamı görmemek kadar imkansızdı bu sabah. Biri plastik, diğeri kağıt poşet veren mağazaların ikisinden birden alışveriş yapmış olanları görüp ayırt etmek mümkündü hatta yürürken.

20 dakikalık kuyrukta birbiriyle sohbete başlamış olan yabancılara, birbirine elinde tuttukları "o mükemmel şeyi" nerden aldıklarını "hemen" söylemelerini isteyen yabancılar...

Ve tamamen tesadüf olsa da...
Bu kadar laf ettikten sonra...

İtiraf ediyorum.

Ben de oradaydım.

3 Ocak 2007

Müzede Bir Gece...

Tayyip ve Bush bir araya gelirler ve birbirlerine teknolojik gelişmeler konusunda hava atmaya başlarlar. Bush, Amerikan teknolojisinin ne denli gelişmiş olduğunu anlatmak için, ölüyü driltebildiklerini söyler. Tayyip terlemiştir. Altta kalmaması gerekmektedir ve şöyle der: "Bizdeki teknoloji çok daha iyi! O kadar ilerledik ki, herhangi bir insan 100 metreyi 3 saniyede koşabiliyor!" Ve bu konuşmadan aylar sonra endişeli bir şekilde danışmanına koşar. Bush'un Türkiye ziyaretine günler kalmıştır ve yalanının ortaya çıkmasından korkmaktadır. Danışmanı sorar: "Ona ölüyü nasıl dirilttiklerini sordunuz mu?". Cevap olumsuz, danışmanın sözleri ise gayet güzeldir: "O zaman ondan kanıtlamasını isteyin ve Anıtkabir'e götürün. Dedikleri gerçekse, siz 100 metreyi zaten 3 saniyede koşarsınız."

Biraz önce sinemadan geldim. (Hiç yapmadığım şey! :P) Günün filmi, Ben Stiller'lı "Night at the Museum"du. Konusu, afişin de görevini yaparak afişe ettiği gibi, bir müzenin (ki bu durumda New York'taki "Museum of Natural History") içinde bulunan her şeyin bir gece dirilmesiydi. Gayet sıradan bir Amerikan komedisi aslında. "Aile filmi" dediklerinden... Filmi seyrederkense aklıma şöyle bir soru takıldı: "Bir müzede böyle bir şey olduğunu bilsem, hangi müzede gece bekçiliği yapmak isterdim?"
İlk olarak aklıma Floransa'daki "Galleria degli Uffizi" geldi. Botticelli'nin "Nate di Venere"sinin canlanmasını kim istemez. : ) Sonra düşündüm ki, tablo bu, canlanmaz belki. Bu kez aklımdaki yer Londra'daki "Madame Tussauds"du. Kimi ararsan orada, oh ne güzel sohbet muhabbet. Zaten henüz göremediğim bir yer...

Son olarak düşündüm de, "Anıtkabir" de bir müze sayılır; aklımda yanan ampul yukarıdaki fıkranın nasıl gerçeğe dönüşebileceğini anımsattı bana.

Peki ya siz? Hangi müze canlansın isterdiniz?

1 Ocak 2007

2007'ye geri saymak.

Nedir bir günü 2006, diğerini 2007 yapan?
10'dan başlayıp 1'e kadar saymak ve sonra çığlıklar atmak, yeni bir biz mi yaratıyor bizden?
Dün gece 2006; sonundaki o yılanı andıran sayıyı attı kıçından ve en sevdiğim sayıyı getirdi yerine. 2007 oldu.
Bizse geri sayamadık aslında, kanallar arasında "zapping" yaparken, Ajda Pekkan'ın yüzünden o önemli anı kaçırıverdik ne yazık ki. Çok telaşlandık. Zamanında çığlık atamamıştık çünkü.
Herkes bir şeyler bekliyor 2007'den. Yeni bir yıl çünkü kendileri. Bazılarının hedefledikleri var, 2008'e geri saymaya başlamadan önce yapmak istedikleri... Ben de bir liste yaptım kendi çapımda, 2007'den beklediklerimi yazdım alt alta. 22 madde çıktı. "Araba kullanmayı öğren" diye başlayıp; "Yüzyıllık Yalnızlık'ı oku" diye biten.
Birkaç kitap, birkaç film, birkaç gündelik yaşam aktivitesinden ibaret bir listeye indirgemişken ben yeni yıldan beklentilerimi; kim bilir neler olup bitecek bu yıl.
2006'ya geri sayarken o yıl neler olabileceğiyle ilgili nasıl hiçbir fikrim yoksa; şu anda da 365 günlük bir bilinmezlik var önümüzde. (364 oldu gerçi ben bu satırları yazarken)
Kuşların grip olacağını, Zidane'ın kafa atacağını, Converse'in 2005'te kaptığı tahtı Adidas'ın devralacağını, hayatıma "iPod" ve "youtube" gibi teknolojik nimetlerin girebileceğini ummazdım şahsen.
Bir Mayıs sabahı tüm aydınlık Türkiye'nin bir araya gelip yürüyeceğini, Orhan Pamuk'un Nobel alacağını söyleseler hele, annemi de alıp giderdim bu diyarlardan herkes kafayı üşüttü diye.
Ne Türkiye'nin "online" bir devlet olduğunu, ne balyozun kadrolu bir cankurtaran olduğunu, ne de askerliğin yan gelip yatmama yeri olduğunu biliyordum ben 2006'ya kadar.
Adamlar asılıcak, develer kesilecek hangarlarda deseler kıçımla gülerdim onlara.
"Müslüman ol Papa!" çığlıklarını, Tom Cruise'un plasentamanyakllığını, Angelina Jolie'nin toplamda 9 ay hamile kalarak nasıl 3 çocuğu olabildiğini ise şaşkınlıkla izledim 2006'da.
Crash Oscar'ı kapınca uyandırdım ev ahalisini sabahın 6'sında attığım sevinç çığlıklarıyla, "Forza Italia!" diye havalara uçtum başka bir gece ekranın karşısında.
Redd grubu daha fazla şey ifade etmeye, 4 8 15 16 23 42 gibi dandik sayılar ise çok farklı şeyler çağrıştırmaya başladı 2006 sayesinde.
2006 "Children of Men", "Prestige", "C.R.A.Z.Y.", "Korkuyorum Anne", "Paris Je T'Aime", "Stay" ve "Beş Vakit" gibi harika filmler; yeni bir Muse, Kenan Doğulu ve Mor ve Ötesi albümü; Emre Aydın, Pinhani, Maroon5, Zardanadam şarkıları getirdi hayatıma.
Onları getirirken, Bülent Ecevit'i, Güzin Abla'yı, Robert Altman'ı, James Brown'u, Atıf Yılmaz'ı, Arif Mardin'i, Ahmet Ertegün'ü, Duygu Asena'yı, Necip Mahfuz'u aldı bizlerden.
Ama geri saymak zamanı geldi, ne olduysa geçmişte kalıverdi bir anda hepsi.
10'dan 1'e saymak yetti.
Ama dün gece, biz kaçırıverdik geri sayımı ne yazık ki.
Çok telaşlandık.
Zamanında çığlık atamamıştık çünkü.