28 Aralık 2009

İllallah!

Ajanda kullanmam. Fakat Radikal'in Cumartesi ekinde okuduğum bir yazı, artık sıkıcı ajandalar devrinin bittiğini gözüme sokunca, bugün hemen gidip aldım 2010'da muhattap olacağım küçük arkadaşımı. Kendisi "İllallah!". Elif Şafak ve Murathan Mungan gibi önemli edebiyatçıların yayıncısı olarak tanınan Metis Yayınları, 2005'ten beri çıkardığı tematik ve yalnızca yazmak için değil okunmak ve yıl bittiğinde saklanması amacıyla hazırladığı ajandalarının bu yılki konusunu "İnanmama Hakkı" olarak seçmiş.
2005 yılında "Edebiyat" teması ile çıkan ilk ajandadan sonra sırasıyla "Doğa İçin Sorumluluk", "Cadılar", "Yaratıcı Direniş" ve "Hayvanlar ve İnsanlar" temalarını işleyen Metis Ajandaları'nın sonuncusu da diğerleri gibi Müge Gürsoy Sökmen, Özde Duygu Gürkan, Özge Çelik, Eylem Can, Emine Bora ve Tuncay Birkan tarafından hazırlanmış.

Kendileri ajandanın önsözünde şöyle demiş:

"Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek. İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu. Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce. İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz... — Metis editörleri "

Ajandanın içinde, her ajandada bulunması gereken şeylerin dışında; ünlü düşünür, aydın, bilimadamı, yazar, şair ve sanatçılardan konuyla ilgili alıntılar; birkaç karikatür; başta ateizm üzerine olmak üzere konuyla ilgili ansiklopedik bilgiler; konuyla ilgili 'tarihte bugün' notları ve her sayfada Ay'ın evrelerini görebileceğiniz bir ay takvimi de bulunuyor.

Üstelik fiyatı çift haneli sayılarda seyreden diğer örneklerinin yanında, sadece 4 TL.

22 Aralık 2009

2009'da Hayatıma Giren 30 "Şey"

Koca bir seneyi daha geride bırakırken, geçtiğimiz yıl yaptığım gibi bir geriye dönüp bakayım dedim; neler olmuş diye. "Yeni Yıl Hedefleri"min 25'inden bu kez sadece 5.5'unu gerçekleştirebilmişim ne yazık ki. Ama gerçekleştiremediğim 20'ye yakın şey bir yana; aşağıda listelediğim 30 "şey" 2009 yılı içinde hayatıma girerek, güzelleştirmiş beni. (Geçen yılın listesi için tıklayın...)

30 Rock: Mezuniyet öncesi Sabancı hayatımı renklendiren son dizilerden biridir kendisi. İki yıl (hatta şu an üç oldu) üst üste En İyi Komedi Dizisi ödüllerini silip süpürdüğü için meraktan başladığım, itiraf ediyorum, ilk birkaç bölümünde gülümseme lütfunu bile göstermediğim, fakat sonra bağımlılık haline gelen ve beni kahkahaya boğan, ultra-karakter-odaklı, şu an dördüncü sezonu yayınlanmakta olan dizi.

(500) Days of Summer: Hayatımın ikinci "Juno"su... Başta harika senaryosu ve indie soundtrack albümüyle kalbime giren, Zooey Deschanel ve Joseph Gordon-Levitt'in başrollerinde oynadığı romantik ve sımsıcak film.

Accidentally on Purpose: Bu sezon başlayan dizilerden, "Cougar Town" ile birlikte takip etmeye başladığım ikinci komedi dizisi. "Dharma & Greg"den sonra kendini özleten Jenna Elfman'ı hayatıma geri sokan şirin sit-com.

All American Rejects: Alışveriş merkezi otoparkında araba kaybetme macerası sonrası (bkz. Sezin Zehra Beldağ), sessiz bir eve dönüş yolculuğunda radyoda çalmış olan "Gives You Hell" şarkısı ile tanıştığım soft-rock grubu.

Axe Dark Temptation: Avrupa versiyonu Lynx'in harika videolarından mıdır, dünya çapındaki çikolata adam kampanyalarından mıdır bilmiyorum, kullandığım zaman kendimi çok mükemmel hissettiğim deodorant. Çikolata yemektense, kendimi kokluyorum, belki de o yüzden iyi geliyor.

Beirut: Anıl sayesinde duyduğum "Elephant Gun" ve "Nantes" şarkıları ile tanıştığım Balkan müziği yapan Amerikalı indie grup.

Big Bang Theory: Son sınıfın ilk final haftasında, "Final Haftası Öncesi Yeni Diziye Başlama" geleneğine uyarak izlemeye başladığım "Smart is the new sexy." sloganlı zekice dizi. I love Sheldon Cooper.

Bora Uzer: Almul sayesinde keşfettiğim, ve B.1 albümü mükemmel olan insan.

Dükkan Burger: Cadde'ye şube açtığından beri benim için hamburgerin adresi. (Kızılkayalar'ın yeri ayrı.)

FlashForward: Bu sezon başlayan dizilerden, takip etmeyi tercih ettiğim tek drama dizisi. İlginç konusu, postapokaliptik (bayılıyorum bu kelimeye) pilot bölümü ve bilimsel kurgusal moduyla heyecanıma heyecan katan dizi.

Fringe: "Final Haftası Öncesi Yeni Diziye Başlama" geleneğinin "Bitirme Projesi Teslimi Öncesi Yeni Diziye Başlama" versiyonu olarak hayatıma sokmayı seçtiğim, Walter Bishop gibi inanılmaz bir karakteri de eşantiyon olarak veren bilimkurgu dizisi. Lost'un yapımcılarından...

Inglourious Basterds: Henüz seyretmiş olduğum en iyi 2009 filmi. Aynı zamanda Sinema dergisinin "Son 15 Yılın En İyi 100 Filmi" anketine girebilmiş olan tek 2009 filmi. Quentin Tarantino imzalı, Christoph Waltz'un efsane performansıyla şenlenen bir sinemasal.

Jason Bourne: D&R'ın ilk iki filmi 4.99, son filmi sie 9.99'a alabilmemi sağlayan indirimleri sonrası arşivime kattığım; aldığım gün tükettiğim ajan filmi serisi. "Matt Damon, Jason Bourne'a hayat veriyor." "Bourne Identity" (2002), "Bourne Supremacy" (2004) ve 3 Oscarlı "Bourne Ultimatum" (2007)un her biri bir solukta izlenebilecek, sürükleyici filmler. Jason Bourne'un ise merdivenden yürüyerek, hadi bilemedin koşarak inmesinin nasip olmadığı seri ayrıca. Genelde araba ve motosiklet gibi araçları tercih ediyor.

Jay Jay Johansson: Tipi hiç hoşuma gitmese de, "I Want Some Fun" şarkısı ile kalbimi fethetmiş insan.

Juss: Bütün yıl şirketten para almakla suçlandığım, ama vallahi almadığım, sadece sevdiğim için reklamını yaptığım meyve suyu markası. Hele o vişne suyu... Hem kolay dökülüyor, hem tadı harika... Daha ne ister insan. (Kayısısını beğenmedim, olumsuz bir şey söylemem şartsa.)

Kolpa: Jolly Joker Balans'taki performanslarıyla tanıdığım, hayranları olduğum; sonra albümlerini alıp kop-koptuğum müzik grubu. İlkler özel olur derler, blogumdaki ilk röportajı da Sabancı Üniversitesi performansları öncesi kendileriyle yapmış bulunmaktayım.

Late O'Clock: Adını koyduğum, "Mor ve Ötesi Akustik" projesi sayesinde Berker, Cihan, Oğuzcan ve Onat ile beraber kurduğum grup. Geç kurulmuş grup. Benim için çok özel olan grup. Yeni vokali Ayça'nın benden on kat iyi olduğu grup.

Music Is My Hot Hot Sex: Çokça eğlenceli, fazlasıyla sexy, komik sözlere sahip, kop-kop şarkı. Kendimi her iyi hissettiğimde dinlemek istediğim eser(?).

Müzikus Tabelası: Geçtiğimiz dönemin başkanı Kaan sayesinde tüm Müzikuslular'ın hayatına girmiş, okulumuza trafik levhası olarak asılmış, 60 cm'lik örnekleri odalarımızı süslemiş, 15 cm'lik versiyonları şirin şirin raflarımızda yerini almış olan, üçgen kesilmiş birer metal parçasından çok daha fazlasını ifade eden kulüp logosu formatı.

Per Fly: Aarhus'tan aldığım üçlemesi ("Bænken", "Arven", "Drabet") ile beğenimi kazanmış Danimarkalı yönetmen.

Rufus Wainwright: Nisan ayında dinlediğim "Rebel Prince" ile hayran olduğum, tüm şarkılarında huzur bulduğum, soundtrack şarkılarını severek takip ettiğim Kanadalı şarkıcı.

Serum: Mart ayında Pigastro'da yediğim köftelerden zehirlenmem sonucu ilkini yediğim, daha sonra iflah olmaz bademciklerimin sürekli iltihaplanması sonucu ayda bir koluma bağlanan hayat kurtarıcım. Bu sene 6 kere münasebetim olan (Olympos tatilinde bile ayrılamadığım), fakat aramızdaki duygusal ilişkiye Eylül'de geçirdiğim bademcik ameliyatı sonucu bir son verdiğim sağlık sektörü malzemesi.

Starbucks Filtre Kahve: "Starbucks Kahve Sohbetleri" ile hakkında daha fazla bilgi edindiğim ve artık her sabah (duruma göre günde 2 ya da 3 kere) içtiğim, bağımlısı olduğum aromalı çekirdek kahveler. Favorim "Tanzania" olsa da, bulunmadığı zamanlarda "Kenya" da iyi gidiyor.

Thales: Geçtiğimiz yılın tüm Müzikus içmelerinin vuku bulduğu, KoroSU'09'a da veda ettiğimiz pek güzel bar. Taksim'in türkü barlarının arasına saklanmış kötü bir konuma sahip olsa da alternatif bir mekan kendisi. Hele ki ucuza içkiye doyabileceğiniz shot geceleri kaçırılmamalı.

Tiger: Kötüleyip kötüleyip sonunda teslim olduğum, ve giyince çok beğendiğim şeylerden bir yenisi. Çokça rahat ve çokça sevimli spor ayakkabı markası.

Tina Fey: "30 Rock" ile birlikte hayatıma girmiş olan hayatımın-kadınısın kişisi. Oyunculuğuyla, yapımcılığıyla, yazarlığıyla ve özellikle yaratıcılığıyla beni benden almış insan. Günümüzün en komik kadınlarından.

Tuğla: Nam-ı diğer "Sabancı Üniversitesi Ders Dışı Öğrenci Etkinlikleri Ödülü". Mezun olurkene iki tanesine birden sahip olarak duygu dolu anlar yaşadığım ve Tuğçe'ye çok çok teşekkür etmem gerektiğini bildiğim, şu anda odamın en güzel yerinde duran ödül.

Twilight: Bu yılın "guilty-pleasure"ı olarak listede yer alan gençlik serisi. (Yine geçen yılkinden iyidir. (bkz. High School Musical)) Hem Stephenie Meyer'ın yazdığı romanlarla, hem de onlardan uyarlanan filmlerle bir fenomen haline gelen vampir-kurtadam-genç kız aşk üçgeni.

Uludağ Limonata: Aslında ilkini 2008'de içtiğim, fakat bu yaz (özellikle de cam şişe verisyonunun çıkmasıyla) bağımlılık haline gelen içecek.

Yasemin Mori: Yılın ilk aylarında tekrar tekrar dinlediğim şarkılarını pek sevdiğim şirin şarkıcı.

18 Aralık 2009

Sinema Dolu İki Haftanın Ardından...

Aralık ayının ilk haftaları, farkında olan İstanbullu sinemaseverler için dopdoluydu. 4-10 Aralık tarihleri arasındaki 2. İtalyan Film Haftası ve 11-17 Aralık tarihleri arasındaki 12. Sinema-Tarih Buluşması peşpeşe, Alkazar Sineması'ndaydı.

İtalya'nın ve Roma'nın önemli festivallerinden olan Med Film Festival'in uluslarası ayaklarından birini geçtiğimiz yıl İstanbul'a taşımasıyla gerçekleşmeye başlayan ve yine İstanbul İtalyan Kültür Merkezi'nin katkısı ile bu yıl ikinci kez gerçekleşen "İtalyan Filmleri Haftası"nın programında 10 uzun metrajlı kurmaca film, 5 belgesel ve 10 kısa film vardı. Alkazar Sineması'nda ve Pera Müzesi'nde ücretsiz olarak gerçekleştirilen gösterimler, 2009 İtalyan Sineması'nın öne çıkan fakat ülkemizde vizyona girmeyen filmlerini izleme fırsatı sundu. Bense ne yazık ki 10 filmden yalnızca ikisini izleme fırsatı buldum.

Ex (Yön: Fausto Brizzi): Filmi İtalya'nın "Love Actually"si olarak yorumlamak ziyadesiyle mümkün. Filmin başında her birini ateşli bir şekilde öpüşürken gördüğümüz 6 çiftin, açılış sekansı sırasında geçen yıllardan sonra birbirlerinin "Ex"i olmasıyla başlıyor her şey. "Ex" kavramının bize ne ifade ettiği, aslında gidenlerin bir parçasının hep kalanlarda kaldığını anlatan hoş ve sımsıcak bir film. Ayrıca Amerikan ve İngiliz türdaşları gibi güzel seçilmiş şarkılardan oluşan romantik bir soundtrack'e sahip. "Ex", İtalyan Akademisi Ödülleri David Ödülleri'ne "En İyi Film" dahil 9 dalda aday gösterilmiş.

Giulia non esce la sera (Yön: Giuseppe Piccioni): Yazma kabızlığı çeken başarılı bir yazar, prestijli bir ödül için rekabet ettiği genç bir yazar, yüzme derslerinde tanışılan gizemli bir kadın, kadının geçmişini keşfetmemiz, yazarın da ailevi sorunlarından kaçmak için kadının geçmişini keşfetmek istemesi... Sıkıcı duruyor değil mi? Öyleydi bence de.

TÜRSAK tarafından bu yıl 12.si düzenlenen "Sinema-Tarih Buluşması" programında ise 30 film bulunuyordu. Bunlardan üçü özel bir ödül alan Zeki Demirkubuz'un filmlerinden oluşuyordu. Programda yer alacağını duyduğumda oldukça heyecanlandığım "Road"un ise son anda programdan çıkarılması beni oldukça üzdü. Yine de, "Young Victoria", "Tetro", "El secreto de sus ojos" gibi yılın uluslararsı festivallerin programlarında yer alan önemli filmleri gösterildi Alkazar Sienması ve Fransız Kültür Merkezi'nde. 4 film ile Polonya Sineması'na ayrılan özel bir bölümün de bulunduğu festivalde, "İnsan Hakları", "Yeni Keşifler", "Dünya Festivallerinden" ve "Avrupa Kültürleri Buluşması" adlı bölümler bulunuyordu. Ben de 5 film izleyebildim Alkazar'da geçirdiğim 2 gün boyunca.

"De laatste dagen van Emma Blank" (Yön: Alex van Warmerdam): Tuhaflıklarla dolu bir Hollanda filmiydi "Emma Blank'ın Son Günleri". Ölmek üzere olan bir kadın, kahyası, aşçısı, hizmetçisi, himzetçisinin oğlu ve aslında bir insan olan köpeğinin tuhaflıklarla dolu günlerini izlediğimiz filmde; bu karakterler arasındaki garip ilişkilerin ve en sonunda tüm gerçeğin birer birer ortaya çıkması filmi gittikçe daha da tuhaf hale getiriyor. Çok sevdiğim Fransız filmi "Le temps qui reste"nin bir sahnesini ve "8 Femmes"daki evin içinde dönen entrikaları hatırlatması ile François Ozon'u da bol bol anmama neden olan film, ne kötü ne de iyiydi. Tuhaftı sadece...

"El secreto de sus ojos" (Yön: Juan José Campanella): Arjantin'in bu yıl Oscar'da yarışması için Akademi'ye yolladığı film olan "Gözlerindeki İz", upuzun bir film olmasına rağmen, ne sıkıcılaşan, ne de merakı, sürprizleri ve heyecanı dindiren bir film. Özellikle başroldeki Ricardo Darín ve yardımcı erkek oyuncularının perofrmansları ile dikkat çeken, makyajdaki başarısıyla da 20 yıla yayılan bir hikayeyi inandırıcılaştıran bir film. Kimi 'Türk Filmi' sahneler içerse de, özellikle seyirciyi öfkelendiren/meraklandıran olay örgüsü ve yerinden oynatan kovalamaca sahneleriyle, esprileriyle güzel bir senaryoya sahip. Ülkesinin en önemli sinema ödülü olan Clarin Ödülleri'nden "En İyi Film" dahil aday olduğu 9 dalda da ödülle dönen "El secreto de susu ojos"; umarım aday olmasa bile, Oscar macerasında da en azından kısa listeye girecektir.

"Original" (Yön: Alexander Brøndsted & Antonio Tublen): Danimarkalı ikilinin İsveç ve Danimarka'da çektiği ilk filmleri "Original", gerçekten de orijinal bir film. IKEA'nın sinemasal anlamda kullanımı, Jesper Christensen'in 3'ü de birbirinden komik 3 farklı rolde karşımıza çıkışı, senaryonun absürdlüklerle ve İskandinav esprileriyle dolu oluşu ve Sverrir Gudnasson'un saf görünümünü yeteneğiyle birleştirdiği oyunculuğu sevdiğim Nordic Sineması'ndan çok güzel bir örnekti. Danimarka'nın "..."ı diyebilirim ama, filmin adını söylediğim anda çok pis spoiler olur.

"Flickan" (Yön: Fredrik Eldfeldt): İsveçli yönetmenin ilk filmi olan "Flickan", ailesi 2 aylığına Afrika'ya giden, fakat yaşı küçük olduğu için onlarla gidemeyen 9.5 yaşındaki bir kızın hikayesini anlatıyor. Alkolik halası, ona bakması gerekirken sevgilisi ile tatile çıkınca evde yalnız kalan, hayatı öğrenmeye çalışsa da olaylara, dünyaya haliyle çocukça bakan bir kızın hikayesi. "Låt den rätte komma in"deki çalışmasıyla gönülleri fetheden görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema'nın görntüleri ve Blanca Engström'ün yaşına göre efsanevi oyunculuğuyla güzel ve 'olmuş' bir film.

"Young Victoria" (Yön: Jean-Marc Vallée): Hayatımın filmlerinden "C.R.A.Z.Y."nin yönetmeninin ellerinde çıkma bir dönem filmi olan "Young Victoria", türünün son zamanlardaki İngiliz tarihiyle muhattap olan sıkıcı örneklerine göre ("Elizabeth: The Golden Age", "Other Boleyn Girl") çok sürükleyici, çok akıcı ve çok kısaydı. Emily Blunt'ın geçtiğimiz gün Altın Küre'ye aday gösterilen performansı ve ona eşlik eden, bu yıl "Chéri"de de izlediğimiz Rupert Friend ile olan uyumu filmi izlenilir kılan başlıca unsurdu. Yalnızca kostümleri ile değil; Jim Broadbent, Miranda Richardson, Jesper Christensen ve Paul Bettany gibi ünlü oyuncuların da bulunduğu kadrosu ile de göz kamaştırıyordu film. Bazıları İngiliz tahtında en uzun süre kalmış hükümdar olan Kraliçe Victoria'nın tahta çıkışını anlatan bir 'tarih dersi'ne benzetebilir filmi. ama ne olursa olsun, ben bu dersten çok zevk aldım. Hani çok iyi, sevilen ve ezberden uzak bir şekilde ders anlatan bir hocanın dersi gibi...

Festivallerin geneliyle ilgili olaraksa söylenilmesi gereken birkaç şey var. Öncelikle, "İtalyan Filmleri Haftası" boyunca filmleri bedava göstermiş olabilirler, tamam, ama bu altyazıların hiçbir anlam ifade etmeyen ve yanlışlarla dolu cümlelerden oluşması için bir bahane olmamalı. İtalyanca bilgim 3 tense ile sınırlı olabilir ama ben bile anladım orada öyle demediklerini. "Sinema-Tarih" buluşmasında ise seyircinin ilgisizliği dışında eleştirilecek hiçbir şey yoktu. Nisan ayında İstanbul Film Festivali'ne binlerce insanın katıldığı, biletlerin kapılışdığı; Ekim'deki "Filmekimi"nde ve Şubat'taki "!F"te de benzer bir ilginin olduğu bir kentte, bu ilgizliğin nedeni yeterli tanıtımın yapılmamış olması olabilir. Sanırım o konuda TÜRSAK'ın biraz daha yardıma ihtiyacı var.

Sanırım "!F"e kadar bekliyoruz sinemaseverler...

16 Aralık 2009

Sakin Röportajı

Dinlediğim ilk Sakin şarkısı olan “Denek Hayatım”ı ilk kez Şubat 2008’de, Rolling Stone Türkiye’nin hediye ettiği CD’de dinledim ve hayran oldum onlara. Daha sonra “Hayat” adındaki albümleriyle geldiler ve bu güzelliğin tek şarkıdan ibaret olmadığını gösterdiler. 1999 yılında Onur Özdemir (vokal, gitar) ve Özdemir Dereli (gitar) tarafından kurulan, indie rock müziğimizin en başarılı ve sevilen gruplarından Sakin’e daha sonra Cenker Kökten (bas gitar) ve Soner Özışık (davul ve back-vokal) katılmış. Nisan 2008’de çıkardıkları “Hayat” adını taşıyan albümlerinden “Edepsiz Komedya”, “Denek Hayatım” ve “İkarus Başarsa” şarkılarının videolarını ekranlarda gördüğümüz grup, şu sıralar 2010’da çıkacak ikinci albümlerinin ön hazırlığını yapmakta.


10 Kasım 2009’da Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi’nde verdikleri konser sonrasında tanışma fırsatı bulduğum birbirinden sıcakkanlı grup üyeleriyle 4 Aralık 2009’da Rakun Müzik ofisinde sohbet ettik.

Grubu ilk olarak Onur ve Özdemir kurmuş. Sizin tanışmanız nasıl oldu ve sonra diğerlerinin aranıza katılmasıyla Sakin nasıl oluştu?

ÖZDEMİR: Aslında 3 kişi olarak başladık. Çağrı (Küçükyıldız) ve Onur Bursa’dan arkadaşlar. Ben İstanbul’a geldiğimde, hazırlıkta aynı sınıftaydık. O şekilde, stüdyoya girip çalmak üzere buluştuk bir gün. Sonra herkes kendi okullarına gitti. Çağrı da Tuzla’ya gitti, gemi-güverte bölümüne. Ben bir şekilde Soner’le, Onur da Cenker’le tanıştı, birbirimizi bulduk.

Soner gelene kadar birçok farklı davulcu ile çalışmışsınız…
ONUR: Çok değil aslında, Soner dördüncü sayılır. Soner gelmeden önce evde kendimiz çalıp bir şeyler kaydetmeye, demo yapmaya uğraşıyorduk. O yüzden çok davulcu ihtiyacımız da yoktu açıkçası.
ÖZDEMİR: Konser vermiyorduk sonuçta, beste için çalışıyorduk. Bar programlarımız da yoktu o dönemlerde. O yüzden evde çalarken bilgisayardan yardım alıyorduk. Soner’den önce mesela Emre’yle (Yıldız) çaldık bir ara, Badem’in davulcusu.

‘mor ve ötesi’ ile tanışmanız nasıl oldu?

ONUR: ‘mor ve ötesi’yle ben lisedeyken tanışmıştım. Bursa’da bir konserleri olacaktı. Ben de o konserde onlara yardım etmiştim. Oradan bir arkadaşlığımız vardı. Ondan sonrasında da ben arada İstanbul’a geldiğimde Harun ve Kerem’le görüşüyordum. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne geldiğimde, Harun da Felsefe Bölümü’nde okuyordu. Ortak derslerde de görüşüyorduk.

‘mor ve ötesi’nin size ve müziğinize kattığı ne gibi şeyler var?

ONUR: Çok reel bir müzikal paylaşımımız büyük ölçüde olmadı. Arslonga diye yeni bir grup var mesela, oradaki Sinan benim yakın arkadaşımdır ve onlarla büyük bir müzikal paylaşım içindeyiz. ‘mor ve ötesi’yle paylaşımımız, katkı ya da etkileşimin ötesinde daha çok şunun gibiydi: Demolarımızı kaydediyorduk ve özellikle Harun’la belli aralıklarla görüşüyorduk arkadaşça. Beraber bir şeyler dinliyor, dinlediklerimiz üzerine yorumlarımızı paylaşıyorduk.
SONER: Prodüktörümüz Volkan Gürkan, ‘mor ve ötesi’nin eski prodüktörü. Onunla tanışmamıza vesile oldular. Öyle bir katkıları oldu.
ONUR: Bir de albümde şarkıların son duyulan haline dair özellikle Harun’un - belli şeylerde Kerem ve Burak’ın da - katkıları olmuştur. Özellikle albüm süreci başladıktan sonra çok daha reel tavsiyeleri ve nasıl duyulması gerektiğine dair fikirleri olmuştur. Ondan öncesinde daha çok bizi uzaktan takip eden, bizden daha büyük ve müziği bizden daha iyi bilen ağabeylerimiz gibiydiler ama albüm sürecine başladıktan sonra ‘şu şarkı böyle duyulursa hoş olur’ gibi tavsiyeleriyle daha fazla şeyler yaptık birlikte.

Birçok insan Sakin’i tanımlarken “‘mor ve ötesi’nin ilk zamanları gibi” benzetmesini kullanıyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu, ya da siz kendinizi benzetiyor musunuz?

ÖZDEMİR: Ben hiç rahatsız olmuyorum, rahatsız olan da yoktur herhalde.
CENKER: Ben zaten benzetmediğim için rahatsız olmuyorum. Benzetenler belli bir şeylerle benzetiyor bizi. Duruşla, verilen temalarla, fikirlerle. O benzerlik güzel bir benzerlik.
ONUR: Bir taraftan da şöyle bir şey var. Türkiye’ye baktığınızda bir fenomen olarak rock, ne kadar büyük ve genişleyen bir müzik türü olsa da çok belli eğilimleri olan insanlardan oluşuyor. Onların birkaçından olmadığımızda, geriye kalan tek alternatif ‘mor ve ötesi’… İyi ya da kötü müzikten bahsetmiyorum, ama insanların genel algıları ya da kaygıları hep aynı tarz sözler, aynı tarz yorumlar, aynı tarz cevaplar… Bence insanların yaptığı benzetmenin kaynağı sadece müziğin nasıl duyulduğundan öte bir şey. Sözlerinde belli bir incelik taşımaya çalışan, müzikal yorumunda belli bir incelik taşımaya çalışan bir grup olduğumuz için olabilir. Yoksa ‘mor ve ötesi’ne sound olarak benzediğimizden değil.
CENKER: Çok doğru, Türkiye’de 3 ayrı tarzda, 3 büyük rock gurubu varsa; bizim de en yakın olduğumuz onlar. O yüzden benzetiliyoruz.
ONUR: Şarkı sözlerinde ‘dilber’ ya da ‘hatun’ diye bir şey demiyorsan, “bir küçük hayat resmi yaratmak”tan bahsediyorsan; seni benzetecekleri isim Duman ya da Athena olamaz. ‘mor ve ötesi’ olacaktır. Ya ‘mor ve ötesi’, ya da… Bak akla gelmiyor işte. Bundan 5 sene sonra da başka bir grubu Sakin’e benzetecekler belki. Arslonga’yı da Sakin’e benzetiyorlar mesela, hiçbir alakası yok.
ÖZDEMİR: Bir de bir şey söylenmesi gerekiyor. En kolay anlatma yolu olduğu için.
ONUR: lastfm’de mesela benzer sanatçılar arasında Gece var. Gece de arkadaşlarımız, ama müzikal olarak hiçbir benzerlik görmüyorum ben. Yasemin Mori var, Redd var… Redd mesela hiç dinlemem, bilmem. Ama insanlar bir şey görüyor, bir bağ kuruyor demek ki. Kafasında belli bir ortaklık oluyor, ama rahatsız edici değil, rahatsız olmayız.

Bestelerinizi nasıl yapıyorsunuz, şarkılar kimden çıkıp nasıl oluşuyor?
CENKER: Genelde Onur’dan çıkıyor, sonra hep birlikte bir beyin fırtınası yaparak, çalarak, çalarak halledemediğimiz yerleri konuşarak son haline getiriyoruz. Genelde şu zamana kadar hep böyle yaptık. Mesela Özdemir’in, Soner’in, benim bestelerimiz gelebilir. Ama genelde fabrika Onur olduğu için…
ONUR: Bir de genelde nasıl sanat yapmamız gerektiğine dair kendi aramızda bir şeyler konuşuruz. Şunu deneyelim bunu deneyelim diye. Ama 4 kişinin stüdyoya girip çekirdek halinden müziği birlikte yazıp son haline getirme aşaması genelde en azından benim çok beklediğim ve ümit ettiğim kadar iyi sonuçlar doğurmuyor. Hem belli bir bütünlük, belli bir üslup hem de müziğin belli bir homojenliği koruması ve grubun o ana kadar yaptığı bestelerin kalitesiyle karşılaştırdığında ortaya sunması gereken özgüven o kadar olmuyor şarkılarda. Hem zaten benim dışarıda arkadaşlarımdan ve böyle çalışan gruplardan bu şekilde ortaya çıktığını bildiğim şarkıları da çok beğenmiyorum. Biz yaptığımızda da güzel olmuyor. Genelde bir kişinin, çok büyük değil de, şarkının hallice bir kısmını ortaya çıkarıp ortaya sunması daha güzel sonuçlar doğruyor.
ÖZDEMİR: Diğerleri de o halledilmiş kısmı sevebildiği takdirde beraber büyüyor zaten. Ama sıfırdan bir şey yapmaya kalktığında sanırım fikirler biraz çarpışıyor, hepsini aynı anda sergilediğinde bütünlüğü yakalayamıyorsun galiba.
ONUR: Bir de şarkı yazmaya dair bir gerçek var. 4 kişi oturup, “Hadi çok güzel bir şarkı yazalım!” diyemiyorsun. Ne melodiye o kadar samimi ve açık şekilde yaklaşabiliyorsun, ne de her birimiz onun ne kadar iyi olduğu konusunda karar veremiyoruz o anda. Biz beraber bir şey kaydettikten sonra, anca gece mp3ünü tek başımıza dinlediğimizde onun güzel bir şey olup olmadığına dair samimi bir şekilde fikrimizi belirtebiliyoruz. Sonuç olarak yine kişisel olarak beğenip beğenmememize bağlı oluyor yaptığımız şeyin son halini alması.

“Hayat” dinleyenleriniz tarafından merakla beklenen bir albümdü. Beklentileri karşıladı mı sizce?
ONUR: Bir ölçüde evet, bir ölçüde hayır… Demolarımızdaki o sıcaklığı ve küçüklüğü seven insanlar da var ve onlar albümde ortaya çıkan şeyden pek mutlu olmadılar. Ama bekleyenler açısından bakıldığında büyük ölçüde beğenildi. Ama bizim için önemli olan her çıkardığın eserin yeni bir şey olması. Ve ortaya çıkan o yeni şeyin, yeni dinleyicisinden alacağı eleştiri ve puan. O yüzden albüm öncesinde bizi bekleyen insanlardan çok, albüm sonrasında bizi o şarkılarla, o versiyonlarla keşfedip bize dönen şey daha önemli.
SONER: Daha önceden demoları beğenenler arasında, o şarkıların kendi keşfettiği bir şey olarak kalmasını istediği için daha çok kişinin dinlemesinden rahatsız olan bir grup var. Albümdeki şey ona o kadar sıcak gelmiyor, daha fazla kişiye yayılan bir şey olarak gördüğü için. Albümdeki sound onlara çok hitap etmiyor ama demolardaki amatör soundu daha çok seviyorlar. Ama demolardaki gibi bir şey çıkarmak istesek; albüm çıkarmaz, demoları yayınlardık. Zaten albüm çıkınca kimse “Şarkı asıl budur, atın demoları!” demiyor. Şarkıların kendi tarihi var sonuçta. Onlar da kendilerine göre bir değişim geçiriyor zamanla. Her şarkıyı dinlediğin farklı yer ve zamanın sana farklı şeyler hissettirmesi gibi, farklı kayıtlarda da farklı şeyler hissetmişizdir biz. Farklı bir şey çıkmıştır ortaya.
ÖZDEMİR: Kayıt süreci öncesi bizi demolarla yakalayan insanlar ve kayıttan sonra yakalayan insanlar da eninde sonunda o şarkıyı beraber paylaşır hale geliyorlar. O nedenle orada asıl önemli olan şarkı oluyor. Kaydın nasıl yapıldığı ikinci planda oluyor. Önemli olan o insanların farklı dönemlerden de olsa, ya da farklı halleriyle de olsa aynı şarkıyı paylaşabilmeleri, konuşabilmeleri bence.



Albümde cover yok. İzlediğim konserlerinizde de denk gelmedim. İleride cover koymayı düşünür müsünüz albüme?

CENKER: Öyle bir düşüncemiz bugüne kadar pek olmadı aslında. Çünkü bestelerimizi seviyoruz ve albümlerimizde öncelikle yer almasını istediğimiz şeyler besteler oluyor. Coverlar genelde konserlerin sürprizi ve dinleyenlere hediye olmasını düşünerek yaptığımız şeyler oluyor.
ONUR: Zaten böyle bir karar alsak ve neyi koyacağımızı konuşacak olsak, biri bir şarkıyı çok sevdiğini söylese, eminim içimizden biri o şarkıyı hiç beğenmeyecek. Kaldı ki, kendi şarkılarımızdan bile albüme neyin konması gerektiğini tartışırken arkada kalan bestelerimiz oluyorken, kimse de çıkıp bir tane de cover olsun demez. Şu an yeni albüm için oluşan şarkılarımız var mesela, onlar bile neredeyse doldurdu kotayı. Hangisini atmamız ya da koymamız gerektiğini düşünüyoruz ve tartışıyoruz. Konserlerimizde cover çalıyoruz arada. Mesela en son Manic Street Preachers’dan “For Life” çaldık. Neyden etkileniyorsak o dönemde, onları çaldığımız oluyor.
SONER: Bir de covera bakışımız; sevdiğimiz bir kişiye saygı göstergesi olması yönünde. O şarkının bize neler katabileceğini düşünüp, üzerinden stratejik bir karar verme derdinde değiliz. Saygı göstergesi olduğu için olayın aslı özü; albümde yaptığın şarkılarla da, onun kokusunu taşıyan bir şeyler yaratarak da gösterirsin saygını. Albüme Sezen Aksu şarkısı koymaktansa; ondan ne kadar beslendiğimizi gösteren kendi şarkımızı koymak aynı etkiyi yaratıyor bizim için. Ama onun dışında Sezen Aksu şarkısı coverlamayı istersek, ki isteriz, onu tribute albüm gibi bir projede kullanırız.
ONUR: Marketing kafasıyla öyle bir şey zaten olmaz. Ama diğer türlü, albümümüzden öte özel bir toplama albümüdür, koyarız. Öyle şeyleri özel anlar için yapmaktan mutluluk duyarız. Çünkü albüme cover koymak Türkiye’de çok pazarlama stratejisi olarak düşünülen bir hareket ve buna az çok biz de tanık olduk. O yüzden çok temkinliyiz, kolay kolay kalkışamayız.

2. albümünüz ne zaman çıkacak?

SONER: Ön çalışmalarını yapıyoruz şu anda. Şarkıları olabilecek son hallerine getirmeye çalışıyoruz. Daha sonra prodüktörle üzerinden geçeceğiz.
ONUR: 2010 Eylül’den önce değil kesinlikle. Daha “Laler Beyaz”ın videosunu yayınlamayı düşünüyoruz şu aralar. İlk albümü kapatmadık henüz.
SONER: Belki “Bu Defa”yı da yayınlarız.
CENKER: İlk albümden önce myspace’de bi demo dönmesi olmuştu. Belki bu albüm için de yaparız aynı şeyi, onu da konuşup karar vermedik daha. Bilmiyoruz. Çünkü albüm süreci uzadıkça, şarkıları sunma dürtünüz de son safhaya geliyor. ‘Hadi artık çıkaralım’ diyorsunuz. Konserlerde çalıyoruz mesela tek tük. O yüzden ilk albümde olduğu gibi myspace’e de koyabiliriz. Çünkü albüm çıkarmanın bizim dışımızda dönen uzun ve bunaltıcı bir süreci var.

Bir röportajınızda sizi en iyi anlatan şarkının “Kor Bir Ay” olduğunu, o yüzden albümün ilk şarkısı olduğunu söylemişsiniz. Nedir “Kor Bir Ay”ı özel yapan?

ONUR: Şarkının ne anlattığı veya nasıl bir an tanımladığının ötesinde; birincisi sound olarak, ikincisi de şarkının ne bir hit single özelliği taşıması, ne de basit ve çok ortalama bir şarkı olması, ikisinin arasında bir noktada olması bizi çok cezbetti. Eğer birinci şarkıyı “Denek Hayatım” yapıyor olsaydık, birçok insan gibi A1 koymuş olacaktık. A1 olmayan, ama bir yandan da çok iddiasız bir şarkı olmayan, hem de garip bir nakaratı olan, 2 kez nakaratı tekrarlayıp bitiveren bir şarkı “Kor Bir Ay”. Bizim durmak istediğimiz yere yakın, daha doğrusu durmamak istediğimiz yerleri çok ortaya sunan bir şey. 3 bölüm kıtası var ama 2 kere nakaratı tekrarlayıp bitiyor. Birçok insandan neden şarkının tekrar dönmediğine dair yorumlar aldık mesela. Ayrıca bizim melodik olarak durduğumuz yeri de çok güzel tanımlayan bir şarkı gerçekten. Ne “Edepsiz Komedya” gibi, ne de “Yağmur Güncesi” gibi bir yerde. Çok kompakt bir şarkı, o yüzden istedik. Sakin’in müziğine gerçekten giriş sunan bir şarkı bizim için.

Tren kazasından sonra şarkı yazmak… “Denek Hayatım”da olduğu gibi, bu tarz spesifik bir toplumsal olay üzerine yazılan başka şarkılarınız var mı ya da olacak mı?

SONER: Var, ikinci albümde de olacak böyle bir şarkı. Ama genel olarak o tarz bir olaydan sonra çıkan şarkıların sunduğu şey çok fazla ‘böyle bir olay oldu, orada şu yanlışlar yapıldı” kadar didaktik değil de, o durumda kalmış bir insanın neler hissedebileceğiyle ilgili bir şeyler ortaya sunmak. “Şöyle bir olay oldu, haydi buna bir şarkı yapalım.” gibi bir tavrımız yok.
ONUR: Şey çok güzel bir his mesela… Konsere gelen insanların büyük ihtimalle büyük bir çoğunluğu “Denek Hayatım”ın neyin üzerine yazıldığını bilmelerine rağmen konserde içip deliler gibi dans ederken bu bir kere bile akıllarına gelmiyor. Biz belki de böyle bir his yakalamak istiyoruz. Albümü ilk aldığında, birkaç kez dinlediğinde ‘bunlar da politik bir grupmuş’ hissiyatına düşüp, sonra şarkıyı 100 kere dinledikten sonra böyle bir şeyi hiç kanıksamadan konsere geldiğinde eğleniyor oluşu bizim tam da şarkıda aradığımız ortalama duruş aslında. Ne slogan atan bir şey yapmak, ne de çok vurdumduymaz, aşkla-meşkle ilgili şarkılar yapmak. İkisinin arasında yer almak. Keza ilk albümde de “Dönsün” mesela yazıldığı dönem itibariyle bizim için spesifik bir olaya bir reaksiyondur ama o reaksiyon üzerinden okumayıp da şarkıya bayılan insanlar var. Öyle bir duruş.


Indie müzik son yıllarda özellikle bağımsız filmlerin soundtracklerinde çok kullanılıyor. “Juno”, “(500) Days of Summer” gibi filmler mesela… Hatta bazı grup ya da şarkıların filmlerle özdeşleştiği oluyor. Türk sinemasında da bu tarz şeyler olacak mı sizce? Ve siz soundtrack yapmayı düşünür müsünüz?

CENKER: Türkiye’de de olur bence, oluyor da zaten yavaş yavaş. Tek bir grubun ya da tek kişinin tüm soundtracki yapması değil de, toplama albümler olarak başladı en azından. Biz de isteriz bence, neden istemeyelim. Baştan sona da olabilir, tek bir şarkı da olabilir.
ONUR: Ama buna dikkat edecek yönetmenler için biraz daha zamanımız var gibi geliyor bana. Film tadında bir müzik belgeselini bile ilk Fatih Akın yaptı, ona da ne kadar Türk denilebilir bilmiyorum. Türkiye’de onu kaldırabilecek bir yönetmenin baya bir alternatif sinema kafasında olması lazım. Onun yanında iyi müzik dinleyen yönetmenler var tabi. Çağan Irmak mesela… Sanırım yurtdışındaki gibi, müzikal yaklaşıma açıklık ve bir müzisyen kadar sıra dışı şeyler düşünebilen bir yönetmen kafası düşünemiyorum, bilmiyorum.

(Soner’e) Davulcu-back-vokal fazla alışıldık bir şey değil. Zorlukları var mı?
SONER: Çok yok. Ben zaten hep vokal yapmak istemişimdir. Hatta davula başlamadan, evde hep şarkı söylerdim. Davul çalışırken de benim çalıştığım metotlarda çaldığın şeyi söylüyorsun bir şekilde. Öyle artıları oldu. Büyük ihtimalle benim eğitimim sırasında izlediğim yol rahatlattı. Türkiye’de çok yok aslında, Kerim Çaplı vardı mesela. Dünyada var çok örnekleri. Hatta Phil Collins var…

(Soner’e) Birçok şarkıda oldukça dikkat çekici davul partileri var. Bunları kendin mi yazıyorsun, yoksa gruptakilerin de katkısı oluyor mu?

SONER: Oluyor gruptakilerin katkısı. Mesela Onur bazı şarkıları ilk getirdiğinde bilgisayardan bulduğu looplarla geldiği oluyor. Benim onları taklit ettiğim olabiliyor. Ama %90’ı kendi bulduğum şeyler oluyor.

(Onur’a) Felsefe okumamış olsaydın, hayat görüşünde ve yazdığın sözlerde çok farklılık olur muydu?
ONUR: Olurdu kesinlikle. Şu açıdan söyleyeyim, eğer ben çok aristokrat bir ailenin oğlu olsaydım müzikle daha geç uğraşmaya başlayabilirdim. Ama felsefeyi yine de okurdum, ne okumak istiyorsam felsefenin üstüne okurdum onu. Felsefe okumayı ben matah bir iş ya da bir kimlik meselesi olarak değil de; bir temel, herkesin yapması gereken bir şey olarak görüyorum. Şimdi mesela sanat tarihiyle ilgileniyorum. Ve şu an felsefeyi geçmişimde kalmış bir şeyin ötesinde; genel olarak hayatımı izlerken yaptığım bütün tercihlerde, herhangi bir şeyi değerlendirmek konusunda bana sağlanmış bir yöntemler bütünlüğü olarak görüyorum. Yani okuma yazmayı öğreniyoruz ve çok matah bir şey gibi geliyor bir süre sonra –aslında çok zor bir şey- ve tüm gündelik hayatımızı onun temelinde ilerletiyoruz. Felsefe okumak da benim için öyle. Felsefe okumasaydım, hayır, kesinlikle böyle sözler yazamazdım.

Konser ve Röportaj Fotoğrafları: Cihan Avcı