21 Nisan 2008

27. İstanbul Film Festivali'nin Ardından...


Gördüğüm film sayısı her festivalde biraz daha artıyor. Bu festivalde toplam 16 filme bilet aldım; fakat sağlık sorunları nedeniyle Zeynep'in Sekiz Günü, Paris ve Elegy olmak üzere 3 filmin (özellikle Paris'i kaçırmam 39 derece ateşle yatarken gözlerimin dolmasına neden oldu) biletlerini yakmak zorunda kaldım. Gördüğüm 13 film arasında "Ne işim var lan benim burada?" dediğim hiçbir film olmadı, bu açıdansa oldukça mutluyum.

5 Nisan, Tropa de Elite: Fernando Meirelles'in "Cidade de Deus" filmi tadındaydı. Gerek mekan, gerek zaman, gerekse konunun birbirine benzemesi filmin orjinal oluşunu kesinlikle etkilememiş. Kendine özgü bir mizahı, kendine özgü bir draması ve kendine özgü aksiyon sahneleri vardı ve güzel bir açılış oldu benim için. Berlin'de altından bir ayının kendisine layık görülmesini bu yılki birçok ödülü yadırgadığımın aksine (bkz. Oscar, SİYAD) yadırgamadım. Not: Portekizceyi sevmiyorum.

6 Nisan, King of California: Bağımsız Amerikan filmlerinin çılgın-ebeveynler-ve-hayatla-yüzleşmek-zorunda-kalan-çocukları alt başlığına cuk oturan; uçuk kaçık bir filmdi. Bir Pazar sabahı için gayet hafif, eğlenceli, komik ve hafif duygusal... Not: Evan Rachel Wood gerçekten güzel.

8 Nisan, Katyn: İkinci Dünya Savaşı, Almanya, Rusya ve arada kalmış zavallı Polonya temalı, klasik bir duygu sömürücüsü savaş filmi. Bu seneki yabancı film dalında Oscar adayı filmlerden gördüğüm ikincisi olarak Katyn de beni derinden etkilemedi. (ki ilki ödülü kapan Die Falsher idi) Çok etkileyici sahneler (bkz. final sahnesi), güzel bir görüntü yönetmenliği, güzel müzikler vardı evet. Ama işte bu yılın en çok beğendiğim İngilizce-olmayan filmleri bile geçen yılkilerle kıyaslayamıyorum.

12 Nisan, Savages: İşte budur! "Little Miss Sunshine", "Juno" ve türevleri. Hepinizi seviyorum. Teoride Mahsun Kırmızıgül'ün "Beyaz Melek"te vermeye çalıştığı mesajı baz alan bir senaryo, bu kadar başarılı bir şekilde eli yüzü düzgün bir şeye benzetilebilir. Diablo Cody kadar olmasın, Tamara Jenkins o kadar güzel, o kadar mizahi ve o kadar sıcak bir senaryo yazmış ki, filmin en duygusal yerinde bile, ağlayacağınız yerde sıcak bir gülümseme buluyorsunuz suratınızda. Laura Linney, Philip Seymour Hoffman ve Philip Bosco'nun oyunculukları ve film için seçilmiş şarkılar gerçekten iyi. İyi vakit geçirmek istiyorsanız, festival boyunca en içten kahkaha attığım filmdi Savages.

12 Nisan, Inner Life of Martin Frost: Paul Auster film çekebiliyor muymuş diye gitmiştim. Çekebiliyormuş. Ama ne kadar iyi çekebiliyormuş orası tartışılır. Sıkılmadım, "neler oluyor?" demedim -ki sevdiğim bir yazar olmasına rağmen kitaplarını okurken ikisini de yaptığım olur- fakat tatmin olmuş bir şekilde de ayrılmadım salondan. Hafif (?) fantastik, hafif (?) değişik karakterlerle dolu ilginç bir filmdi işte. Not: Paul Auster'ın kızı da ne güzelmiş.

12 Nisan, Savage Grace: Bu hafta vizyona da giren, Julianne Moore'un başrolünde olduğu, tüm ahlak ve cinsellik anlayışlarını zorlayan, farklı ülkelerde farklı villalarda geçen; bir erkeğin din, dil, ırk, cinsiyet, akrabalık ilişkisi, TC kimlik numarası, hobi, zevk ve renk ayrımı gözetmeksizin kaç farklı insanla yatabileceğini özetleyen; işleniş tarzıyla değil belki ama işlediği konudan dolayı "neler oluyor?" dedirten bir filmdi. Eddie Redmayne adlı abimiz ileride değişik rollerde karşımıza çıkacakmış gibi geliyor.

16 Nisan, Be Kind Rewind: Michel Gondry, Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi bir başyapıtla karşımıza çıktığından olsa gerek sonrasında çektiği filmler birer birer hayal kırıklığına uğratıyor beni. "Science of Sleep"ten sonra "Be Kind Rewind" da beklentilerimin altında çıktı. Yine her zamanki gibi dekor ve kostümleriyle elişi derslerini andıran bir hayal gücü patlamasıyla karşımıza çıkmış Sayın Gondry. Ama Jack Black'in antipatikliğinden midir, yoksa ilk cümlede söylediğim sebepten midir bilmem; fikrin inanılmaz yaratıcılığına rağmen yıldıza boğamadım filmi. Ha çok eğlendim, o ayrı. Bir de inanmazsınız, sonunda ağladım.

17 Nisan, Grace Is Gone: 2007 filmlerinde Afganistan ve Irak lafını duymaktan gına geldi aslında. Ama bu kez durum farklıydı. Tek bir savaş görüntüsü göstermeden, tamamen geride kalanlara odaklanmıştı Grace Is Gone. Ve filmin başında öğrendiğimiz üzere, bu kez ölen asker evin erkeği değil, evin kadınıydı. Kızlarına annelerinin yokluğunu açıklamaya çalışan baba rolündeki John Cusack bir kez daha gözüme girerken, küçük kızların performansı ve Altın Küre adayı Grace Is Gone adlı şarkının filmde kullanımı da beni derinden etkiledi. Sanırım bu festivalin en çok gözyaşı harcadığım filmi ünvanını da Grace Is Gone aldı.

18 Nisan, Ben X: Demek ki bu yıl İngilizce-olmayan filmler kategorisinde güzel bir şeyler aramak için Belçika'ya bakmak gerekiyormuş. İnanılmaz bir anlatımla, inanılmaz çekimlerle süslenmişti film. Liseli gençlerin dünyası bu kadar açık anlatılıp, intihara eğilimli ergen portresi bu kadar kusursuz çizilemezmiş gerçekten. Vizyona girmesi halinde tekrardan seyretmekten zevk alacağım, yine bolca gözyaşı döktüğüm (evet son 3 filmdir ağlıyorum) bir filmdi Ben X. Not: Flamancayı da sevmiyorum.

18 Nisan, Margot at the Wedding: Squid and the Whale'in yönetmen/senaristi Noah Baumbach'ın son filmi de aynı dertte, aynı kıvamda. Bu kez sorunlu ailemizin yarıçapı biraz daha büyümüş sadece. İçine teyzeler, kuzenler, müstakbel enişteler girmiş. Merkezde cidden sorunlu bir anne. Annenin beden bulduğu isim Nicole Kidman. Jennifer Jason Leigh, nasıl olduğunu anlamasam da Nicole Kidman'ı gölgede bırakmış. Jack Black yine karşıma çıktı, yine antipatikti. Zane Pais ise 10lu yaşlardaki bir çocuk için fazlaca yetenekliydi. Kendisinin birkaç saniye Sunday Girl adlı şarkıyı mırıldandığı sahne, filmin en detay sahnelerinden biri olmasına rağmen beni benden aldı nedense. Bu adam aile içi sorunları gerçekten iyi anlatıyor. Devamını bekliyoruz.

20 Nisan, Things We Lost in the Fire: Geçtiğimiz yıl "Efter Brylluppet" filmi ile En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan Danimarkalı yönetmen Susanne Bier; artık Danimarka'da nereden buluyorsa, fazlasıyla Türk filmi seyrediyor bence. Gerek geçen yılki filmiyle, gerek bu filmiyle bende aynı duyguları uyandırdı. Halle Berry'nin oynadığı her filmde haykırarak ağlaması ve Benicio del Toro'nun oynadığı her filmde uyuşturucuyla bir bağının olması gerektiği kurallarını da hangi sinema otoritesi yazmış çizmiş bilmiyorum. Ama bir şeyler değişmeli. Kötü bir film değildi, ama işte... Gözlerim Türkan Şoray'ı aradı.

20 Nisan, Into the Wild: Ve festivalin en iyi filmi. Sean Penn 11 Eylül temalı kısa filmler kolajındaki sekansından sonra (ki kendisi sonraları bir Emre Altuğ klibi için araklanmıştır) yine harikalar yaratmış. Ama yani öyle böyle değil... Felsefesinden senaryosuna, doğa görüntülerinden oyunculuklarına, kastinginden Pearl Jam şarkılarına kadar her şeyiyle dört dörtlük bir film çıkarmış ortaya. Buraya sığmayacak kadar fazla şey düşünmeme neden oldu seyrederken. Gözlerim doldu, güldüm, imrendim, kıskandım, kendimi güçsüz hissettim... Emile Hirsch. Nereden nereye be abi? Daha dün komşu kızının peşinden koşuyordun gençlik komedilerinde...

20 Nisan, Other Boleyn Girl: Demek ki neymiş? Tudor ailesinin entrikaları bir filme sığmaya yetmezmiş, dizi olarak seyredelimmiş. Yoksa kim ne zaman evlendi, kim ne zaman boşandı, kim ne zaman çocuk doğurdu, kim ne zaman Vatikan'dan koptu, kim ne zaman öldürüldü anlaşılmıyormuş. Beni ahlaki olarak "Scarlett mi Natalie mi?" gibi cevabı bulunamaz soruları cevaplamaya iten "Previously on Tudors" tadındaki bu filmi kutlar; Jonathan Rhys Meyers'ın gözlerinden öperim. Peter Morgan'ın da elindeki makası bırakıp roman uyarlamaktan vazgeçmesini, tekrardan "Queen" gibi günümüzde geçen orijinal senaryolar yazmasını dilerim.

Son olarak,
Bu festivalde birçok şey öğrendim. (Penguen'deki ilkokul önlüklü Tayyip modu)

1) Yurdum insanı gerçekten garip. Otoyolda karşı yönde olan bir kaza, gittiğiniz yöndeki trafiği tıkayabiliyor. Nedeni, insanların önleri boşken yan tarafta olan kazayı seyretmeleri ve kan görme arzuları. Sinemasever falan dinlemiyorlar, tıkıyorlar yolu, siz de yeterince erken çıktığınızı düşünürken Emek Sineması'na depar atarken buluyorsunuz kendinizi.

2) Tamamen İstanbul trafiğinin suçu olarak, benzer bir geç kalma olayını Kadıköy'de yaşadığınızda kalabalık olan ana cadde yerine kesinlikle arka sokakları kullanmamalısınız. Çünkü kaybolmak, yavaş yürümekten daha fazla vakit kaybettiriyor.

3) Arka arkaya 4 filme bilet almamalıyız. Hatta arka arkaya 3 filme bile bilet almamalıyız. Baş ağrısı yapıyor.

18 Nisan 2008

Bit Palas'tan...


Elif Şafak yine demiş, yine demiş:

"Tamamına kavuşan tek bir şey bile yoktu hayatta; "bütünlük" denilen, kof bir kelimeden ibaretti lugatlarda. Deniz yoktu mesela; her biri ayrı ayrı yönlere akmaya çalışan sayısız sonsuz denizler vardı, tek bir denizin içinde bile. Gördüğümüz dalgalar, denizlerarası savaşların toplamdan eksilttiklerinden geriye kalabilen yükseklikte ve sıklıkta ulaşıyordu kıyıya. Ulaşıp parçalanıyordu köpük köpük, zerre zerre. İstanbul da yoktu keza. Her biri kendi güzergâhında seyreden onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca güruh, cemaat, cemiyet vardı. Artılar eksileri götürüyor, zıt rüzgarlar birbirinin cereyanını durduruyor, kimsenin gücü kimseninkine baskın çıkamadığından, sonuçta şehir varlığını korumayı başarıyor, ama bu arada durmadan azalıyordu. tıpkı dalgalar gibi, İstanbul da, toplamından eksilenlerden geriye kalandı aslında." (Şafak, 104)

"İnsan bekârken, bir-ev-içindeki-eşyalar-içinde yaşıyor; mazisi, hikâyesi, kişisel önemi, sembolik değeri olan, kendine ait eşyalar içinde. Evlendiğinde, eşyalar-içindeki-bir-ev-içinde yaşamaya başlıyor; maziden ziyade gelecek, anılardan ziyade beklentiler üzerine kurulu, neyin ne kadarının kendine ait olduğu şaibeli evler içinde. Boşanmak ise, giden mi yoksa kalan mı olduğunuza bağlı olarak, ya eşyasız evler, ya da evsiz eşyalar içine konmak, silbaştan başlamak demek." (Şafak, 132)

"Sarhoşların araba sürmeleri sakıncalıdır. Bunu herkes teslim eder. Ne var ki, sarhoşların telefonu kullanmaları, araba kullanmalarından çok daha ölümcül sonuçlar doğruabildiği halde bu konuda hiçbir düzenleme mevcut değildir. Sarhoşken araba kullananlar rastgele hedeflere çarpar: aniden karşılarına çıkan talihsiz bir ağaç, kendi halinde seyreden ilgisiz bir araç... ne bir kasıt vardır bu kazalarda, ne de bir amaç. Sarhoşken telefonu kullananlar ise gidip mutlaka sevdiklerine çarpar." (Şafak, 135)

"Yalnız bir kusuru vardı. Beğenildiğini anlar anlamaz doğallığını yitiren tüm kadınlar gibi o da zoraki bir sertlik takınıyor; karşısındaki erkeği ne fazla uzak, ne lüzumsuzca yakın olacak surette arafta bir yerlerde bekletmekle, gördüğü göreceği ilgiyi daimi kılacağını sanıyordu." (Şafak, 145)

"Tatlı tatlı emdiğimiz şekerin birdenbire kırılarak, içinde gizlediği peltemsi ve alabildiğine ekşi sıvının ağzınızın içinde dağılıvermesine benzer şu özne BİZ. Lav gibidir aynı zamanda. Tek ve mutlak bir kaynaktan fışkırdığı halde, sanki her yerden boy vermiş ve her yere aitmişçesine, pervasızca dört bir yana yayılan, yoluna çıkan her şeyi istisnasız, ayrımsız eteklerinin altına alan, kendi dışında bir varlık kalmayıncaya değin tüm bir yaşam alanını kaplayan, yakıcı, kavurucu, fetih tutkunu lav gibi. Tanrı böyle konuşur kutsal kitaplarda. Tüm yaratma, yok etme, cezalandırma, mükafâtlandırma eylemlerini anlatırken, BİZ diye hitap eder. Bir de anneler böyle konuşur çocuklarıyla. "Acıktık mı?" diye sorarlar mesela. "Bakmayın amcası böyle yaptığımıza, aslında çok usluyuzdur.", derler ya da. Alınan karar, yapılan tercih tamamen onlara ait olduğu halde, ortada iki ayrı benlik ve bellek değil de, som ve sonsuz bir bütünlük varmışçasına katarlar berikinin varlığını kendi varlıklarının hudutlarına. Tanrı'nın Kuran'da,annelerin çocuklarına [...] hitap ederken kullandığı BİZ'in formülü (Biz = Sen + Ben) değil, (Biz = Ben + Ben olmayan her şey)dir. Böyle bir BİZ'in dışında kalmak mümkün değildir." (Şafak, 229)

6 Nisan 2008

İstemek ve istenmek üzerine: Juno.

Herkesin istemediğini isteyen, istemediğini isteyen birileri vardır. Ya da elindekinin kıymetini bilmeyen, gözlerinin önündekini olmaması gerekn bir şey olagelene dek göremeyen. Juno'da Ellen Page'in akıllara zarar performansı ya da Diablo Cody'nin hayatın içinden senaryosundan çok daha fazla şey vardı bu bakımdan. Indie şarkılarla dolu neşeli soundtrack'inden de bağırıyordu Juno tüm bunlar hakkında:



"The flower said, "I wish I was a tree,"
The tree said, "I wish I could be
A different kind of tree,
The cat wished that it was a bee,

The turtle wished that it could fly
Really high into the sky,
Over rooftops and then dive
Deep into the sea.

And in the sea there is a fish,
A fish that has a secret wish,
A wish to be a big cactus
With a pink flower on it."

Birinin istemediği bebeği isteyenler vardır mesela. Ya da birinin istediği bebeği istemeyenler.
Birinin hayran kaldığı dışarıdan mükemmel görünen eve ve içindeki evliliğe katlanamayanlar vardır mesela.

Birilerine garip, tuhaf ve çirkin gelen kız bazen en istediğimiz insandır aslında. Ya da herkesin kusursuz olarak nitelendirdiği kadın hayatı zindan ediyordur bir başkasına. Bazen burnumuzun dibindekini görmeyiz ve sonunda görmek zorunda kaldığımızda neler kaçırdığımızı anlarız o güne dek.Bazen birisi farkına vardırana dek gerçekleri anlamayız.

İkinizin odasında da aynı hamburger telefondan vardır belki de... Ama o kadar körsünüzdür ki, biriniz diğerini hamile bırakana kadar farkına bile varmazsınız.















Hayatın ne demek olduğunu olgunlaşmak zorunda kalarak ve bu gerçeklerle hiç beklenmedik bir şekilde hiç beklenmedik bir zamanda karşılaşarak öğrenen Juno'nun ve Bleeker'ın hikayesi Juno.

"You're a part time lover and a full time friend
The monkey on your back is the latest trend
I don't see what anyone can see in anyone else
But you."

4 Nisan 2008

Geçmişten Satırlar #1: "Güne Kahveyle Başlamadım"

14 Ekim 2006, Saat 01:24'ten geliyor:

-Güne Kahveyle Başlamadım-

benim de ağzım kuru, benim de zihnim açıktı belki. ama harun'dan farklı olarak; güne kahve yerine dunkin'in o iğrenç kahvaltısıyla başlamak zorunda kalmıştım. ve ne yazık ki; artık sabah mahmurluğundan mıdır, kahvaltı tabağımın hazırlandığı sırada televizyonda " 'cause i won't say goodbye anymore " diyen bir maroon5'ın bulunmasından mıdır, yoksa "her şey yolundayken 'dur' diyen hayat"ın genel halinden midir bilinmez "daaaahaaa muuutluu olamam!" nidaları atmıyordum bu sabah. tam tersine; sonuna kadar katılıyordum bayatlığı mikrodalgalarla geçiştirilmeye çalışılmış ekmeğime bal sürerken tepemde "ama aşkım yok, benim aşkım yok, yalnızım çok" diyen direc-t'e.

hep gülerek, dalga geçerek sakladığım yalnızlığım; o bir şeyler ardına gizlenemediği periyodlardan birine girmiş, öldürmekteydi beni. içimdeki 15 yaşındaki çocuğun birkaç ayda bir düzenli olarak 50 yaş yaşlanıverdiği günlerin içindeydim yine yani. ve o kadar karanlıktı ki, başkaları gibi afili değildi benim yalnızlığım, çünkü hayran olduğum bir ben bile yoktu kendim sınırlarında.

yaşamak zorunda olduğum beraberliğim, 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra, istiklal'e sıfır bir masada pizza yerken de onsuz bırakmadı beni. sonra tek başıma girdim yine emek'in kapısından. taksim meydanı'ndan beri omuzlarımı çökertmekte olan o iki çantayı bırakacak biri olmadığı için yanımda zar zor girdim yine tuvalete. herkese "şu iki koltuk" diye yer gösteren emek'li amca koltukları tekil yaptı sıra bana geldiğinde.

ve yine yalnız üzüldüm, yalnız düşündüm, yalnız sıkıldım yeri geldiğinde. sayıları arttıkça yalnızlığın gelmiş-geçmişliğini daha da artıran yalnız gidilmiş filmlere bir yenisini daha ekledim. otobüse yalnız koştum. yolda iPodumdan, harun ve şebnemle konuştum.

eve geldiğimde yatmıştı herkes. karanlık koridorda odama yürüdüm, kimseyle konuşmadan yattım yatağıma. sonra baktım hala yalnızım, başladım yazmaya yine.

"günaydın sevgilim, ne güzel bir gün değil mi?
her şeyi bir yana bırakıp, bütün gün film izleyelim mi?"

işte o zmn var ya,
daha mutlu olamam inan ki.

EMR.



Artık Dunkin yok. Artık o gece gidip yattığım, o satırları yazdığım oda yok. Artık güne kahveyle başlıyorum.
Ama işte... iPod hâlâ aynı iPod, Harun ve Şebnem hâlâ aynı şeyleri fısıldıyor kulağıma.