22 Aralık 2007

Referans var; Referans var.

Birazdan okuyacaklarınız son bir hafta içinde izlediğim, sayısı bir elin parmaklarını fazlasıyla geçen filmlerden iki tanesi hakkında: "O Kadın" ve "Kabadayı". Öncelikle her ikisi hakkında da yorumumu ve beğeni derecemi belli edip sonra başlığı bir açıklığa kazandırmayı düşünüyorum.

"O Kadın", bana göre fikir olarak gayet yaratıcı, fakat birazcık beceriksizliğin hiçbir şekilde affedilmeyeceği bir film türü olarak yola çıkmış. Şarkı sözlerinden senaryo yazmak zor bir şey, (denedim, biliyorum; ciddiyim) eğer şarkıların güzelliğine kapılıp onların tek başlarına güzel olmalarının bir araya geldiklerinde de güzel bir şey yaratacağını düşünürseniz ve bir bütünlüğün içine oturtamazsanız batarsınız. Ne filminizin bütününü oturttuğunuz temanın etkileyici olması ("O Kadın" olmak gibi), ne de oyuncularınızın iyi oynuyor olması (ki bu filmde sadece birkaç yerde geçerli) kurtarabilir sizi. Yönetmen ve senarist olan yaratıcı insan, sanki Sezen Aksu'ya yıllardır klip çekme teklifinde bulunmuş ve durmadan reddedilmiş de; bir an bir ego patlaması yaşayıp "Ben bu kadına 30 klip birden bile çekerim!" gazıyla yapmış bu filmi. Güzel espriler, güzel noktalar, duygusal anlar var filmde. (misal, "Beni Al, Onu Alma" sahnesi gayet güldürdü beni.) Ama Erol Günaydın-Nefise Karatay sahneleri (ki bir: bu ikili nasıl karşı karşıya gelebiliyor anlamış değilim. iki: Erol Günaydın gibi muhteşem bir insanın yer aldığı sahne için bu kelimeyi kullanmak istemezdim ama) gayet gereksiz olmuş bence. Şarkılar güzel bir öykü oluşturacak şekilde seçilmiş evet, ama oluşturamamış. Ve film çoğunlukla sonundaki şarkı alıntısında denildiği üzere "Buraya bu acıyı çekmeye geldik." dedirten bir şeye dönüşmüş izleyenler için.

"Kabadayı" ise, Şener Şen ve Yavuz Turgul'un adının beraber geçtiği her film gibi kusursuza yakın olmuş. Şener Şen'in yaşlandıkça büyüklüğü artan oyunculuk yeteneği; kulak tırmalamayan, klişe gelmeyen ağır laflarla dolu sürükleyici, ilginç ve keyif veren bir senaryo; iyi oyuncu yönetmenliği; Kenan İmirzalıoğlu'nun "olmaya" başladığını, İsmail Hacıoğlu'nun "olacak" olduğunu görmek... Bunların hepsi güzel bir sinema deneyimi yaşatıyor insana.


Gelelim sebeb-i yazımıza... Filmlerde diğer yerli ya da yabancı yapımlara göndermeler yapmak, referans vermek oldukça sık rastlanan bir şey. Fakat bunu yaparken kopyalamak, olduğu gibi almakla karıştırmamak gerekiyor referans vermeyi. İki film arasında gördüğüm en küçük detay, ama göze batan en büyük farklılık buydu. Belki inanması güç, ya da düşünmesi komik gelecek size, ama "Kabadayı"da "Memento" ve "Lord of the Rings" referansları vardı!!! Ve filmin bütününü etkilemeyen, antipati yaratmayan, herkesin anlayamayacağı şekilde kullanılmışlardı. Oysa "O Kadın"da yapılan, ne yazık ki, bir Sezen Aksu şarkısına J.Lo'nun "My Love Don't Cost a Thing" klibinin aynısını çekmekten başka bir şey olmamış. Ve ne yazık ki bunu, yanımda oturan 50li yaşlardaki insan bile farkedip yanındakinin kulağına fısıldadı.

"Ay bu Cenifırlopez'in klibine benzememiş mi?"
Abla haklı...
Yani.. Referans var; referans var.
İkincisini yapanlardan uzak duralım.

16 Aralık 2007

Piyanistler ve Köşe Yazarları Üzerine...


Zamanında ShowTV'de yayınlanan "Dharma & Greg" çakması bir dizi vardı "Kerem ile Aslı" diye. 'Greg' rolündeki Kerem karakterinin annesinin adı, "Leopar Perihan"dı. Hatun baya katlanılmaz bir tipti. Kaynağı bu mudur bilinmez, -ki onun dışında hayatıma sadece 2 Perihan girmiştir, ikisi de sevilesi insanlardır-, Radikal okuduğum ilk günden beri Perihan Mağden hanımefendiye gıcık, kıl, hört, pört, zırt ve bilimum tiksinti çağrıştırıcı sesle tabir edilebilicek şey olurum. Fakat gerek yazma şekli ve tarzıyla, gerek düşünceleriyle, gerekse varlığıyla tüylerimi diken diken eden ve her yazısını "Bugün ne saçmalamış acaba?" diye negatif önyargının kralı bir tavırla okuduğum aynı hanımefendi; itiraf ediyorum, bugün 'kırk yılınbaşı doğru düzgün bir laf etme' lüzumunu göstererek beni şaşırtmayı başardı.


Mağden'in bugünkü yazısı, ünlü piyanistimiz, yeryüzünün en yetenekli insanlardan Fazıl Say'ın "Ya Sev Yabadabadu" toplumumuzun gazına gelerek öfkesini dile getirişini diline dolayan gündemle ilgiliydi. Bu ülkeyi terkedebileceğini söyleyen Say'a bir bakanımsının söylediği "İstedikleri ülkede yaşayabilirler. Çok üzüntü yaşayacağımızı düşünmüyorum." sözleriyle ilgiliydi. (Aynı sözler için, (bkz.oha) )


Gazetenin manşetini okuyup, suratımı birkaç aydır her gün yapmakta olduğum gibi karın ağrısından mıdır, beynimin ülkeden göçme istemine karşı koymaya çalışmamdan mıdır bilinmez; engel olamadığım bir biçimde Alzheimmer olmuş bir Fatih Terim misali değişik mimiklere soktum önce. Arka sayfayı çevirip hanımefendinin köşe yazısını okumaya başladım. Başında, sonunda, ortasında; her yerinde her zamanki gibi rahatsız edici kelimeler ve cümleler eksik değildi. Fakat o da ne:


"İşte çirkin olan, katlanılmaz olan, hiçbir şekilde demokrasinin özüyle bağdaşmayan BU LAFLAR, BU TUTUMLAR. Bizler (diyelim Türban Fobisinden Ari Olanlar) onların hiçbir şeyini yadırgamayacağız. Yaşam biçimlerini, konuşma tarzlarını, hayat görüşlerini kabul edeceğiz, 'bireysel tercihler' kategorisinde değerlendireceğiz; ama onlar çıkıp Bir Birey'in, Bir Pianist'in memleketiyle ilgili duygularının dışavurumunu bu denli katlanılmaz bulacaklar. En kabadayı/maço/uygunsuz lafları 'yapıştırmakta' hiçbir beis duymayacaklar! George W. Bush ikinci kez başkan seçildiğinde "Böylesi bir kuduz köpeğin yönettiği bir ülkede çocuklarımı yetiştiremem," denli ağır laflar etti Johnny Depp. Ne kalkıp hiçbir Otorite, kendisine en kestirmeci/saldırganından laflar etti, ne de 'Amerikalılığa hakaret', 'Uluğ devlet görevlisine dil uzatma' türünden fantastik antidemokratik maddelerden hapis istemli davalar açıldı hakkında. Bir memleketin bireylerinin en tabii hakkıdır: ülkelerinde yaşamayı ARTIK istemek ya da istememek. Üniversite mezunu gençler arasında yapılan anketler yüzde yetmişlere varan oranlarda umutsuz çocuğumuzun (fırsatını bulurlarsa) kapağı yurtdışına atmak istediğini gösteriyor mesele! Fazıl Say dünyaca ünlü bir sanatçımız. 'Elini Sallasa Ellisi' konumu, ARTIK bu ülkede yaşayıp yaşamamak istediği beyanının 'uygunsuz' bulunmasını haklı çıkarmaz. Bu atmosferi açıklayamaz. Hiçbir şey, bir bireyin, bir vatandaşın ifade özgürlüğünden/terk etme/eleştirme özgürlüğünden daha mühim değildir. Olamaz. "


"Fazıl Say da kimmiş, bırakın gitsin" diyen herkesi, düşünürken kafataslarının içinde bir beyin olması gerektiğini -kendilerininki olmayanlar bir tanıdıklarından ödünç alabilirler- hatırlatıp, düşünmeye davet ediyorum. Bazı insanlar sadece popolarının sandalyeye uyguladığı basıncı değiştirerek osuruklarını şekillendirip müzik yapabiliyorlar. Sonra da git diyorlar işte Fazıl Say'a. Zamanında Nazım Hikmet'i kovdukları, zamanında Orhan Pamuk'u vatan haini ilan ettikleri, zamanında Elif Şafak'ı yargıladıkları, zamanında Hrant Dink'i vurdukları gibi.


Sevmeyen terk etsin. Bereket Tanrıçamız Seda Sayan, Afroditimiz Banu Alkan eksik olmasın topraklarımızdan yeter ki. George Clooney'e benzeyen bir cumhurbaşkanı, Mehmet Ali Erbil-Şafak Sezer-Peker Açıkalın üçlüsü Türk Sineması'na yeter. Petek Dinçöz ve Demet Akalın Türk müziğini ayakta tutar. Sanat denilen ne ki, fuzuli bir uğraş. AKM'yi de döner salonu falan yaparız. (Aslında iyi fikir ya, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ni yıkmayalım, düğün salonuna çevirelim hadi!)


(Bu arada Perihan Hanım'a teşekkür ediyorum, 1-2 paragraf da olsa saçmalamamayı becerebildiği için)

2 Aralık 2007

Badem Ağaçları ve Yıkılan Gökdelenler üzerine...


Geçmiş, insana kötülük eden bir şey. Birçok oyun oynuyor, oynatıyor; ve siz de üzerinize düşen rollerini bu oyunların -bazen istemeden de olsa, -bazen görmezden gelerek gerçekleri, -bazen bilip de bilmemezlikten gelerek; oynamak zorunda kalıyorsunuz.
Geçmişiniz başarılar, mutluluklar, eğlenceli dakikalar ve huzur dolu anlarla sarılmış olmuyor hiçbir zaman tamamen. Mutlaka tamı tamına zıtları da oluyor. Ve kafanız cama dayalı, bir otobüs koltuğunda kulağınıza şarkılar çalarken; ne yazık ki ikinci kategoridekiler kemiriyor beyninizi. En yalnız olduğunuz anda, düşünceleriniz ve geçmişiniz arasında melankolik şarkı sözleri dışında hiçbir şey olmadığı o anlarda yakalıyorlar sizi.
İki haftadır Badem ve Mat şarkıları çalıyor kulağımda, bu yalnızlık anlarında. Anlıyor beni sanki kulaklıklarım, "Sen Ağlama" diyor, "bir damla gözyaşın yeter.". Ve sonra "Sensiz Olmaz" diyor aklımdan geçenleri anlamışçasına. Yaşanmamışlıkların, yaşanamamışlıkların ve unutulması gerektiği söylenenlerin inadına aptal olduğumu haykırıyor sonra... Hem de Aziz Nesin sponsorluğunda:
"Bu gönül hep düş kurar usanmadan /Aldanıp her umuda sıcaklığa / Oysa bilir çoğu hüsran bakınca şöyle bir maziye / Uslanmaz bu gönül nafile... / Belki bu kez kış olmaz, / Bakarsın sevdan düş olmaz / Bir güler yüz yeter / Bu gönül adam olmaz..."
Bazen geçmişte verilmiş bir söz oluyor tuzağına takıldığınız, 'belki'lerinize yenildiğiniz. Ama yenik düşseniz de o an, anlayamıyorsunuz sonrasında. 'Belki'leriniz devam ediyor istemeden. Bir hayalin güzelliğine kapılıp, unutuyorsunuz geçmişi; çünkü o andan sonra ne çıkarsa karşınıza, ne kadar mutlu olursanız, o hayalin yerini tutamayacağını anlıyorsunuz bir yerden sonra. Unutmak ve vazgeçmenin arafında; ikisini de yapamayarak kalıveriyorsunuz. "Başka güneş, başka deniz, tuzu başkaydı suyun..." diyorsunuz gizliden gizliye. Her şeyin çok farklı olabileceği bir ütopya yaratıp cama dayalı lanet olası beyin hücrelerinizde, değiştirmek istiyorsunuz geçmişi. Ya da oyunun kurallarını bir yana bırakıp, geçmiş hiç yaşanmamış gibi davranmayı seçiyorsunuz kendinize. Kendi kendinize, kendinizi mutlu etmek için, uzun vadede sizi mutsuz edecek yalanlar söylüyorsunuz.
Ama "Kolay Değil. Rol yapsam da bazen, beni hiçbir şey güldürmüyor. Sorun değil, çünkü artık zaten beni hiçbir dert öldürmüyor." derken buluyorsunuz sonra kendinizi. Geçmişi unutup yeni bir sayfa açmanın "yeni bir zaman, yeni bir mekan, yeni bir hayat"ın, "yıkılan gökdelenler yerine gecekondular dikmek" gibi bir şey olacağını tahmin edercesine içgüdüleriniz, mutsuzluğu seçiyor.
Geçmiş insana kötülük eden bir şey. Bazen hayatınızdan çıkardığınız bir insanla yanyana çekilmiş fotoğrafları çıkarıyor karşınıza. Bazen unutmayı seçtiğiniz anları hatırlatıyor. Bazen bir anıyı anımsatıp, ergenken ne kadar salak olduğunuzu vuruyor yüzünüze. Bazen kaybettiklerinizi, kaybetmeyi seçtiklerinizi getiriyor aklınıza. Tıpkı görmezden gelmek istediklerinizin ne kadar da gerçek olduğunu yaptığı gibi.
Geçmiş, kurduğu oyunlarda sizi oynamak zorunda bırakan bir şey. Ve yalnız kaldığınızda düşüncelerinizle, onu görmezden gelmenin cezasını veriyor ruhunuza, bedeninize. Geçmiş sürekli hatırlatıyor kendini, bileğinizde unutmamanız gereken bir şey olduğunu göstermek için bağlanmış bir ip varmışçasına.
Ve "Sen Ağlama" diye fısıldıyor yüzsüzce. "Bir damla gözyaşın yeter."
Şimdiki zamansa o kadar anlamsız ki... Kulaklığınızı çıkardığınızda, radyodaki Gülben Ergen sayesinde hayatın anlamını hiçbir zaman öğrenemeyeceğinizi bir kez daha kavrıyorsunuz:
"Laylalaylalay sen güneş ben ay" diyor, "Annem de Celine Dion."

5 Kasım 2007

Ya sev ya ba daba du!

Kaan Sezyum demiş:

"Niye bize diğer devletler kötü davranıyor? İnsan muamelesi neden göremiyoruz? Ya onu bırakın, dünyada artık bitmiş, kullanılmayan teknolojiler, adamın azına sçan ilaçlar, en kalitesiz ve düşük verimli ampuller (Evet, Türkiye'de satılan bir çok ampul, Avrupa'da yok. Neden, çünkü aydınlatma kalitesi düşük standartta) neden Türkiye'ye geliyor? Neden nükleer atıklar oranın buranın sahilinde gömülü olarak birdenbire ortaya çıkıyor? Neden çokuluslu şirketlerin çağrı merkezleri Türkiye'de?.. Nedeni belli. Burada hiçbir şeyin değeri yok, insanın değeri ise hiçbir şeyden bile ucuz. Peki bu olmayan değeri kim saptıyor? Tabii ki devlet. Kim olacaadı? Ben mi saptıyacaadım? 250 kilo altın için tek hamlede koruma altındaki dağlarını satılığa çıkaran, bir-iki tahtakafa golf oynayacak diye ormanlarını kestiren kim? Bu izinleri ben mi veriyorum? Yoo, bayaa devlet veriyor. Kaz Dağları'nda ormana makineler girebilsin diye yollar açıldı, ağaçlar kesildi. O sondaj deliklerinin çevresinde toprağı bir görmeniz lazım. Toprak jöleye dönüşmüş. Bildiğiniz toprak ama jöle şeklinde. Uzay toprağı gibi. Orada burada memleketin bir karış toprağı için canını vermeye hazır olanlar gelsin bakalım o jöle toprağa havlasınlar." (Sezyum, 3 Kasım 2007, Radikal Cumartesi)
ve eklemiş:
"Hem seviyorum, hem de terk etmek istiyorum. Ama insanından değil, hayvanından dolayı..."

1 Kasım 2007

Hipokondriyak.


Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, onbir, oniki, onüç, ondört, onbeş, onaltı, onyedi, onsekiz, ondokuz, yirmi, yirmibir, yirmiiki, yirmiüç, yirmidört, yirmibeş, yirmialtı, yirmiyedi, yirmisekiz, yirmidokuz, otuz, otuzbir, otuziki, otuzüç, otuzdört...
Her birliktelik, kalbinin emzireceği bir yeni bebektir. Önce emeklemeyi, sonra yürümeyi öğretmen gerekir. Kalbindeki sütü tüketmediler mi?
Bazen hiç başlamaması, bir gün bitmesinden iyidir. Çünkü beraberlik yaşlanırken, bir terkediş gençleşir. Seni hiç terk etmediler mi?
...doksandört, doksanbeş, doksanaltı, doksanyedi, doksansekiz, doksandokuz...
Aslında dostluklar da kardanadam gibidir. Eriyecekleri bile bile inşa edilir. Kapım neden hiç çalmıyor artık? Fotoğraflardaki insanlar hatırlıyor mu beni? İsimleri neydi? Yüzleri çok tanıdık...
Yalnız kalmak, bir ilaç mıdır? Yoksa hastalığın ta kendisi mi? Işığı görünce karanlığa kaçıyorum hemen, böcekler gibi. Bir şeye çok uzun süre bakarsan, onu görmemeye başlıyorsun. Hayat, keşke bu kadar etobur olmasaydı.
İşte sen... Kurbanlarından korkan bir kanlı zalim bıçak...
Sen... Kendi gölgesinden bile korkan bir paranoyak...
Bir hipokondriyak...
...yüzaltmışyedi, yüzaltmışsekiz, yüzaltmışdokuz, yüzyetmiş, yüzyetmişbir, yüzyetmişiki...
Sen... Kırık cam üstünde yalınayak.. ve çırılçıplak...
Bir hipokondriyak...
Bir paranoyak...
Yalnız kalmak ilaç mıdır, yoksa hastalığın ta kendisi mi?
Kapım neden çalmıyor hiç artık?
Senden hiç vazgeçmediler mi?
Sizin, isminiz neydi?
Bir hipokondriyak...
Bir paranoyak...
Bir hipokondriyak...
Kalbim çoktan iflas etmiş bir kardiyak.
Yalınayak...
Ve çırılçıplak...
İşte sen, bir paranoyak...
Bir hipokondriyak...
Siz hepiniz benim hakkımda mı konuşuyorsunuz?
...üçyüzon, üçyüzonbir, üçyüzoniki, üçyüzonüç, üçyüzdört, üçyüzonbeş, üçyüzonaltı, üçyüzonyedi, üçyüzonsekiz, üçyüzondokuz, üçyüzyirmi, üçyüzyirmibir, üçyüzyirmiiki, üçyüzyirmiüç, üçyüzyirmidört, üçyüzyirmibeş...
Zakkum.

Filmekimi'nin Ardından...


Bir Filmekimi daha geçip gitti. 19-25 Ekim 2007 tarihleri arasında, tam 7 film gördüm, İKSV sayesinde.

4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile): Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen Romanya filmi, kürtaj konusunu işliyor. Çarpıcı görüntüler var ve pat diye bitiyor film. Klasik Cannes yani. (Yön: Cristian Mungiu)

Abim Evin Tek Çocuğu (Mio Fratello é Figlio Unico): Fazlasıyla eğlenceli, çokça sıcak, sevimli bir Akdeniz filmi. 60'larda biri faşist, diğeri komünist iki İtalyan kardeşin yaşadıkları üzerine. Müzikleri de süper ayrıca. (Yön: Daniele Luchetti)
Bobby: 2006'dan kalan dev kadrolu bir film. Oynamayan Hollywood yıldızı yok. Kennedy süikastının öncesinde, bir sürü ayrı hayattan kesitler ve anlamlı bir kapanış monoloğu. (Yön: Emilio Estevez)

İpek (Silk): Biraz Last Samurai, biraz Painted Veil tadında; Fransız bir adamla Japon bir kadının aşkını anlatırmış gibi gözüken, ama aslında Fransız bir çiftin aşkını anlatan dönem filmi. Michael Pitt ve Keira Knightley var. (Yön: François Girard)
Paranoid Park: 2007 Filmekimi'nin hayatıma kattığı en güzel şeydi sanırım. Kişisel favorimdi. Gerek kurgusu, gerek görüntüleriyle, hayatın ta kendisi oyunculuklarıyla, müzikleriyle ve tabii ki Gus van Sant'ın mükemmel yönetmenliğiyle dört dörtlüktü.
Şark Vaatleri (Eastern Promises): Viggo Mortensen, Naomi Watts ve Vincent Cassel ile Londra'daki Rus mafyasının içine giren bir film. Sinema tarihine geçecek bir kavga sahnesi görmek isteyenler için. (Yön: David Cronenberg)
Across the Universe: Bir Beatles peri masalı. Vietnam Savaşı yıllarında İngiliz bir çocukla, Amerikalı bir kızın hikayesi. 32 Beatles şarkısı, biraz Amerikan rüyası, biraz deneysel sinema, biraz sembolizm, fazlasıyla sanat, kıskançlık, romantizm ve politika. Her şey var bu filmde. Hele ki "Let It Be" ve "All You Need Is Love" sahneleri, kelimeleri kifayetsiz bırakıyor. (Yön: Julie Taymor)
2008 Filmekimi'ne 11 ay kaldı.

1 Ekim 2007

"Goya'nın Hayaletleri" Üzerine...

İyi filmdi, güzel filmdi "Goya's Ghosts". Gerek sanat yönetimi, gerek müzikleri, gerek oyunculukları (özellikle de Natalie Portman'ı), teker teker sahneleri...
Ama bir 'şey' vardı... Bu ayki "Sinema"da, Uygar Şirin çok güzel anlatmış bu 'şey'i "Seyir Defteri"nde. Kısa ve öz...
" "Goya's Ghosts - Goya'nın Hayaletleri" ressam Francisco Goya'nın hayatını... Hayır hayır, katı bir rahipten katı bir liberale dönüşen, çeşitli katılıklar arasında salınıp duran bir adamın... Pardon, o da değil. Hah, buldum, engizisyonu anlatıyor... da sayılmaz. Engizisyon yüzünden hayatı kararan bir kadının dramını... denemez tam olarak. 18. yüzyıl sonunda İspanya'daki akıl hastanelerinin durumunu anlatıyor. Evet, sanırım bunu anlatıyor. " (Uygar Şirin, Ekim 2007, "Seyir Defteri", Sinema)

25 Eylül 2007

Kapaktaki Bıçak Sırtı'na Dair...

Bu hafta Tempo'ya bir dizi, "Bıçak Sırtı", kapak olmuş. Editör Çınar Oskay'ın yazısından bir alıntı var aşağıda; silahların patladığı, sözde 'oyuncuların' kendi reklamlarını yaptığı saçmalıklara ve köylü dizilerine de kapak olması adına:
"Peki biz bu diziyi neden kapak yaptık? İnsanların dizilerden esinlenerek adam öldürdüğü ülkemizde, Karamazov Kardeşler'den, Tanpınar'dan bahsettiği için... Biliyorum ki birileri, Nejat İşler'in canlandırdığı Ali gibi Dostoyevski'yi ya da Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuyacak. Genç kadın avukatı (Vildan Atasever) işinin önünde, dostunun kamyonundan gururla indirdiği için... Belki bu sahneyi seyreden birileri, babasının, ağabeyinin arabasından artık utanarak inmeyecek. "Beni bir adama verip, hayatım boyunca televizyonun önüne oturtmaya çalışıyorlar. Hiçbir zaman evlenmeyeceğim." diyen Almancı kız için... Kim bilir o akşam, kaç genç kadın bir daha düşündü... Erkan Can'ın karakterinin söylediği gibi, "Bir kere inandı mı insan, artık o, yalan olmaktan çıkıyor, umut oluyor, umut..." 'Bıçak Sırtı' bir televizyon hikâyesi... Umarım yine de hepimiz, bu 'onurlu' hikâyenin söyleyeceklerine inanırız." (Oskay, 20 Eylül 2007, Tempo Dergisi)

22 Eylül 2007

Bir 'Deja-vu' Olarak "Becoming Jane"

Deja-vu: (1) Geçmişte yaşanan bir olayı tekrar yaşama olgusu. (2) Tanıdık gelme. (3) "Bunu daha önce yaşamıştım" duygusu.

Bazen öyle şeyler oluyor ki, onun bir 'deja-vu' olmadığını bilseniz de öyle olduğuna inanmak istiyorsunuz. Çünkü içinde bulunduğunuz o dakikalarda yaşadıklarınızın bir 'deja-vu' olması, o anı geçmişin ucuz bir kopyası yapmaktan kurtarıyor.

İşte bu yüzden bir 'deja-vu' olduğuna inanmak istiyorum "Becoming Jane"in. Çünkü ne Anne Hathaway, Keira Knightley'dir; ne James McAvoy, Matthew MacFadyen'dir; ne Julie Walters, Brenda Blethyn'dir; ne James Cromwell, Donald Sutherland'dır; ne de Maggie Smith, Judi Dench'tir.

Sanat yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, kurgusu, kostümleri, sahneleri, dansları, müzikleri bu kadar 'daha önce yaşanmışlık' hissi veren tek filmler ucuz Amerikan korku ya da aksiyon filmleri veya daha ucuz Fransız komedi filmleridir çünkü.

Ama bir 'deja-vu' hakkındaki en acımasız gerçek de onun bir 'deja-vu' olmadığını anladığınızda, buna kızamamak için haklı bir sebebi olmasıdır 'taklit anın'.

Jane Austen, Jane Austen'ın ta kendisidir çünkü. Yazarlar yazdıklarına, yazdıkları yazarlarına benzer.

Ve "Pride & Prejudice" 2005'te çevrilmiş bir filmden çok, Jane Austen'ın romanıdır.

Kızamıyorum.

Mahrem'den...

Elif Şafak demiş:

"Aslında az buçuk arızası olan herkes bilir bu altın kuralı: "Baktın ki kem söz işiteceksin, evvela kendin dalga geç kendinle; hatta en çok sen dalga geç ki, başkalarına fırsat kalmasın. İsmini sen koy marazının; hatta davul zurnayla duyur ki merhamet yoksunu ismini, sana lakap takmaya yeltenenlerin hevesleri kursağında kalsın." Yani baktın ki başkaları seni hırpalamak üzere, kendi kendini hırpalamalısın kalkan niyetine." (Şafak, 2000, 20)

"Adem ile Havva, yasak elmanın tadına varınca, farklılıklarını gördüler ilk defa. Utanıp, incir yapraklarıyla örtmek istediler çıplaklıklarını. Ama birinde bir, ötekinde üç incir yaprağı vardı. Sayı saymayı öğrenince, bir daha hiç aynı olamadılar." (Şafak, 2000, 87)

"Komşu kadın, hiç kapanmayan bir gözdür. Pencere önlerinden, dantel tüllerin ardından, balkon kenarlarından, duvar diplerinden, gözetleme deliklerinden ve bir de, pişirip dağıttığı aşurelerin içinden bakar." (Şafak, 2000, 158)

"Aşk bir korsedir. Niye bu kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir. Senebesene katman katman çoğalmış, vıcık vıcık yayılmış, pelte pelte yığılmış yağları sarıp sarmalar, hizaya sokar. Ve sonra da geçip karşısına kendi eserinin, seyrine bakar kudretinin. [...] Aşk bir korsedir. Gün gelir, hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir anda, atıverir çıt çıtlarından biri yahut çözülüverir iplikleri. Neler olup bittiğini anlamaya vakit kalmadan, korsenin cenderesinden kurtulan yağlarsürüsepet dışarı çıkmıştır çoktan. O keşmekeşte, göz açıp kapayıncaya kadar eski haline dönüverir gövde. Aşk bir korsedir. Niçin bu kadar kısa sürdüğünü anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir." (Şafak, 2000, 214)

"Uçan balonun seyri sadece tek seyircisi olan bir gösteridir. Niçin böyle olduğu zamanla öğrenilir. [...] Çünkü ömrü hayatında ilk defa bir uçam balon gören yalnız-çocuk öyle şaşırır, öyle heyecanlanır ki, onuhemen başkalarına göstermeye kalkışır. Tek başına keşfettiği bu güzelliği başkalarına göstererek, yalnızlığını savuşturabileceğini zanneder. Ya eve dönüp birilerini dışarı çağırır, ya annesini kollarından çekiştirir ya da en yakındaki çocuklara seslenir. Ötekiler önce anlamazlar yalnız-çocuk'un ne dediğini; sonra, işaret ettiği noktaya bakarlar. Ama orada bir şey göremezler. Çünkü uçan balon, uçmuştur çoktan. Yoktur artık. Varmış da gitmiş gibi değil; sanki hiç var olmamışçasına yoktur. Yalnız-çocuk, uçan balonu göstermek için çağırdığı insanların yanında yarı mahcup, yarı kızgın kalkalır. Anlamıştır." (Şafak, 2000, 225)

1 Eylül 2007

Bana Göre: "Canlı Seyrettiğim Konserler"

Geçen hafta 2, dün gece de 1 numarayı yaşayınca; böyle bir listeye ihtiyaç duydum. İsteyip de gidemediğim ne Muse konserleri, ne Şebnem konserleri olduğu için çok bütçem ve zamanımla sınırlandırılmış bir liste oldu. Ama bir yerden başlamak lazım :) Klasik müzik konserleri de dahil değil tabii ki.

Bana göre: Konserler


1) Yalın, 31 Ağustos 2007, Kuruçeşme Arena
2) Mor ve Ötesi, 21 Ağustos 2007, Bodrum Hadigari
3) Pinhani, 27 Temmuz 2007, Bronx
4) Yalın, 30 Temmuz 2006, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu
5) Rock Müzikaller, 13 Ağustos 2007, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu
6) Dolapdere Big Gang, 22 Mayıs 2007, SGM
7) Gripin + Ajda Pekkan + Yalın, 26 Mayıs 2007, Parkorman
8) Candan Erçetin, 19 Temmuz 2002, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu
9) Pink Martini, 27 Temmuz 2005, Kuruçeşme Arena
10) Spice Girls, 12 Ekim 1997, Abdi İpekçi Spor Salonu


30 Ağustos 2007

Hamdi Abi Birasını buldu.

Her şey sinemalarda, televizyonlarda gördüğümüz o reklamla başladı!
Her şeyin yerli yerine oturmaya başladığının bir işaretiydi sanki.

Bir ilkti: Hamdi abi birasını buldu!
Sıkıyordu zaten.

Sonra okuduk gazetelerde; taşlar bir bir yerleşiyordu yerine:
“Hande Yener Romeo’sunu buldu!”
Sıkılıyordu zaten.

Sonra bomba düştü gündeme: Türk halkı cumhurbaşkanını buldu.
Eskisi paso veto ediyordu zaten.

En sonunda “O benim cumhurbaşkanım olmayacak” diyenler cevabını buldu.
Kovuluverdiler ülkeden, bir anda, ne olduklarını anlamadan.
Yakışırdı ‘onlar’a bu cevabı vermek zaten.

Bu haftaki Tempo dergisi güzel bir dosya hazırlamış ‘bizler’ için: “Yeni Cumhurbaşkanına Alışamayanlar için Çekip Gidilecek Ülkeler Rehberi”. Bir de röportaj yapmışlar Bekir Coşkun ile. Kendisi bulamamış gidecek bir yer, bu güzel ülkeden başka. Hiçbir zaman gitmek istemedi ki zaten.

Ben de bulamadım gidecek hiçbir yer. Gitmek istemiyorum ki zaten.
%53’lük azınlıktan biriyim çünkü.

“Kimse yerinden kıpırdamasın. Türkiye’de duyguları yerinde olan, alıngan insanlara daha çok ihtiyaç var. Asıl, Başbakan’ın git sözünü ciddiye alanlar bu ülkede kalmalı. Ülke bizim! Nereye gidiyoruz? Başka bir ülkede nasıl yaşayabilirim ki? Ben yapı olarak biraz köylüyümdür. Türkiye tam bana göre. Uygar bir ülkede yaşamam son derece zor. Yürürken boş kola kutusuna tekme atmak, sokakta aç hayvanlara yiyecek vermek, arada bir okuyucudan küfür işitmek… Bunları başka bir ülkede yaşayamam. Bindiğim taksi, biraz sigara kokmalı, şoförü üç günlük sakallı olmalı. Gıcır gıcır bir takside canım sıkılır. Sahilde giderken burnuma kanalizasyon kokusu çarptığında, “Hah işte, ülkemdeyim!” diyebiliyorum. Elimde ne varsa artık domates mi, salatalık mı, yarısını yiyip denize atabiliyorum. Başka bir ülkede çöp kutusu aramak zorunda kalacağım. Karakterimde biraz köylülük olduğu için köşemin adı da ‘Onuncu Köy’. Benim başka bir ülkede yaşamam çok zor. Fakat Tayyip Erdoğan’ın başka bir ülkede yaşaması benden daha zor. Bu kadar çam deviren bir insanın başka bir ülkede yaşaması mümkün değil.” (Bekir Coşkun, 30 Ağustos 2007, Tempo Dergisi Röportajı’ndan)

Hamdi Abi birasını, Hande Yener Romeo’sunu, Türk halkı cumhurbaşkanını buldu.
Bir biz bulamadık gideceğimiz yeri.
Ne yazık ki…

28 Ağustos 2007

Kulaklar.

Kulaklar önemlidir. Beş duyumuzdan bir tanesi olan işitmeyi gerçekleştirebilmemizi sağlarlar. Ama farklılık gösterebilirler kendi aralarında. Bazıları deliktir, bazıları büyüktür, bazıları yapışıktır örneğin. Ne bileyim, Gwyneth Paltrow'un kulak memesi yoktur mesela. Abdullah Gül'ün kulakları kepçedir. Ama diğer yandan fazla da önemli organlar olmasa gerekler ki, bu bozuklukları birinin Oscar'lı bir aktris, diğerinin cumhurbaşkanı olmasını engelleyememiştir.
Kulaktan çok duyduklarını algılama tarzı önemlidir insanın, bazıları kulaklarıyla duyup beyinleriyle; bazıları kulaklarıyla duyup kaba etleriyle algılarlar çünkü. Ama yine de bu ikinci kategoriye girenleri ayıplamak yersizdir. Çünkü birinci kategoriye girenler algılama organlarıyla aynı zamanda oturmak, gaz çıkarmak ve benzeri eylemleri de aynı anda sergileyemiyorlarken; onlar yapabilirler.
Kimininse kulakları ve algılama merkezleri arasında kestirme yollar vardır, ki bunlar çoğu zaman beyinleriyle düşünenler olmaz. Diğer bir deyişle bazılarının kulakları ve poposu arasında sinir sisteminden bağımsız olarak çalışan bir boru vardır. Bu boru bir sözcük öbeği duyulduğu anda başka bir sözcük öbeğini çağrıştırmaya yarayabileceği gibi (bkz. Nükleer silah -> Demokrasi getirmek); her şeye aynı kalıplarla cevap vermeye de yarayabilir (bkz. “Orman yanmış.” -> ‘Hay Allah.’, “Su yokmuş” -> ‘Yağdır Allah.’, “Şaraplı Risotto?” -> ‘Maazallah.’, “22 Temmuz” -> ‘Maaşallah.’, “Laiklik?” -> ‘Yallah.’, “Şeriat?” -> ‘İnşallah.’ … ).
Bazen kulağı ve duyma yetisi olduğu halde duymak istememeyi seçenlere de rastlanır. ‘3 Maymun’ olayında “duymam” rolünü üstlenen maymun; kulaklarını tıkamaktadır mesela. Bunun dışında, ülkemiz kadınarının yüzde 40'tan fazlası; duyu organlarının işlevselliğini azaltmak, düşüncelerine çeşitli sesler karışmasın da tamamen ilahi düşüncelerine yoğunlaşabilsinler diye kulaklarının üzerine ince bir örtü germek suretiyle ‘3 Maymun’dan biri olurlar.
Çalışma hayatında ise kulakların işlevsellik kazandığı meslekler vardır. Örneğin müzikle uğraşan insanlar, işini müzikle yapanlar, ekmeğini müzikten kazananların kulaksız yapabilecekleri düşünülemez. Beethoven yapmıştır zamanında, o ayrıdır. Kültür Bakanı dediğimiz mesela, müzikten anlamalı, dolayısıyla kulağı iyi olmalıdır. Fakat başbakanı İngilizce bilmeyen bir ülke ise söz konusu olan, böyle bir şart aramak yanlış olabilir zaman zaman. Problem en kolay yoldan, başka bir müziğiyle ekmeğini kazanan meslek grubu olan müezzinleri bu makama uygun görmekle çözülebilir.
Diğer yandan kulağınız olmasına gerek olmayan meslekler de mevcuttur. Örneğin siyasetçilerin yaptıkları iş daha çok dinlemeye değil, konuşmaya dayalı olduğundan kulaksız da yapılabilir. Zaten birçok şey farklıdır siyasette, ama fazla girmeye gerek yok o taraflara. ‘Maazallah’ yanlış anlaşılır duyulanlar.
Ama kulaklar önemlidir. Bir sürü insan var şu dünyada ve ülkede ki ‘3 Maymun’dan biri kılıklı.
Ne de güzel demiş Bekir Coşkun, “Bu siyasette dünyanın en güzel çiçeği (gül) dahi bıyıklı.”

12 Ağustos 2007

Duydunuz mu?

Duydunuz mu?
Ne kadar çok dua edersek o kadar çok suyumuz olacakmış.
Bütün minarelere birer musluk takacaklarmış tüm inananlar kana kana su içsin diye.
Tespih satışları arttıkça barajlar dolacak, susuzluğunu giderecekmiş insanımız.

Duydunuz mu?
Çalışmamıza gerek yokmuş.
Her besmelemizde para yağacakmış gökten.
Kitabı okudukça kasalar kendiliğinden dolacak, zengin olacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
TEMA, Greenpeace, Al Gore; hepsi yalanmış.
Birkaç yıl kesintisiz dua edersek Türkiye çöl olmayacakmış.
Her secdemiz yeni bir ağaç pörtletecekmiş yanan ormanların arasından, oksijen koklayacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
Klimalar para tuzağıymış, gerek yokmuş almaya.
Ne kadar örtünürsek o kadar fazla hissedilecekmiş serinlik.
Kara perdeler giydikçe üzerlerine 13 yaşındaki kızlarımız, iffet dolacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
Kafirlerin evlerine, o pis ateistlere; bile bile su verilmeyecekmiş.
Madem içiyorlar, rakıyla yıkansınlarmış.
Alkol satışları azaldıkça, iyilik fışkıracakmış beyinlerden, bilinçli olacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
Bir isteği olan Allah’a havale edip, gerçekleşene kadar annesinin evine gidecekmiş bundan böyle.
Sonra saçından üç tel koparıp en yakın ağacın altına gömecekmiş.
Üç vakte kadar gerçek olacakmış dilek, mutlu olacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
Ağaçların azalmasının tek nedeni, basılan kitap sayısının fazlalığıymış.
Bundan sonra, sadece tek bir kitap okunacak; o sayede vahiy gelecekmiş gerisi.
İmana geldikçe cehalet yok olacak, kültür fışkıracakmış beyinlerden, okumuş olacakmış insanımız.

Duydunuz mu?
Sudan bol bir şey yokmuş inanan için.
Zaten suya da ihtiyacı yokmuş inançlı bir insanın.
Musluklardan ilahi yayını yapılacakmış bundan böyle, tertemiz olacakmış insanımız.

Bu arada, duydunuz mu?
Renk renk şekil şekil inekler gelmiş İstanbul’a!
Hadi çocuklarımızı üstlerine oturtup, oralarını buralarını kurcalayıp, üzerine bizim almamız için konulmuş her şeyi koparıp, mıncık mıncık mıncıklayalım hepsini!
Sevgimizle yok edelim hepsini hadi!

Amin.





24 Temmuz 2007

Kahve, Alkol ve Çikolata.


Bir zamanlar falcılığından çok olgun bilgeliğiyle geleceğimi görmeyi başarmış bir kız, “Seneye yeni arkadaşların olacak ve şu anda arkadaşın olanların çoğunun aslında arkadaşın olmadığını anlayacaksın. Kendini artık yeni arkadaşlarının arasındaki yere ait hissedeceksin” demişti.

Eskiden her sabah süt içerdim. Gün içerisinde de tekrarlanırdı bu birkaç defa. Kokusundan nefret edip görmeye dayanamayanların aksine boğazıma dikerdim seve seve. Sabahları derse geç kalmak üzere rötarlı bir uyanış yaşadıysam yanıma alır; defterime o günün tarihini atarken sağ elimle, sol elimle de süt kutusunu tutardım. HIST191 ve HIST192 derslerinin vazgeçilmezi olmuştu bu ritüel, YBF amfisinin kapısındaki yiyecek ve içecekle girmenin yasak olduğunu belirten tabelaya inat.

Bir de çikolata vardı. Çikolatalar... Çoğu zaman yaşıma aldırmadan her açışımda bir çocuk gibi sevindiğim Kinder Sürpriz, vazgeçemezcesine Nutella ve istisnasız her seçimde sütlü çikolatalar. Çocuksu ve saftı çikolata aşkım o zamanlar. Arada sırada liseden kalma bir alışkanlıkla tüketilen portakallı çikolatalar vardı bir de o değişik tatlarıyla. Ve bir de beyaz çikolatalar vardı. Çikolata... Gelecekte ne kadar çok tüketeceğimden habersiz, sevgi göstergesi olarak hediye edilmiş bir tane beyaz çikolata.

Geçen zamansa, yeni dostlar getirdi bana. Vazgeçemediğim, her gün daha da bağlandığım ve eskilerin yerine koymaktan kendimi alamadığım.

Artık kahve vardı. Her anımda, her saniyemde... Her içişimde daha da bağlandığım, her içişimde daha da vazgeçilmezim olan... Farklı tatlar vaat eden ve hiçbir zaman vaatlerini öylesine bırakıp gitmeyen... Bir Türk Kahvesi kadar geleneksel, bir frappucino kadar mutlu edici, bir caffe mocha kadar tatlı, bir nescafe kadar şirin... Bazen bir cappucino kadar dişi, bazen bir espresso kadar erkek ve daima bir caffe latte kadar çocuksu. MATH203 derslerinde FASS G062’yi dolduran o yoğun koku, proje sabahlamalarında kafamı düşmekten kurtaran o koku; sadece derslerde değil geceleri de uyumamak için ideal bir ilaç haline geliyordu gün be gün. Yılların işkencesi ders çalışma aktivitesi, kolaylaşıyordu onunla. Ve yalnızca uyumamak için değil, gündüzleri daha da uyanmak için onunla olmak geliyordu içimden her geçen gün. Gündüzler de onu tadacağım anı düşünmekle akıp gidiyordu.

Her sabah içtiğim sütse artık bir vazgeçilmez değil, arada-sırada tadılarak nostaljik bir sevincin kırıntılarını hatırlatan bir tada dönüşmüştü. Çoğu zamansa kahvenin yanında tüketilen bir zorunluluk halini almıştı aslında.

Artık alkol vardı. Eskiden anketlerdeki potansiyel bir “ne kadar sıklıkla alkol tüketiyorsunuz?” sorusuna muhtemelen “Ayda bir” seçeneğini işaretleyecek olan bu beden, artık “Haftada bir”e terfi ettirmişti kendini. Her gün bir yenisi geldi. Bira ve şaraptan ibaret alkol repetuarım; rakı, vodka, tekila ve cinin en güzel formatlarıyla tanıştı. Biralar Darklaştı, tekilalar shotlardan taştı. Yeni dost alkol yanında mutluluğu getirdi, onunla olduğum zamanlarda geçmişi ve geleceği daha az düşünmemi sağlayan bir Carpe Diem Dopingi halini aldı. Beynimse her haftasonu onlarla olmak için can attı, tavukluğunu aşıp geç yatılan gecelere kollarını açtı. Ben onun hücrelerini öldürdükçe yeni dostumla, o bana onları hatırlattı. Alkol, “ortama-uyum-sağlamak-için-zorla-alınan” keyif verici bir sıvıdan, “zevkle-alınan-çünkü-ihtiyaç-duyulan” bir dosta dönüştü. Hiçbirinin bir farkı yoktu aslında diğerinden; hepsi bira kadar masum, şarap kadar elit, rakı kadar efkarlı, vodka kadar genç ve tekila kadar çılgındı. Fakat en büyük ortak yanları sonralarında ayılmak için kahve içilmesi gerektiği gerçeğiydi.


Süt
ün aksine çikolataysa hep hayatımda kaldı. Sadece çocuksuluğunu yitirip olgunlaştı. Artık yalnızca sütlü değil, kahverenginin her tonunda, çeşit çeşit ve tat tattı. Bir Belçika Çikolatasının orgazmik keyfini veriyordu artık her biri ağızda eridikçe. Her birini tüketmeye alıştıkça ortalarındaki portakal, fındık, krokan, fıstık, badem ya da krema daha da belirginleşiyordu. Beyaz ve portakallı çikolataların bir araya geldiği yeni tatlar, lise ve üniversite yıllarının ağzımda bıraktığı izlerini bir araya getirircesine yeni paketlerde sunuluyordu ve ben her geçen gün daha fazla tüketmeye başlıyordum onları.

Ve tabii bir de sütlü çikolatanın aksine muhtemelen bulunması daha zor, ama kesinlikle kalitesi daha yüksek alkollü çikolatalar ve kahveli çikolatalar vardı...

Araf'tan...

Bir kez daha, ne de güzel demiş Elif Şafak:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye ismine yabancılaşmasıdır." (Şafak, 2003, 10)

"Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler." (şafak, 2003, 28)

"Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu." (Şafak, 2003, 79)

"Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı." (Şafak, 2003, 80)

"Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen, gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun olduğundan bne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiydi, o kadar! Basit ve ilkel. [...] Ama işte vejetaryenler hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de sağlıklı konuşan insanlar değillerdir." (Şafak, 2003, 215)

"Ömer o anda farkına varmasa da Gail'le konuşmanın böylesi bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen sadece "Gail'le konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flörtleşme değil, bir cilveleşme beklentisi değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini hissetmişti. Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak üzere eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi ama bunların hiçbirinin o anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada." (Şafak, 2003, 216)

"Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın balkonundan eşit ölçüde cezbedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla, acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktanlı bir hayhuyda kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da zıtanlamlısı da aynıdır." (Şafak, 2003, 324)

10 Temmuz 2007

SMS (Sessiz Mesaj Sendromu)


28 Haziran Perşembe günkü Penguen'den:

"Ben neden hemen cevap yazıyordum gelen mesajlara? Hayır yani o gece değil, her zaman böyleydi bu. İnsanların telefonlarını önemsememesini hep çok kıskandım, hâlâ da kıskanırım. "Aa yeni gördüm" diye iki gün sonra cevap atan insanlar nasıl yaşıyorlar ki acaba? Çok süper hayatları mı var, yanlarında her zaman dostları filan mı oluyo, ne yani?"

Gerçekten ne kadar sinir bozucudur sevdiğiniz insana bir mesaj attıktan sonra geçen zaman. Hele ki üzerinden saatler geçip de cevap gelmediyse...

TurkCell, MelodiCell ve diğer tüm servislerden; yıllardır hatrınızı sormayan arkadaşlarınızdan mükemmel bir zamanlamayla o an gelen mesajlardan; her şeyden, herkesten nefret edersiniz.

Mesaja cevap vermek yerine ne yapıyor olduğunu düşünürsünüz. Siz yoksunuzdur yanında, sizle ilgili hiçbir şey yoktur.

7 Mayıs 2007

Can Yücel'den...

seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını ta içimde hissetmek.

seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
"seni seviyorum" sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.

seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek, birlikte ağlamak gülmek. ve buradayken bile seni çılgınca özlemek.


seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. senin yanında olan seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.

seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana. elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. elimde kırçiçeğiyle seni beklemek. aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.

seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak.okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların, türkülerin, şiirlerin her mısrasında seni bulmak.

seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek.sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. yalınayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.

seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
nereden bileceksin?
sen benimle hiç olmadın ki...

olsaydın avuçlarım terlemezdi. ısırmazdım dilimin ucunu. özlemezdim seni yanımdayken. kıskanmazdım. korkmazdım yollarda yürümekten. ıslanmazdim yağmurlarda. yıldızlara aya dert yanmaz böyle her şarkıda sarhoş olmazdım.korkmazdım seni kaybetmekten, ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize. ve her kulaçta haykırırdım seni.

ama sen hiç benimle olmadın ki.
ya aklın başka yerlerdeydi, ya yüreğin...

Can YÜCEL

1 Nisan 2007

Türkiye'yi Sevmek için 50 "Neden?"


Bu haftaki Tempo dergisinin kapağında da yer alan yazısı "Türkiye'yi Sevmek için 50 Neden" başlığını taşıyor.

Liste şöyle: "Boğaziçi, İnsan, Hamsi, Antalya, Orhan Pamuk, Türk Kahvesi, Türk Kadınları, Tavla, Bayramlar, Hürriyet, İzmir'in Kızları, Mavi Yolculuk, Orhan Gencebay, Rakı, Nazım Hikmet, Yeşilçam Sineması, İstiklal Caddesi, Tarkan, Sokak Kedi ve Köpekleri, Sarı Tabelalar, Bodrum, Milli Takım, Şarap, Hamam, Sezen Aksu, Futbol geyiği, Mizah Dergileri, Türk girişimcisi, İstanbul'un kuleleri, Ankara'da dostluk, Radikal İki, İstanbul Modern, Karadeniz Yaylaları, İşkembe - Kokoreç, Cem Yılmaz, Kuyum Ustaları, Şener Şen, Hababam Sınıfı, Galata Kulesi, Yaşar Kemal, Kebap, Diziler, FB - GS, Çarşı, Çay - Simit, Şehir hatları Vapuru, Mevlânâ, Kenterler, Atatürk."


Tartışılması kaçınılmaz birçok madde var, herkese göre değişecek bir konu sonuçta... Fakat 2 numaralı madde beni benden almış durumda: "İnsan". Reha Erdem'in kulakları çınlasın, "İnsan nedir ki?". Tempo Dergisi "insan"ın ülkemi sevmem için bana sunduğu 50 gerekçe arasında yer almasını şöyle açıklamış:


"Kapı tık tık tıklatılır. Tanrı misafiri gelmiştir. Galiba bir tek Türkiye'ye Tanrı misafiri gelir. Türkler, bu dünyada misafir olduklarını iyi bilir. En azından bilmeleri gerekir. Mevlânâ'dan Müslüm Gürses'e hepsinin söylediği bu değil midir? Rakı kebap efsanesi kadar, Türk misafirperverliği de bilinir. Beş çayı misafirine börek açan anneden Şeker Bayramı şekeri reklam ailesine; güney ellerinde yüzünü güneşe vermiş kahve köşesi dedesinden 'bozuk yoksa kalsın abla' minibüs şoförüne, dar sokaklarda hâlâ gazoz kapak oynanan mahallelerinden Doğu sokaklarında şiir şiir bakan veletlerine ve de Ferrari'sine LPG takan bilgelerine tabii... 'Bir başkadır benim memleketim insanı' diyerek, seviyor insan Türkiye'yi..."


Paragrafı fazlasıyla Polyannacı ve fazlasıyla oryantalist bulmakla beraber, kendi yazdıkları geri kalan 49 maddeyi yok eden şeyin ta kendisini 2. maddeye yerleştirdikleri için çok çeliştiklerini düşünüyorum kendileriyle.


Çünkü aynı "insan"dır... Boğaziçi'nin ağaçlarını kesip gecekondu yapan, suyunu zehirleyen; Antalya'da turistlere tecavüz eden; Orhan Pamuk'u 'vatan haini', Tarkan'ı 'i.ne' ilan eden; Türk kadınını töreyle öldüren, Rakı'nın sahtesini yapıp girişimciliğiyle satan; Mavi Yolculuk koylarını imara açan, İstiklal Caddesi'nin arnavut kaldırımlarını söküp 'Türk granitleri'yle döşeyen; Yeşilçam sinemasını Mehmet Ali Erbil ve Peker Açıkalın'a emanet eden, Nuri Bilge Ceylan'ı 'pis entel' gören; Bodrum'u üstü açık bir gece kulübüne çeviren; her türlü tarihi eserin hiç çekinmeden gerek mecazi gerekse gerçek anlamda içine eden, lazım görürse yurtdışına kaçıran-satan-hediye eden; mizah dergilerine dava açan, maçlarda birbirini öldüren, katilden pop-star yaratan, mafya ve aşiret dizileriyle halkını eğiten; AKM'yi yıkmak isteyen, özel tiyatrolara iki gıdım parayı çok görürken camilere servet yatıran; Atatürk'e küfreden insanları meclise sokan 'insan'dır bu ülkenin insanları.


Ve ben ne zaman Türkiye'yi seviyorum desem, arkasından 50 kere "neden?" diye sordurur bu ülkenin insanları.

16 Mart 2007

Bana göre: "Türkçe Melankoli (Damar)"

Sıradaki listem melankolik ve depresif takılmak isteyen arkadaşlar için dinlenebilecek en damar 10 şarkı üzerine. İhtiyaç duyan herkese geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.

Bana göre: Türkçe Melankoli
1) Sigaramın Dumanına Sarsam (Ezginin Günlüğü)
2) Takvimlerden Haberin Var mı? (Gülay)
3) Ben Seni Sevdiğimi (Şevval Sam & Kazım Koyuncu)
4) Seni Seviyorum (Ebru Gündeş)
5) Lale Devri (Sibel Can)
6) Karakışlar (Kibariye)
7) Halime Gülen Varsa (Serdar Ortaç)
8) Unutmadım (Nalan)
9) İtiraf Ediyorum (Niran Ünsal)
10) Vazgeç Gönül (Zeynep Dizdar)

not: pop, pop-rock ve rock tarzındaki pek çok melankolik şarkı, "damar" kelimesi yakıştırılmadığı için listeye dahil edilmemiştir. artık önümüzdeki listelere...

9 Mart 2007

Yüzünü ıslatmadan ağlamak...

Bir MFÖ şarkısı derdi "Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?" diye. Bu şarkıyla tanışmam, ironik bir şekilde gözyaşlarımın tamamen tükendiği zamanlara denk gelir. O yıllardan beri tek bir damla gözyaşı inmiyor yanaklarımdan. Ama ağladığım oluyor tabii ki, olmaz mı... Ve sanki Gripin'in yeni albümündeki yeni şarkısında dediği gibi aynen, günden güne daha bir öğreniyorum yüzünü ıslatmadan ağlamanın ne demek olduğunu.

Gripin, uzun bir aradan sonra yine rakı kokan bir albüm yapıvermiş, ağlatmaya çalışmış herkesi. Rakının yanına biraz İstanbul, biraz Emre Aydın, biraz politikayı da meze yapmış. "Kestiğim ümitlerden yelkenler yaptım" demiş, "Her nereye gidersen, kendinle yüzleşirken kimse duymaz, yalan söyle" yoksa "sustukların büyür içinde" demiş, "zamana bırakma bizi" demiş, "yokluğunda kaç damla gözyaşı eder adın?" diye sormuş sonra ve eklemiş: "ben sensiz İstanbul'a düşmanım".

Ama işte, öyle bir şarkı var ki kadehlerin tükenme hızına ivme üstüne ivme katan; öyle bir şarkı ki hüzün kokan: "Böyle Kahpedir Dünya"... Daha yaşım kaç başım kaç, neden üzülüyorum ki ben dedirtiyor insana. Ağla, geçer diyor, ağla yüzünü ıslatmasan da...

Bense gerçekten biliyorum yüzünü ıslatmadan ağlamanın nasıl bir şey olduğunu. Çok iyi anlıyorum istisnasız her an geçmişi özlemenin ne demek olduğunu. Dört yalnızlıkla bir doğruyu götürmek kadar acı çünkü hayatın dörtte biri bile, öylece kalırsın. Öyle bir dünya ki... Öyle kahpe ki... "İnce ince titremen, soğuktan mı sanırsın?"

"Söyle kaç yaşındasın
Dertlerin başındasın
İstisnasız her an
Geçmişi özlüyorsan
Bilmem kaç yaşındasın
Gözleri yaşlardasın
İstisnasız her an
Yarını düşlüyorsan
Yolculuk nereye
Neler uğruna ölmeye
Dört yalnızlıkla bir doğruyu götürmeye
Hadi durma ağla, ağla
Yaşlar kurur zamanla, ağla
Böyle kahpedir dünya
Son bulur kollarında
Hadi durma ağla, ağla
Yüzünü ıslatmasan da ağla
Belki hepsi bir rüya
Son bulur kollarında."

4 Mart 2007

Sayılar!


Her şey, 3 Ekim 206 Salı gecesi SGM'deki Mor ve Ötesi konserinde başladı. Her şarkı arasında "Yirmiüüüüç!" diye bağıran çocuğu duyan herkes grubun "23" adlı duygusal şarkısını istediğini sanıyordu. Oysa gerçek çok farklıydı.

Cuma günü Nautilus'ta 23 saplantısı hakkındaki, "Salak ile Avanak'tan tanıdığımız Jim Carrey'nin oynadığı" "Number 23"ye bilet alırken, sayının benim de peşimde olduğununun çaresizce farkına vardım. Gişedeki güzel bayan, "23, 19.15'e iki öğrenci" istek cümleme "23 ytl." şeklinde cevap vermişti çünkü. - ki aynı cümle Nautilus'un bilet fiyatları konusunda da "oha falan olmama" neden olmuştur.

Film gerçekten abartılmış bir 23 saplantısı üzerine. Jim Carrey ve yönetmen Joel Schumacher'in isimlerindeki toplam harf sayısı da; başrol oyuncuları Jim Carrey ve Virginia Madsen'in isimlerindeki toplam harf sayısı da filmdeki birçok şey gibi 23'e eşit.

Fakat bu 23 olayı akıllara başka sayıları da getirmiyor değil hani. Çok sevgili dizimizdeki o sayılardan bahsediyorum tabii ki. 4 - 8 - 15 - 16 - 23 - 42!

Fakat korkarım "Number 23", bizim meşhur sayılarla ilgili çevrilmiş olan ilk film değil... Hatta kendisi serinin sonuncusu! "Four Brothers" (2005), "8 Mile" (2002), "15 Minutes" (2001), "16 Blocks" (2006), "Number 23" (2007) ve "Hitchiker's Guide to the Galaxy"deki 42 fenomeni.. Sanırım "Hepimiz ölüceez!".

Ayrıca SU gençliğinin hayatındaki bir başka "sayı"ya değinmeden olmaz: 7! Toplayın bakalım yanyana duran yurt binalarını! B1-B6, B2-B5, B3-B4, B7, B8-B9 (17), A1-A6, A2-A5, A3-A4... Ayrıca "Sabancı" kelimesinde sayın bakalım kaç harf var!

26 Şubat 2007

79th Academy Awards

Sonunda beklediğim gün geldi, Oscar ödülleri dün gece 79. kez dağıtıldı. Sürprizlerle dolu, show açısından zayıf, sıradan bir tören oldu bence. NTV'de Meryl Streep'ten "hatun" olarak söz edildiğini duyunca koşarak uzaklaştım ve dublajsız CNBC-e'me geri döndüm. Red Carpet olayına girecek olursam; Reese Witherspoon'a aşık olduğumu, Kate Winslet ve Gwyneth Paltrow'u ise beğendiğimi söylemekle yetinmek güzel olacaktır sanırım.

Sunucumuz Ellen DeGeneres geceye, salondaki birçok uluslararası adaydan bahsederkenki "I think i see a few americans as well" esprisiyle güzel başladı. Leonardo DiCaprio'nun ismini söyler söylemez kamera onu gösterdiğinde "I didn't have a joke, I just thought ladies would like to look at him for a second" ve ayrımcılıktan bahsederkenki "If there wasnt blacks, jews or gays there would be no Oscars" esprisiyle devam etti. Elektrik süpürgesiyle yerleri süpürdüğü, hatta Ryan Gosling ve Meryl Streep gibi birçok insanın ayaklarını havaya kaldırttığı anda ise gerçekten güldürdü. Son olaraksa Martin Scorsese, Clint Eastwood ve Steven Spielberg'le konuşmak için seyircilerin arasına karıştığı anlar harika esprilerle doluydu. Ellen'ın Scorsese'ye sözde yazdığı senaryoyu vermesi ve Eastwood'un "I'm jealous of Martin" deyişi; Ellen'ın Eastwood'la resim çektirmek istemesi üzerine fotoğraf makinesini Spielberg'e vermesi ve "Make sure we're both in Steven!" sözleri görülmeye ve gülünmeye değerdi. Fakat bunun dışında pek gülünesi bir şey yoktu. Bir eksiklik vardı, geçmiş yıllardaki gibi değildi.. Senaryo adaylarının tanıtım videoları ise senaryodan okunan kısımlar eşliğinde akan videolarla gerçekten güzel düşünülmüştü bence.
Gece gerçekten bir sürprizler silsilesiydi. En yakın takip ettiğim yıl olmasına rağmen 10/20 tutturdum. En büyük hayal kırıklıklığım Lubezki'nin sinematografiyi kaçırması oldu. Eddie Murphy, Cars, Dreamgirls şarkıları ve Babil'in senaryo ve kurgusu ödüllendirilmedi, şaşırttı. Happy Feet ve Alan Arkin şaşırttı.
"God save the queen!" dedirten Helen Mirren, muhteşemdi. Büyük bir soğukkanlılıkla geldi, ödülünü aldı ve gitti. "Marty" Martin Scorsese, sonunda Oscarlandı. Sahneye çıktığında "Could you double check the envelope?" demesi hoştu. Törene kesen müzikle milletin ağzına bu sene hakkaten abartı şekilde lafların tıkılması, ciddi suratlarla yapıldığı için gülünmeyen espriler ve Global Warming - Al Gore ikilisi damgasını vurdu. Ellen DeGeneres'in bir kez daha Oscar sunmamasını diliyor, kazananları listeleyerek sözlerime son veriyorum.

Picture: Departed

Director: Martin Scorsese (Departed)
Actor: Forest Whitaker (Last King of Scotland)
Actress: Helen Mirren (Queen)
Sup.Actor: Alan Arkin (Little Miss Sunshine)
Sup.Actress: Jennifer Hudson (Dreamgirls)
Original Screenplay: Little Miss Sunshine
Adapted Screenplay: Departed
Foreign Lang. Film: Das Lieben der Anderen - Lives of Others (Germany)
Animated Film: Happy Feet
Original Score: Gustavo Santaollala (Babel)
Cinematography: Pan's Labyrinth
Editing: Departed
Original Song: I Need to Wake Up (An Inconvenient Truth)
Art Direction: Pan's Labyrinth
Costume Design: Marie Antoinette
Make-Up: Pan's Labyrinth
Visiual FX: Pirates of the Caribbean: Dead Man's Chest
Sound Mixing: Dreamgirls
Sound Editing: Letters from Iwo Jima

16 Şubat 2007

Hazır mısınız?

Yıllardan 1517: Yemen Valisi Özdemir Paşa'nın kahveyi İstanbul'a getirdiği yıl... Özel pişirme yönteminin bulunup, Türk Kahvesini yaratan dönüm noktası...

Kahve falına baktıran umutsuz Türk gençleri ve birbirlerinin falına bakan yaşlı altın günü teyzeleri için özel bir tarih aynı zamanda kendisi. Kahvehanelerde işsizliklerinin tadını çıkarırken okey takımının yanına kahveyi meze yapanlar için de...

490 yıl sonra bugün... İstiklal Caddesi'nde 3 Starbucks, 3 Gloria Jean's; Bağdat Caddesi'nde 5 Starbucks, 2 Gloria Jean's; Beşiktaş-Bebek hattında 3 Starbucks, 2 Gloria Jean's; Metrocity'de 2 Starbucks, 1 Gloria Jean's; Kanyon'da 2 Gloria Jean's, 1 Starbucks; Kadıköy civarında 2 Starbucks, 2 Gloria Jean's var. 2 ay öncesine kadar bir postanesi bile olmayan caddemde bile bir adet Starbucks var artık.

'Türk kahvesi' sevmiyorum, telvenin dilim ve dişlerimle temas ettiği o andan iğreniyorum. Fakat final döneminin uzun ve uykusuz gecelerinde damarlarımı kesseniz mocha, cappucino, macchiato ya da nescafe kalıntılarının da kanla beraber fışkırdığına şahit olmanız kuvvetle muhtemel.

Bir gün uyandığınızda, sizin de evinizin karşısında bir Starbucks olacak.
Bir gün uyandığınızda, İstanbul'da kişi başına bir espresso makinesi düşüyor olacak.
Hazır mısınız?
Yoksa siz de bu kahve çılgınlığına şaşıranlardan mısınız?