28 Şubat 2009

Nil Kıyısında: Atan Yalnız Kalpler üzerine...

Söz yazma yeteneği, çocuksu bir melankoliye ve/veya çılgın bir eğlenceli tarza sahip şarkıları ve dünyanın en güzel kadınlarından biri olduğu gerçeği ile sevdiğim insanlardan olan Nil Karaibrahimgil'in son albümü "Nil Kıyısında", geçtiğimiz günlerde çıktı.


Yukarıdaki albüm kapağı ve altında yazılanlar Nil'in resmi sitesinden araklanmıştır. Orada da belirtildiği üzere, albümün kapağında hiçbir şey yazmıyor. Albümün şarkı isimlerinin yazdığı arka yüzü de bir hayli ilginç ve şirin (aynı Nil'in kendisi gibi). Sadece şarkı isimlerini değil, şarkı isimlerinin yer aldığı cümleleri komple koymayı tercih etmişler şarkı numaralarının yanına. (Ayrıca albüm kitapçığının sondan bir önceki sayfasında Nil'in öyle bir fotoğrafı var ki, şahaneliği nedeniyle buraya koymaya kıyamadım öyle diyim.)


"Nil Dünyası"ndan "Nil FM"e, "Tek Taşımı Kendim Aldım"dan "Nil Kıyısında"ya uzanan Nil'in diskografisindeki olumlu gidişat takdire değer gerçekten. Detoneleği her albümde azalıyor (ya da ben alışıyorum), şarkıların altyapısı gitgide daha güzelleşiyor ve şarkı sözlerinin çılgınca güzelliği hiçbir zaman değişmiyor.


"Nil Kıyısında"nın en önemli özelliği, altyapıda fazlasıyla arabesk ve alaturka nağmelere yer verilmiş olması. Ebru Gündeş albümlerini aratmayan keman sesleri ve nağmeli koro kısımları (bu ikincisi özellikle son şarkı "Yalnız Kalpler de Atarlar"da dikkat çekiyor) böyle bir hava katmış albüme. Güzel de olmuş. "İlla"daki erkek vokal kısımları ise nedense Serkan Altuniğne'nin çizdiği bar bodyguardları'nı getiriyor aklıma her dinleyişte.


Albümdeki favori şarkılarım "Eminim Sevmediğine", "Ne Garip Adam" ve özellikle son iki şarkı: "Aşkımız Her Zamanki Gibi Tehlikede" ile "Yalnız Kalpler de Atarlar".


"Ne Garip Adam", imkansız aşkların Nil'ce bir anlatımı. "Yok ama belli olmaz / Kollarını sararsın sarılmaz / Ona güven olmaz / Seversin taparsın oralı olmaz / O hali inanılmaz / Eğersin bükersin kırılmaz / Yok ona ulaşılmaz / Şu alemde tek kalsam / O benim olmaz". Tanıdık geldi mi? Bana geldi şahsen.


"Eminim Sevmediğine" ise imkanlı olduğu sanılan aşkların sonundaki aşk acısını anlatıyor biraz. Karşısındakinin ona aşık olduğuna inandırılan ve kandırılan herkesçe dinlenmesi gereken bir şarkı. "Eminim sevmediğine / Eminim tek bir gün bile sevmediğine" demiş şair.


Albümün son iki şarkısında albümden aldığım zevk tavan yapıyor her dinlediğimde. İkisi de çok tatlı hikayelere sahip iki şarkı geliyor ardarda. "Aşkımız Her Zamanki Gibi Tehlikede", fantastik bir öykünün birbirine aşık iki kahramanını anlatıyor. Kendi kahramanını anlatıyor Nil diyeyim ya da: "Dedin ki: Bize bir şey olmaz ben korurum / Birimiz ölücek olsak o ben olurum". Şarkının sonundaki, Cem Yılmaz'ın "5 Adımda Anadolu Rock"ını hatırlatan "Nil bunları söyler" dizesi ise oldukça güzel oturmuş yerine.


Yazıma da adını veren "Yalnız Kalpler de Atarlar" ise, yalnızlığından kurtulmak için gazeteye ilan veren ağırbaşlı bir lise öğretmeninin hikayesi: "Çift kişilik nedense yastığım yorganım / Allah nasip ederse sola kayacağım" diyor, bana bir şekilde "Happy-Go-Lucky"deki Sally Hawkins performansını hatırlatan karakterimiz.


Yalnız kalpler de atarlar. İster terk edilmiş olsunlar, ister hiç doğru aşkı bulamamış olsunlar, ister gerçek aşkı bulduklarını sandıkları anda kandırılmış olduklarını anlasınlar; yaşadıkları sonucunda aşk acısı çeken herkes yalnızdır. Ama işte, yalnız kalpler de atarlar. "Bunu bir kenara yazın" demiş Nil, ben de yazdım.


"Ben ya direk sana
Ya kabristana
Ya Hindistan'a
Çok canım acıyo ya"

27 Şubat 2009

8. !F Bağımsız Filmler Festivali'nin Ardından...

AFM tarafında bu yıl 8.si düzenlenen !F Bağımsız Filmler Festivali 12-22 Şubat 2009 tarihleri arasında İstanbul ayağını gerçekleştirdi. 23-26 Şubat tarihlerine konulan ek gösterimler sonrasında da son buldu. Bu yıl, !F'te 10 film izledim, 5'ine taptım, 1'inde kendimi aptal hissettim, 1'inde hayal kırıklığına uğradım, 3'üne olmamış dedim. Yerden göğe sığdırılamayan Mickey Rourke performansını görmek için erkenci davrandığımdan ve filmi seyretmiş olduğumdan "Wrestler"a, 27 Şubat vizyon tarihleri nedeniyle "International" ve "Revolutionary Road"a gitmedim. Kaçırdığıma üzüldüğüm tek film olan "Burning Plain"i ise dün geceki ek gösterimi ile seyretme fırsatı buldum.

De Ofrivilliga - Involuntary (Yön:Ruben Östlund): Avrupa'daki birçok festivalden ödülle dönmüş olsa da, benden ödülle dönemedi bu İsveç filmi. Farklı insanların kesişmeyen hayatlarından kısa görüntülerle istemsizce bir şeyler yapmayı, utanma duygusunu ve başkalarının ne düşündüğünü önemseyişimizi deşen bir filmdi.

Mannen som elsket Yngve - Man Who Loved Yngve (Yön: Stian Kristiansen): Norveçli yönetmenin ilk filmi olan "Mannen som elsket Yngve", Berlin Duvarı'nın yıkıldığı dönemde geçiyor. Aynı anda hem bir kıza, hem de bir erkeğe aşık olan Jarle'nin kendisiyle, kalbiyle ve çevresiyle yüzleşmesini izliyoruz. Filmin inanılmaz eğlenceli soundtrack'i, romantikliği, esprileri, oyuncularının şirinliği ve yetenekliliği, açılış sahnesi, kapanış sahnesi ve daha birçok sahnesi; bu filmi yalnızca festivalde seyrettiklerim arasında değil, yıl boyunca seyrettiğim filmler arasında en iyilerin arasına soktu. Ayrıca sahnede bambaşka bir insan haline gelen Jarle'nin mikrofonu eline aldığı her an, kendim hakkında biraz daha düşünmeme neden oldu.

Nick and Norah's Infinite Playlist (Yön: Peter Sollett): Juno'nun Michael Cera'sı, romantik komedi türü ve "mix tape"ler. Hayallerimin filmi gibi duruyor bunları düşününce. Ama değil. Sıradan bir Amerikan gençlik komedisi. Absürd karakterler, aptalca bir senaryo ve boşuna harcanmış bir konu var ortada. Ama filmin soundtrack şarkıları defalarca dinlenecek kadar güzel bir bütün oluşturmuş, o ayrı.

Pleasure of Being Robbed (Yön: Joshua Safdie): "Pleasure of Being Robbed" derken? "Pleasure of Robbing" olmasın? Filmin adı dahil, saçmalıktan ibaret bir filmdi bana göre. Kısacık süresinin yarısı boyunca bir şeyler olmasını bekledim, fakat olan tek şey karşıma oyuncak bir kutup ayısına sarılan elleri kelepçeli bir kızın çıkması oldu.

Synecdoche, New York (Yön: Charlie Kaufman): Akıl ve zaman oyunlarıyla dolu "Adaptation" ve "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" gibi iki harika filmin senaristi Charlie Kaufman'ın ilk sinema filmi. Philip Seymour Hoffman, Michelle Williams, Samantha Morton, Catherine Keener, Dianne Wiest, Hope Davis, Jennifer Jason Leigh gibi muhteşem oyunculardan oluşan inanılmaz bir kadro. Fakat zaman, mekan, geçmiş, gelecek, hayat, gerçeklik, hayal ve kurmacayı o kadar birbirine sokmuş ki Kaufman; filmin anlattığı şeylerin çok fazla olduğunu anlamanıza rağmen, o şeylerin ne olduğunu çözmek için düşündüğünüzde beyniniz kısa devre yapıyor. Yorum yapamıyorum filme. Geriye bir tek çok güzel bir şarkı olan "Little Person" kalıyor.

Afterschool (Yön: Antonio Campos): En az Gus van Sant'ın "Elephant"ı kadar güzel bir lise filmi. Lise gençliğini bu kadar güzel anlatan, büyükler ve ergenlerin olayları algılayışları arasındaki farkları bu kadar güzel tespit eden bir onu seyrettim zaten. Ezra Miller'ın ilk oyunculuk deneyimi de, Antonio Campos'un ilk yönetmenlik deneyimi de fazlasıyla başarılı. Filmin senaryosu ve işlediği konu da zaten yeterince çarpıcı. Herkese tavsiye edilir.

Slumdog Millionaire (Yön: Danny Boyle): Bu yılın tüm ödüllerini silip süpüren 8 Oscarlı Hindistan külkedisi masalı İngiliz bağımsızı o kadar çok konuşulmuştu ki, filmi aşırı bir önyargı ve antipatiyle izledim. Fakat daha giriş sahnesinden başlayarak kendini sevdirdi bana ve tapmamı sağladı. Kurgusu başta olmak üzere, her yönüyle kusursuz bir film "Slumdog Millionaire". Ve evet, yılın en iyi filmi. (Yine de bu A.R.Rahman'ın aldığı En İyi Müzik Oscar'ını hazmettiğim anlamına -hâlâ- gelmiyor.)

Wackness (Yön: Jonathan Levine): 1994 yılında New York'ta geçen, olaydan en uzak insanın bile ot içesi gelen, bir numara bir film. Kafası karışık olanın gençler mi, yoksa gençliğinden vazgeçememiş büyükler mi olduğunu soran; kafası güzel insanlarla kaplı bir film. Ot satan bir liseliyle bu kadar empati kurabileceğimi söyleseler inanmazdım. Josh Peck ve Ben Kingsley'in oyunculukları ve uyumu ise filmi izlenir kılan en önemli şey.

Wendy and Lucy (Yön: Kelly Reichardt): İnsanlara yabancılaşmış, köpeği Lucy'den başka kimseyi ve hiçbir şeyi düşünmeyen, hayatı salmış Wendy'nin gerçekle yüzleşmesinin hikayesi. Oldukça sıkıldığım ve Michelle Williams'ın yerlere göklere sığdırılamayan oyunculuğunu farkedemediğim bir film oldu. Yılın en iyi bağımsız filmleri arasında gösterilse de, bana göre durum farklı.

Burning Plain (Yön: Guillermo Arriaga): Alejandro Gonzalez Iñarritu'nun kesişen hayatlar üçlemesinin ("Amores Perros", "21 Grams", "Babel") efsane senaristinin ilk yönetmenlik denemesi, kendisinin kavga edip ayrıldığı arkadaşından çok şey öğrendiğini gösteriyor. Charlize Theron ve Kim Bassinger ile olduğu kadar Jennifer Lawrence ve J.D.Pardo ile de dikkat çeken mükemmel oyunculuklar. Guillermo Arriaga'nın ustası olduğu tarzda ibr senaryo. Lüks restoran sahibi bir kadın, yanan bir karavan, iki cenaze, annesini kaybetmiş bir genç kız, babasını kaybetmiş bir Latino, kocasını aldatan bir anne, karısını aldatan bir baba, ilaçlanan bir tarla, 12 yaşında annesini hiç görmemiş Meksikalı bir kız... Etkileyici bir filmdi "Burning Plain".

Sırada 28. İstanbul Film Festivali var. 4-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek festivalin programı 10 Mart'ta açıklanıyor.

41. SİYAD Ödülleri


Türk Sinema Eleştirmenleri'nin her yıl dağıttığı, sinemamızın en önemli ödüllerinden olmasına rağmen her yıl birkaç dangalağın çıkıp laf attığı SİYAD Ödülleri'nin 41.leri bu yıl Oscarlar ile aynı gece dağıtıldı. Töreni ne yazık ki hiçbir şekilde televizyondan izleyemedik.


Gecede hemen hemen tüm ödüller, 9'ar adaylığa sahip "Sonbahar" ve "Üç Maymun" arasında paylaşıldı. 4'er ödül alan bu iki çok güzel filmin dışında; "Devrim Arabaları", "Rıza" ve "Vicdan" da birer ödülün sahibi oldu.


Kate Winslet Oscar'ını sonunda almasına rağmen, Nurgül Yeşilçay'ın hâlâ SİYAD'sız oluşu ise dikkat çekici. Gecede beni en çok sevindiren karar ise yardımcı oyuncu dallarında Ahmet Rıfat Şungar ve Tülin Özen gibi inanılmaz iki genç insanın ödüllendirilmesi oldu.


Ülkemizde sanatsal değeri yüksek yabancı filmlerin çok geç vizyona girmesi nedeniyle En İyi Yabancı Film dalında ilk 10'a giren filmlerin yarıdan fazlası 2007 yapımı.


Son olarak, bu yıl ilk kez verilen En İyi Kısa Film ödülünü alan "Unus Mundus" ise, 4. Akbank Kısa Film Festivali'nde izlediklerim arasında favorim olmuştu.


41.Siyad Ödülleri'ni kazananlar şöyle:


En İyi Film: Sonbahar
En İyi Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)
En İyi Senaryo: Sonbahar
En İyi Erkek Oyuncu: Onur Saylak (Sonbahar)
En İyi Kadın Oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Tülin Özen (Vicdan)
En İyi Müzik: Demir Demirkan (Devrim Arabaları)
En İyi Görüntü Yönetmenliği: Sonbahar
En İyi Kurgu: Üç Maymun
En İyi Sanat Yönetmenliği: Rıza
En İyi Yabancı Film: There Will Be Blood (2007)
En İyi Kısa Film: Unus Mundus
En İyi Belgesel: Devrimci Gençlik Köprüsü

23 Şubat 2009

81st Academy Awards

Afişte de yer alan sloganda da denildiği üzere "The Biggest Movie Event of the Year" dün gece gerçekleşti. 81. Akademi Ödülleri Töreni, Hugh Jackman'ın sunuculuğunun ve Kate Winslet'in sonunda Oscar alma ihtimalinin etkisiyle 7. kez 03:30'da televizyon karşısında olmamı sağladı.

Geçtiğimiz onca yılın aksine ultra-tahmin-edilebilir bir ödül töreniydi. En İyi Yabancı Film ve En İyi Ses kategorileri dışında hiçbir sürpriz yoktu kazananlar arasında. Hugh Jackman, sunucu olarak nedense çok az ortalıkta gözükerek bir ilke imza attı. Gecenin filmlerden çok müzikallere bir saygı duruşu niteliğinde olması ise oldukça şaşırtıcıydı bence. Fakat yine de Anne Hathaway ile inanılmaz bir açılışa imza atan Jackman -Jon Stewart'ın eline su dökemese de- bir sunucu olarak gözüme girdi.

Bu yıl Oscar Töreni yazımda yer almaya değecek olaylar silsilesi şöyle:

- Kırmızı Halı'yı genelde tören öncesi birkaç saatlik uyku şansı olarak değerlendiren ve pek ilgi duymayan bir insan olarak; bu kısmın bir işe yaradığını gördüm: Törene dakikalar kala, Josh Brolin ve Diane Lane'in evli olduğunu öğrendim.

"Knowing that they shut the whole city for my party... Incredible!" - Taraji P. Henson

- 7 yıldır seyrettiğim Akademi Ödülleri Töreni'nde ilk defa bu kadar mükemmel bir sahne tasarımı görüyorum. Bu sahne düzenine göre en ön sırada oturan ünlülerin sayısı ciddi bir şekilde azalmış olsa da, kristal perdesinden orkestra çukuruna kadar her şey görsel anlamda mükemmeldi. Gelsin Emmy'ler.

"I'm Wolverine!!!" - Hugh Jackman

- Gecenin en sevdiğim kısmı olan açılış konuşması, bu yıl "Slumdog Millionaire", "Milk", "Dark Knight", "Curious Case of Benjamin Button", "Frost/Nixon", "Reader" ve "Wrestler"dan bahseden müzikal bir gösteriydi. Michel Gondry elinden çıkmış gibi duran dekorların şirinliği, özellikle de "Curious Case of Benjamin Button" kısmındaki harika fikir beni oldukça güldürdü. Anne Hathaway'in Hugh Jackman ile oldukça komik bir uyumla Frost ve Nixon'ı canlandırması görülmeye değerdi. Önümüzdeki yıllarda Hathaway'i müzikal filmlerde seyretmeye başlayacağımızı da görmüş olduk. Ayrıca "Dark Knight"ın görmezden gelinmesinin bu açılışta yer alması biraz olsun hayranlarını sevindirmiştir.

"Hollywood loves to salute range. Like Kate Winslet, ladies and gentlemen. In "The Reader", Kate is an English playing a German. Nominated. In "Tropic Thunder", Robert Downey Jr. is an American playing an Australian playing an African-American. Nominated. I'm an Australian, playing an Australian, in a movie called "Australia". Hosting." - Hugh Jackman

- Oyuncu ödüllerinin bitirme tezi jürisi kıvamında, sorority/fraternity kabul törenleri formatında yapılması ilk başta ilginç gelse de, bir yerden sonra sıkmaya başladı. Ayrıca törenin birçokları için en eğlenceli kısımlarından olan film klipleri yerine, eski kazananların yeni adayları övmesi gerçekten sıkıcı olabilir. Ayrıca bu durum, özellikle bayan adaylar için bir duygu seline dönüştü. Yine de bu format sayesinde gece boyunca birçok efsaneleşmiş aktör ve aktrisi bir şeyler söylerken sahnede izleme şansı elde ettik.

"It's not easy being a nun." - Whoopi Goldberg

- İlla 'hatun'ların kıyafetlerinden konuşmak gerekiyorsa, inanılmaz beğendiğim üç kişi: Penelope Cruz, Marisa Tomei ve Amy Adams oldu. Philip Seymour Hoffman'ın törene bere ile katılmasının nedeni ise yeni filminin çekimlerinde çok ilginç bir saç stiliyle dolaşmak zorunda olması ve o saçla gözükmeyi istememesiymiş. 2009'da yeni bir Anton Chigurh'umuz olacak sanırım.

"I cannot talk about great female characters without thanking my friend Pedro Almodovar." - Penelope Cruz

- Oscarlı İspanyollar arasına sonunda hayatımın kadınlarından Penelope Cruz da katılmış oldu. Javier Bardem'den bir yıl sonra, yine bir yardımcı rolde... Kişisel başlayıp, sinema sanatını övmekle süren ve İspanyolca sonlanan bu konuşma, gecenin en iyi üçüncü konuşmasıydı bence.

"Every movie starts with a screenplay.... / Or an idea for a poster." - Tina Fey & Steve Martin

- Senaryo ödülleri nedense çok erken geldi. İki ödülün arka arkaya ve aynı sunucular tarafından sunulması ise gecenin kısa tutulma çabaları nedeniyle alınan önlemlerin sadece bir başlangıcıydı. Orijinal Senaryo Ödülü sahibi Dustin Lance Black'in muhteşem, mükemmel, harika vs. konuşması; straight ya da gay, kadın ya da erkek, "Milk"i seyreden herkesi ağlatmıştır sanıyorum. Bugüne dek duyduğum en güzel konuşmalardan biriydi. Her homofobik gerizekalıya şiddetle tavsiye ederim. Diablo Cody'den sonra Lance Black de, taptığım senaristler arasına girmeye hak kazandı. Sanırım ikisinin de Oscar'a layık senaryolar yaratmalarında geçmişlerini unutmamanın ama aynı zamanda geçmişlerinin getirdiği kötü çağrışımları takmamalarının, kendilerini oldukları gibi sevmenin ve kabullenmenin büyük etkisi var. Her ne kadar "In Bruges"ün Orijinal Senaryo dalında bir Oscar almasını bugüne dek ölümüne istemiş olsam da, o sahnenin üstünde ve o senaryoda söyledikleri için iyi ki Lance Black almış diyorum ödülü.

"Thank you God for giving us Harvey Milk." - Lance Black


- 3 sanat dalı ödülünün arka arkaya dağıtılması, ve bunun güzel bir dekor eşliğinde yapılması gerçekten de en az 20-25 dakika kazandırdı gibime geliyor. Tahmin edildiği üzere, "Curious Case of Benjamin Button" bu dallarda öne çıktı. Diğer yandan "Duchess" ile, kostüm dalında ardarda saray kıyafetlerinin ödüllendirildiği yıl sayısı 3'e çıkmış oldu.


- Garip bir üçlü oluşturan James Franco, Seth Rogen ve (görüntü yönetmeni) Janusz Kaminski; "Pineapple Express" setinde, Judd Apatow imzalı bir kısa film ile yılın Razzie'lik komedi filmleri ile dalga geçip, sanatsal değeri olan filmlerin gişede başarısız oluşu sorunsalına değindi. James Franco ve Sean Penn'in öpüştüğü "Milk" klibini izleyen Seth Rogen'in surat ifadesi görülmeye değerdi. Daha sonra bir ödülü de aynı üçlü sundu. Böylece Janusz Kaminski ödül sunan ilk teknik insanlardan biri olmuş oldu.


- Baz Luhrmann imzalı "The Musical Is Back" gösterisi nefes kesiciydi. Gerçekten inanılmazdı... (fakat bu yine de, filmlerden çok müzikallere ağırlık verilen konsepti desteklediğim anlamına gelmiyor) Hugh Jackman, Beyonce, Zac Efron, Vanessa Hudgens, Amanda Seyfried ve Dominic Cooper'ın geçmişten günümüze müzikalleri yorumlayışı oldukça başarılıydı. "Chicago", "Mamma Mia!", "Dreamgirls" ve "Moulin Rouge!" gibi yakın tarihli müzikallerden parçaların da bu kolajın içine girmiş olması ise beni ayrıca sevindirdi.

- Sevgili ergen kız okurlarım. (Eğer varsanız) Lütfen bana Robert Pattinson (nam-ı diğer Edward) adlı abimizin neresini beğendiğinizi birkaç cümleyle açıklayın. Zira kendisi dağınık saçları ve mor göz altı kesecikleri ile ciddi ciddi vampirden beter.

- Zamanında Zac Efron'u bir oyuncu olarak çok beğendiğim ve ileride çok büyük yerlere geleceğine inandığımı; hatta "High School Musical" izlediğimi ve sevdiğimi söylemiş olabilirim. Hâlâ da bu sözlerimin arkasındayım. Fakat gece boyunca neden resmi olarak sunucu olan Hugh Jackman'dan daha çok Zac Efron'u gördük anlamış değilim.

- Heath Ledger, hakettiği posthumous Oscar'ını aldı. Keşke yanda gördüğünüz yılın en iyi oyuncuları fotoğrafında üç kişi değil, dört kişi görüyor olsaydık.

- Teknik dallar da, sanat dalları gibi; bu kez Will Smith tarafından arka arkaya bir solukta dağıtıldı. Gecenin ikinci büyük sürprizi "Dark Knight" ve "Wall-E" arasında geçtiği söylenen En En İyi Ses kategorisinde "Slumdog Millionaire"in bir ödüle layık görülmesi oldu. Diğer üç teknik ödül ise tahmin edilenlere ve hak edenlere giti.

- En İyi Müzik ve En İyi Şarkı kategorileri öncesi, orkestra sahnenin üstüne taşındı. 5 mükemmel filmin, 3'ü mükemmel ve 2'si ("Slumdog Millionaire" ve "Milk") overrated müziklerini çaldılar. (Ödüller dağıtılrken genelde ödülü kazanan filmin müziğini çalma geleneği nedense son birkaç ödüle kadar kendisini göstermedi ve beni şaşırttı bu yıl.) Gerçekleşmesi halinde sabahın köründe "FAK!" diye bağracağımı söylediğim (ve bağırdığım) A.R.Rahman'ın "En İyi Müzik" kategorisinde ödüle layık görülmesi cidden çok üzdü beni. Bir kez daha söylüyorum, bütün müzikleri şarkılardan ibaret olan bir film, sadece yılın en iyi filmi diye En İyi Müzik ödülünü almamalı. En İyi Şarkı kategorisi bunun için var. "Jai Ho" hakkıyla kazandı o ödülü. Bu yüzden aynı adamın, aynı filmle aldığı iki ödülden birine ölesiye küfrettikten sonra ikincisinde sevinçten havaya uçtum.

- En İyi Şarkı kategorisi öncesi 3 şarkıyı karıştırarak yapılmış kolaj tam anlamıyla bir rezaletti. Peter Gabriel'in tüm şarkıyı söyleme fırsatı kendisine verilmediği için trip yaparak John Legend'a bırakılan "Down to Earth" performansı şarkıya yapılmış büyük bir haksızlıktı. İnanılmaz bir görselliğe sahip olan Bollywood konsepti bile kurtaramadı bu yüzden kolajı.

- Henüz aday listesinde nasıl yer aldığını anlamadan; gidip "Departures" denilen Japon filminin bir de Oscar alması; gecenin en büyük şokuydu. Zaten sevmem Uzakdoğu Sineması'nı, bu yıl iyice nefret ettim. Ayrıca biri Japonlara İngilizce konuşmayı öğretsin. Lütfen.


- "In Memoriam" kısmını kesip reklam koyma terbiyesizliğini gösteren Cnbc-e ve NTV'ye teşekkür ediyorum. Sayelerinde Heath Ledger, Anthony Minghella, Sidney Pollock ve daha birçok tapılası insanı son kez göremedik.


- Danny Boyle çocuklarının dileğini yerine getirerek Winnie the Pooh'un Tigger'ına teşekkür etti ve beni benden aldı.

- İngilizcelerinden tek kelime anlaşılmayan Fransızların örnek alması gereken muhteşem insan: Marion Cotillard.

"Where are you dad? Whistle or something!" - Kate Winslet


- Hayatımın kadını Kate Winslet, bu yıl aldığı 2 Altın Küre ve BAFTA'dan sonra Oscar'ın da sahibi oldu. Altın Küreler'deki doğaçlama şaşkınlıklarından sonra bu kez hazırladığı konuşmasıyla gönülleri fetheden Kate Winslet'in babası da çaldığı ıslıkla törene renk kattı.


"I'd be lying if I said I haven't made a verison of this speech before. I think I was probably 8 years old and staring into the bathroom mirror, and this would have been a shampoo bottle. Well, it's not a shampoo bottle now." - Kate Winslet

- Winslet, Angelina Jolie'yi bir kez daha unutup "F.ck! Who is the other one?" dememek adına riske girmedi ve küfretmekten kurtul... diyordum ki:


"I want to acknowledge my fellow nominees, these goddesses. I think we all can't believe we are in the same category as Meryl Streep at all. I'm sorry Meryl but you have to suck that up!" - Kate Winslet

- Sean Penn, En İyi Erkek Oyuncu yarışında Mickey Rourke'u geçerek ödülü aldı. Lance Black'in göz yaşlarını bir kez daha görmek, Mickey Rourke taraftarı olsam da biraz yatıştırdı beni.

"Mickey Rourke rises again, and he is my brother." - Sean Penn


- "En İyi Film" ödülünü de alarak, 8 Oscar ile gecenin galibi "Slumdog Millionaire" oldu. Onu 3 ödülle "Curious Case of Benjamin Button" ve ikişer ödülle "Dark Knight" ve "Milk" izledi.


Özetlemek gerekirse... Best Picture: Slumdog Millionaire, Best Director: Danny Boyle - Slumdog Millionaire, Best Actor: Sean Penn - Milk, Best Actress: Kate Winslet - Reader, Best Sup.Actor: Heath Ledger - Dark Knight, Best Sup.Actress: Penelope Cruz - Vicky Cristina Barcelona, Best O.Screenplay: Milk - Dustin Lance Black, Best A.Screenplay: Slumdog Millionaire - Simon Beaufoy, Best Animated Picture: Wall-E, Best Foreign Lang. Film: Departures - Japan, Best O.Score: Slumdog Millionaire - A.R.Rahman, Best O.Song: Jai Ho - Slumdog Millionaire, Best Cinematography: Slumdog Millionaire - Anthony Dod Mantle, Best Editing: Slumdog Millionaire, Best Art Direction: Curious Case of Benjamin Button, Best Costume Design: Duchess, Best Make-Up: Curious Case of Benjamin Button, Best VFX: Curious Case of Benjamin Button, Best Sound Mixing: Slumdog Millionaire, Best Sound Editing: Dark Knight

17 Şubat 2009

Haftanın Şarkısı #8: "9 Crimes"

Fazla tanınmamış Juniper adlı grubundan ayrıldıktan sonra 2001'de ilk solo albümü "O" ile çıkış yapan Damien Rice; birçok film ve dizi sayesinde tanınmış bir İrlandalı. Özellikle 2004 yapımı "Closer"da kullanılan, "O" albümü şarkıları "Blower's Daughter" ve "Cold Water" daha sonra onlarca yapıma soundtrack olmuş şarkılar. İnsanı rahatlatan ve duygulandıran şarkılarla benim için biraz depresif-Jeff-Buckley ve biraz daha-az-müzikli-James-Blunt kıvamında bir yerde duran Rice ile tanışmam "Closer"ın sonundaki "Blower's Daughter" ile olmuştu benim de.

Damien Rice'ın Kasım 2006 tarihli ikinci albümü "9"da bulunan birçok şarkısında 1981 doğumlu İrlandalı vokal Lisa Hannigan eşlik ediyor. Hannigan, Damien Rice sayesinde adını duyurduktan sonra geçtiğimiz aylarda güzel eleştiriler alan ilk solo albümü "Sea Sew"ü çıkarmış.

Damien Rice ve Lisa Hannigan düeti "9 Crimes" ise "9" albümündeki en mükemmel şarkı. O kadar hüzünlü, o kadar ağlamaklı söylüyorlar ki şarkıyı ikisi de; tek kelime anlamasanız bile (ki sözlerini anladığınızda o da ayrı bir hüzün katıyor) duygulanıyorsunuz şarkıyı dinlerken. Zamanında "CSI" ve "Grey's Anatomy" gibi dizilerde ve "Shrek the Third" filminde de çalmışlığı olan mükemmel bir şarkı "9 Crimes". Geceleri, özellikle depresifken; bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde dinlenmesi önerilir.

It's the wrong time
For somebody new
It's a small crime
And I got no excuse

And is that alright? Yeah
Give my gun away when it's loaded
That alright? Yeah
If you don't shoot it how am I supposed to hold it?

12 Şubat 2009

"Kismet" üzerine...

"Curious Case of Benjamin Button", çok güzel bir öykünün çok farklılaştırılarak uyarlandığı çok güzel bir film. 13 Oscar adayı bir film olmasından çok; birçok duyguyu kalbinize, birçok düşünceyi beyninize işlemesiyle de önemli bir film.

Hayatı tersten yaşamak, farklı olmak, aşk, ilkler, başlangıçlar ve bitişler, hatırlamak ve unutmak, kader, hayatın anlamı... Bir film olarak uzun olsa da, bunca şeyi 166 dakikaya sığdırmayı başardığı için anlamlı bir film.

Filmin kader üzerine konuşulan bir sahnesinde Cate Blanchett "kismet" diyor. İngilizce'deki fate ya da destiny yerine; dile Arapça'dan sızmış ve ı'sı noktalandırılmış bu sözcüğü seçiyor Daisy.

Filmin başka bir sahnesi, kaderin nasıl küçücük anlara bağlı olarak ne kadar fazla değişebileceğini muhteşem bir şekilde gösteriyor. 1998 yapımı "Sliding Doors"un konusu olan bu kaderci yaklaşım; yaptığınız seçimlerin doğurduğu sonuçlarını ve "şöyle değil de, böyle olsaydı neler değişirdi" sorusunu çarpıyor suratınıza "Curious Case of Benjamin Button"da da.

"And if only one thing had happened differently: if that shoelace hadn't broken; or that delivery truck had moved moments earlier; or that package had been wrapped and ready, because the girl hadn't broken up with her boyfriend; or that man had set his alarm and got up five minutes earlier; or that taxi driver hadn't stopped for a cup of coffee; or that woman had remembered her coat, and got into an earlier cab, Daisy and her friend would've crossed the street, and the taxi would've driven by. But life being what it is - a series of intersecting lives and incidents, out of anyone's control - that taxi did not go by."

Kaderi farklı olmak olan bir adamı izledikçe tüm ilklerinizi gözden geçiriyor, kendinizi iyi ya da kötü yönde farklı hissettiğiniz her anınızı hatırlıyorsunuz. Sonra da başınıza gelenleri düşünüp "kismet" diyorsunuz siz de.

Ve ekliyor Daisy: "We all end up in diapers."

10 Şubat 2009

Haftanın Şarkısı #7: "Gives You Hell"

The All American Rejects, 2000'lerin başında Oklahoma'da kurulmuş olan bir rock-band. Grup, vokal ve basçı -eski manken- Tyson Ritter ve gitarist Nick Wheeler tarafından kurulmuş; daha sonra gitarist Mike Knnerty ve davulcu Chris Gaylor da aralarına katılmış. Büyük çıkışını ilk albümleri "The All American Rejects"ten çıkan single "Swing, Swing" ile yapan All American Rejects, 2005'te ikinci albümleri "Move Along"u çıkardı. Bu albümden çıkan single'lar "Move Along", "It Ends Tonight" ve "Dirty Little Secret"; çeşitli Amerika ve Avrupa listelerinde Top 10'e girmeyi başardı. Grubun tarzı söz konusu olduğunda alternative-rock, power-pop ve emo gibi anahtar sözcükler akla geliyor.


All American Rejects'in bir hayli eğlenceli son albümü "When the World Comes Down" ise Aralık 2008'de çıktı. Bazen pop, bazen rock ağırlıklı şarkılarla dolu bu albümde "I Wanna", "Mona Lisa", "Damn Girl" gibi şarkılar benim favorilerim arasında. Fakat bu haftanın şarkısı, Ekim 2008'de dünyanın dinlemeye başladığı; bizimse şu sıralar radyolarda duyduğumuz ve benim de grubu tanımama ve sevmeme neden olan şarkı "Gives You Hell". Grubun bu albümünün biraz indie tarza kaydığını ve bazı yerlerde oldukça Maroon 5'ı andırdığını da söylemek mümkün.

Bugüne dek grubun listelerde çıktığı en üst sıra olan #6'yı onlara kazandıran "Gives You Hell", oldukça gaz bir şarkı. Teması intikam ve eski sevgiliye sövmek olarak özetlenebilecek bir şarkı... Indie şarkılar gibi başlayıp, pop-rock'ın zirvesine çıkan bir havası var. Özellikle son bölümlerindeki koro kısımları "Hope it gives you hell!" sözleriyle yaralı insanları gaza getirme gücüne sahip.

"When you see my face
Hope it gives you hell, hope it gives you hell
When you walk my way
Hope it gives you hell, hope it gives you hell

If you find a man that's worth a damn and treats you well
Then he's a fool, you're just as well, hope it gives you hell"

3 Şubat 2009

Haftanın Şarkısı #6: "Secret"

Aslen Alabama'lı olan ve aralarında iki yaş bulunan kız kardeşler Catherine ve Allison Pierce'den oluşan "The Pierces"; vokalleri, gitarları ve şarkı yaratım sürecini paylaşan bir folk-rock ikilisi. Rolling Stone'un sitesinde ikilinin tarzları ve şarkı söyleyiş biçimleri için "sassy" (şımarık, arsız, sırnaşık) kelimesi kullanılmış.

Üniversite yıllarında bir arkadaşlarının demo kayıtlarını müzik şirketlerine yollaması sonucu ilk albümleri "The Pierces"ı 2000 yılında çıkaran ikili, bu albümde kendi şarkılarının yanısıra birçok folk, rock ve folk-rock cover'ına yer vermiş. 2005 yılındaki ikinci albümleri "Light of the Moon" ise 11i de kendileri tarafından yazılmış şarkılardan oluşmakta. The Pierces, önemli çıkışlarını ise 2007 tarihli son albümleri "Thirteen Tales of Love and Revenge" ile yapmışlar.

"Thirteen Tales of Love and Revenge", adından da anlaşılacağı gibi 13 şarkıdan oluşmakta. Sosyete ile dalga geçtikleri şarkıları "Boring" ile güzel bir çıkış yapan ikili, aynı albümden "Lights On" ve "Three Wishes" single'larını da çıkardı. The Pierces'ın son bombası ise "Three Wishes" ile birlikte günümüzün en popüler dizilerinden "Gossip Girl"ün bir bölümünde çalan "Secret". (Aynı bölümde ayrıca Catherine ve Allison konuk oyuncu olarak yer almışlar.)

Sırların, hem sırrı veren hem de sırrı tutmak zorunda kalan açısından zorluklarını konu alan şirin bir şarkı "Secret". "Gossip Girl" dışında "Dexter"ın (ki dizinin sır tutmak üzerine kurulu kısmına çok uyan sözlere sahip olsa da vahşetle alakalı kısmına fazlasıyla zıt bir tarzda) yeni sezon promo'sunda da yer aldı. Benim şarkıyı ve dolayısıyla The Pierces'ı tanımam da bu promo'yu Altın Küre Ödül Töreni reklam aralarından birinde izlememle gerçekleşti.

Çok iyi eleştiriler alan, fazlasıyla pembe ve cidden "sassy" bir albümün en şirin şarkılarından biri "Secret". Sevelim, sevdirelim.

Got a secret
Can you keep it?
Swear this one you'll save
Better lock it, in your pocket
Taking this one to the grave
If I show you then I know you
Won't tell what I said
Cause two can keep a secret
If one of the m is dead

2 Şubat 2009

"İstanbul'un En İyi ve En Kötü Sinemaları"

Geçtiğimiz ay yaptığım "Okurlara Sor #2" anketinin konusu, "İstanbul'un En İyi ve En Kötü Sinemaları" idi. Dev (!) araştırmada, 15 ayrı kategoride bu konudaki en iyileri ve en kötüleri aradım. Katılan herkese teşekkürler. İşte sonuçlar:


En İyiler kategorilerinde Levent Cinebonus Kanyon sinemaları, 10 kategoriden 3ünde aldığı birincilikle açık ara farkla "İstanbul'un En İyi Sineması". Onu ikişer birincilikle Caddebostan AFM Budak, Kozyatağı Cinecity Trio ve Beyoğlu Emek Sineması izliyor. Şirketlere bakacak olursak, en sevilen Cinebonus.


Kadıköy Rexx Sineması ise En Kötü dallarında aldığı iki birincilikle ve İstanbul'un En Kötü Sineması sorusunda aldığı ikincilikle "İstanbul'un En Kötü Sineması" oldu.


Aşağıda ilk ve en önemli iki sorunun detaylı sonuçlarını ve tüm sorularda öne çıkan sinemaları görebilirsiniz.


İstanbul'un En İyi Sinemaları:

1. Levent Cinebonus Kanyon (%22.2)
2. Beyoğlu Emek (%16.7)
2. Kozyatağı Cinecity Trio (%16.7)


İstanbul'un En Kötü Sinemaları:

1. Suadiye Movieplex (%19.4)
2. Kadıköy Rexx (13.9%)
3. Beyoğlu Cine Majestic (%8.3)
3. Kadıköy Atlantis (%8.3)


En İyiler


İstanbul'un En İyi Sineması: Levent Cinebonus Kanyon (%22.2)
Avrupa Yakası'nın En İyi Sineması: Levent Cinebonus Kanyon (%54.8)
Anadolu Yakası'nın En İyi Sineması: Caddebostan AFM Budak (%23.3) ve Kozyatağı Cinecity Trio (%23.3)
İstiklal Caddesi'nin En İyi Sineması: Beyoğlu Emek (%43.8)
Bağdat Caddesi'nin En İyi Sineması: Caddebostan AFM Budak (%69.0)
En İyi Alışveriş Merkezi Sineması: Levent Cinebonus Kanyon (%43.8)
En Rahat Koltuklar: Kozyatağı Cinecity Trio (%32.3)
En İyi Ortam: Levent Cinebonus Kanyon (%37.5)
Festival Filmlerinin Yeri: Beyoğlu Emek (%63.3)
En İyi Şirket: Cinebonus (%62.5)


Özel Ödül: Birçok kategoride aldığı ikinciliklere rağmen hiçbir "En"de adı geçmeyen Kozyatağı Cinebonus Palladium Sinemaları.


En Kötüler


İstanbul'un En Kötü Sineması: Suadiye Movieplex (%19.4)
Avrupa Yakası'nın En Kötü Sineması: Beyoğlu Atlas (%23.1)
Anadolu Yakası'nın En Kötü Sineması: Kadıköy Rexx (%29.2)
En Rahatsız Koltuklar: Kadıköy Kadıköy (%15.4) ve Kadıköy Rexx (%15.4)
En Çok Paraya En Az Kalite: Kadıköy Cinebonus Nautilus (%20.0)

Oscarlar 2008: En İyi Film Adayları

Tüm sinemaseverlerin ve endüstrinin en çok öenm verdiği, yıldızlar geçidi ve büyük bir şov durumundaki Akademi Ödülleri Töreni'nde bu yıl "En İyi Film" ünvanını kazanma ihtimali olan 5 filme geldi son olarak sıra. Bu yıl bu kategori için "Dark Knight" ve "Wall-E" gibi, alışılmışın dışında olsa da bir süperkahraman filmi ve bir animasyonun aday olabileceği söylentileri (ve umutları) geziniyordu ortalıkta. Diğer yandan "Revolutionary Road", "Doubt" ve "Wrestler" gibi filmlerin sürpriz yapabileceğinden bahsediliyor; Akademi'nin Clint Eastwood hastalığı "Changeling" ve "Gran Torino"yu akıllara getiriyordu. (Kimse "Australia" diyecek kadar saçmalamamıştı neyse ki.) Sonuç olarak, bunlardan hiçbiri olmadı. Tek sürprizi "Reader" yaptı.

En İyi Film:
Curious Case of Benjamin Button (Paramount & Warner Bros.)
Frost/Nixon (Universal)
Milk (Focus Features)
Reader (Weinstein Company)
Slumdog Millionaire (Fox Searchlight)

"Curious Case of Benjamin Button", 12 kategoride daha aday ve yılın en çok adaylık alan filmi. (Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Uyarlama Senaryo, Orijinal Müzik, Görüntü Yönetmenliği, Sanat Yönetmenliği, Kostüm Tasarımı, Makyaj, Kurgu, Görsel Efektler, Ses) Yönetmen David Fincher, Fitzgerald'ın aynı adlı öyküsünden Eric Roth'un uyarladığı çok ilginç ve dikkat çekici bir senaryoyu filme çekmiş. Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton ve Taraji P. Henson çok iyi eleştiriler alan oyunlarıyla; filmin tüm sanatsal ve teknik dallardaki başarısını biraz daha güzelleştiriyor. Büyüleyici (ki bunu sayısal anlamda da aday listesinden görmek mümkün) ve ilginçliklerle dolu bir film... Adından da anlaşılacağı gibi. Türkiye'deki vizyon tarihi 6 Şubat 2009.


Hem konusuyla, hem de temposuyla daha ağır bir film olan "Frost/Nixon", 4 dalda daha aday. (Yönetmen, Erkek Oyuncu , Uyarlama Senaryo, Kurgu) Oscarlı Ron Howard'ın yönettiği ve Peter Morgan'ın kendi tiaytro oyunundan uyarladığı filmde gazeteci David Frost ve Amerikan Başkanı Nixon'ın olay yaratan röportajlarının hikayesi anlatılıyor. Frank Langella ve Michael Sheen karşılıklı döktürüyorlar ve politik sularda yüzüyorlar. Frost/Nixon geçtiğimiz gün İstanbul'da (30 Ocak) vizyona girdi ve henüz izleyebildiğim tek En İyi Film adayı.


"Milk", bir başka biyografik film. 7 dalda daha aday. (Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Orijinal Senaryo, Orijinal Müzik, Kostüm Tasarımı, Kurgu) Amerika'nın ilk seçilmiş gay politikacısı Harvey Milk'in hikayesini anlatan filmi Dustin Lance Black yazmış ve Gus van Sant yönetmiş. Filmi izlemek içinse İstanbul Film Festivali'nden umutluyum.


"Reader" da "Frost/Nixon" gibi 4 adaylığa daha sahip. (Yönetmen, Kadın Oyuncu, Uyarlama Senaryo, Görüntü Yönetmenliği) Stephen Daldry'nin sürpriz bir adaylıkla sonuçlanan filminde Kate Winslet ve Ralph Fiennes gibi iddialı oyuncular yer alıyor. Film, Hanna adlı Alman bir kadının 1950lerin Almanya'sında küçük bir çocukla girdiği ilişkiyi konu alıyor. Filmin Türkiye vizyon tarihi şu anda 20 Mart 2009 olarak gözüküyor.


Yılın favorisi ise bağımsız ve renkli film "Slumdog Millionaire". Birkaç aydır birçok ödülü toplayan film, 9 dalda daha Oscar adayı. (Yönetmen, Orijinal Senaryo, Orijinal Müzik, Görüntü Yönetmenliği, Kurgu, Orijinal Şarkı x 2, Ses, Ses Kurgusu) 18 yaşındaki Bombay'lı bir kenar mahalle gencinin "Who Wants to Be a Millionaire" yarışmasını kazanması ve hile yapmakla suçlanmasını konu alan filmi İngiliz Danny Boyle yönetiyor. Film 12 Şubat'ta başlayacak !F Bağımsız Filmler Festivali'nin programında yer alıyor.


Bu yıl dağıtılan ödüllerden Producers Guild of America (PGA) Ödülü, DGA, Altın Küre ve birçok eleştirmen ödülünü kapan "Slumdog Millionaire" oldu. BAFTA adayları arasında aynı filmler bulunurken; PGA "Reader" yerine "Dark Knight"ı; Altın Küreler ise "Milk" yerine "Revolutionary Road"u tercih etmiş. Bu en önemli kategoride yarış "Curious Case of Benjamin Button" ve "Slumdog Millionaire" arasında olacak.

1 Şubat 2009

Oscarlar 2008: En İyi Yönetmen Adayları

Son 10-15 yıla bakıldığında genelde En İyi Film kategorisi ile 1 veya 2 farklılık gösteren bir kategoridir En İyi Yönetmen kategorisi. Bu kural en son 2005'te tüm en iyi film adaylarının yönetmenlerinin de ayrıca aday olması ile bozulmuştu ve bu yıl bu durum bir kez daha tekrarlanıyor. "Hadi En İyi Film'e aday göstermediniz, bari Christopher Nolan En İyi Yönetmen adayı olsaydı." diyen "Dark Knight"çıların sayısı bir hayli fazla. Ben de onların arasındayım ve Stephen Daldry'nin yerinde Christopher Nolan'ın olması gerektiğini düşünenlerdenim.

En İyi Yönetmen:
Danny Boyle - Slumdog Millionaire (0/0)
Stephen Daldry - Reader (0/2)
David Fincher - Curious Case of Benjamin Button (0/0)
Ron Howard - Frost/Nixon (2/2)
Gus van Sant - Milk (0/1)

Danny Boyle, 52 yaşında ve ilk Oscar adaylığı. İlk çıkışını 1996'da "Trainspotting" ile yapan ve daha sonra "The Beach", "28 Days Later", "Millions" ve "Sunshine" gibi filmlerle değişen eleştiriler alan İngiliz yönetmen; bu yılın gözdesi "Slumdog Millionaire" ile ödülleri silip süpürmekle meşgul. Çok uluslararası bir film yaptığını her fırsatta dile getiren yönetmen, bu filmi ile Altın Küre ve DGA Ödülü de dahil onlarca ödüle layık görüldü.

Stephen Daldry'nin (Clint Eastwood kadar olmasın) Akademi'nin gözde yönetmenlerinden olduğunu söyleyebiliriz. 47 yaşındaki İngiliz yönetmen, 2000 yılında "Billy Elliot" ile ilk ve çok sürpriz adaylığını elde ettikten sonra asıl çıkışını 2002'de "Hours" ile yaptı. Bu yıl ise hem En İyi Film, hem de En İyi Yönetmen dalında sürpriz yapan "Reader" ile aday.

90lı yıllarda "Se7en" ve "Fight Club" ile sinema tarihinde yer edinmiş filmlere imza atan yönetmen David Fincher, 46 yaşında ilk Oscar adaylığını "Curious Case of Benjamin Button" ile elde etti. "Panic Room" ve "Zodiac" gibi ortalama filmlerle girdiği 2000li yılların sonlarına doğru 13 Oscar adaylığı alan bir filme imza atan Fincher, Danny Boyle'un tek rakibi gibi gözüküyor.

2001 yılında hem yapımcılarından biri, hem de yönetmeni olarak "A Beautiful Mind" ile 2 Oscar kazanan yönetmen Ron Howard; bugüne dek ayrıca "Cocoon", "Apollo 13"ve "Cinderella Man" gibi önemli filmlere imza attı. Aynı zamanda gişede iddialı Dan Brown uyarlamaları "Da Vinci Code" ve bu yıl gösterime girecek olan "Angels & Demons"ın da yönetmeni. 54 yaşındaki Howard, bu yıl "Frost/Nixon" ile belgesel ve politik konulara el atıyor.

Avrupa asıllı -ki sineması da Avrupa sineması kadar güzeldir benim için- Amerikalı yönetmen, 56 yaşındaki Gus van Sant, bu yıl "Milk" ile aday. "To Die For", "Elephant" ve "Paranoid Park" gibi güzellikleriyle beni filmlerinin bağımlısı yapmış olan yönetmen; bundan önceki ilk ve tek Oscar adaylığını 1996'da "Good Will Hunting" ile elde etmişti.

Yukarıda belirttiğim gibi Altın Küre ve Directors Guild of America (DGA) Ödülü'nü kazanan isim "Slumdog Millionaire" ile Danny Boyle oldu. Altın Küre adayları arasında Gus van Sant yerine Sam Mendes ("Revolutionary Road"), DGA adayları arasında ise Stephen Daldry yerine Christopher Nolan ("Dark Knight") bulunuyor. BAFTA ise Gus van Sant yerine Clint Eastwood'u ("Changeling") tercih etmiş. Yarışın galibi büyük olasılıkla Danny Boyle olacak gibi olsa da "Curious Case of Benjamin Button" ve "Slumdog Millionaire" arasındaki yarış, burada da etkili olabilir. Hem zaten David Fincher'ın Oscar almasının zamanı çoktan geldi.

Oscarlar 2008: En İyi Erkek Oyuncu Adayları

En İyi Kadın oyuncu kategorisinin aksine En İyi Erkek Oyuncu daha az rekabetli bir kategori bu yıl. En azından yarış iki kişi arasında geçiyor olacak. Tüm adaylara baktığımızda Akademi'nin orta yaşın üstündeki aktrisleri sevmemesine rağmen, bu durumun erkek oyuncular söz konusu olduğunda değiştiğini görüyoruz. Adaylarımız şöyle:

En İyi Erkek Oyuncu:
Richard Jenkins - Visitor (0/0)
Frank Langella - Frost/Nixon (0/0)
Sean Penn - Milk (1/4)
Brad Pitt - Curious Case of Benjamin Button (0/1)
Mickey Rourke - Wrestler (0/0)

Richard Jenkins'in 61 yaşında Oscar ile ilk münasebeti. Bugüne dek bağımsız filmlerden romantik komedilere, ağır dramlardan aksiyon filmlerine kadar onlarca rolde sağdan-soldan karşımıza çıkan tanıdık bir yüz kendisi. 2008'de Coen'lerin aptallık komedisi "Burn After Reading"in kadrosunda da yer alan Jenkins, yılın övgü toplayan bağımsız filmlerinden "Visitor"da kaçak göçmenlerle muhatap olmak zorunda kalan New York'lu dul Walter'ı canlandırıyor.


"Frost/Nixon"da eski Amerikan Başkanı Nixon rolünde olan Frank Langella ise 70 yaşında. Langella, geçtiğimiz yıl da "Starting Out in the Evening" filmindeki rolü ile bu kategorideki aday adayları arasında ismi sıkça geçenlerdendi. Fakat kendisinin de, yaşına ve başarılı kariyerine rağmen ilk adaylığı.


Sean Penn, son yılların en 'Oscar' isimlerinden birisi. Aktörün efsanevi oyunculuğu bugüne dek kendisine "Dead Man Walking", "Sweet and Lowdown", "I Am Sam" gibi filmlerle Oscar adaylıkları getirmiş, 2003'te "Mystic River"la ise ödülü kazanmıştı. Bu yıl ABD'nin ilk gay senatörü Harvey Milk rolünde Gus van Sant'ın yönettiği "Milk"de izleyeceğimiz Sean Penn, yılın birçok ödülünü toplamış ve çok çok iyi eleştiriler almış durumda. 48 yaşındaki Penn, ikinci Oscar'ına bir hayli yakın duruyor.


Brad Pitt'in de "Curious Case of Benjamin Button" ile aday olarak yine adaylar arasında bulunan karıcığına eşlik etmesi, Akademi Ödülleri Töreni'nde Brangelina'yı her zamankinden daha ışıltılı göreceğimiz anlamına geliyor. 80 yıla yayılan bir filmde yaşlı bi adam olarak doğup yıllar geçtikçe gençleşen Benjamin Button rolünde onlarca farklı yaşta ve haliyle ağır bir makyajla karşımıza çıkan Pitt, şu an 45 yaşında. 1995'te "12 Monkeys"deki yardımcı rolüyle tek bir adaylığı bulunan seks ikonu insan, aday olacağı bile son ana kadar kesin değilken ödülü almaya pek yakın bir konumda değil.


Son olarak "Wrestler" ile Altın Küre'sini kazanmış Mickey Rourke var. Rourke (56) da 50'sinden sonra ilk adaylığını alanlardan. Filmde orta yaşlı bir Amerikan güreşçisini canlandıran ve bu rolü bir geri dönüş olarak nitelendirilen aktör, filmdeki başarılı performansıyla Sean Penn'in tek rakibi.


Yukarıda belirttiğim gibi Altın Küre'nin sahibi "Wrestler" ile Mickey Rourke oldu. SAG ise aynı adaylar içinden "Milk"teki performansı ile Sean Penn'i ödüllendirdi. BAFTA adayları arasında Richard Jenkins'in yerini Dev Patel ("Slumdog Millionaire") alırken, Altın Küre adayları arasında da Richard Jenkins yerine Leonardo DiCaprio ("Revolutionary Road") bulunuyor. Bu durumda yarışın gerçekten de Sean Penn ve Mickey Rourke arasında olduğunu söyleyebiliriz. Umarım Akademi, ikinci bir Hilary Swank vakasına imza atıp 5 yıl sonra bir kez daha Sean Penn'i seçmek yerine oyunu Mickey Rourke'dan yana kullanır.