24 Temmuz 2007

Kahve, Alkol ve Çikolata.


Bir zamanlar falcılığından çok olgun bilgeliğiyle geleceğimi görmeyi başarmış bir kız, “Seneye yeni arkadaşların olacak ve şu anda arkadaşın olanların çoğunun aslında arkadaşın olmadığını anlayacaksın. Kendini artık yeni arkadaşlarının arasındaki yere ait hissedeceksin” demişti.

Eskiden her sabah süt içerdim. Gün içerisinde de tekrarlanırdı bu birkaç defa. Kokusundan nefret edip görmeye dayanamayanların aksine boğazıma dikerdim seve seve. Sabahları derse geç kalmak üzere rötarlı bir uyanış yaşadıysam yanıma alır; defterime o günün tarihini atarken sağ elimle, sol elimle de süt kutusunu tutardım. HIST191 ve HIST192 derslerinin vazgeçilmezi olmuştu bu ritüel, YBF amfisinin kapısındaki yiyecek ve içecekle girmenin yasak olduğunu belirten tabelaya inat.

Bir de çikolata vardı. Çikolatalar... Çoğu zaman yaşıma aldırmadan her açışımda bir çocuk gibi sevindiğim Kinder Sürpriz, vazgeçemezcesine Nutella ve istisnasız her seçimde sütlü çikolatalar. Çocuksu ve saftı çikolata aşkım o zamanlar. Arada sırada liseden kalma bir alışkanlıkla tüketilen portakallı çikolatalar vardı bir de o değişik tatlarıyla. Ve bir de beyaz çikolatalar vardı. Çikolata... Gelecekte ne kadar çok tüketeceğimden habersiz, sevgi göstergesi olarak hediye edilmiş bir tane beyaz çikolata.

Geçen zamansa, yeni dostlar getirdi bana. Vazgeçemediğim, her gün daha da bağlandığım ve eskilerin yerine koymaktan kendimi alamadığım.

Artık kahve vardı. Her anımda, her saniyemde... Her içişimde daha da bağlandığım, her içişimde daha da vazgeçilmezim olan... Farklı tatlar vaat eden ve hiçbir zaman vaatlerini öylesine bırakıp gitmeyen... Bir Türk Kahvesi kadar geleneksel, bir frappucino kadar mutlu edici, bir caffe mocha kadar tatlı, bir nescafe kadar şirin... Bazen bir cappucino kadar dişi, bazen bir espresso kadar erkek ve daima bir caffe latte kadar çocuksu. MATH203 derslerinde FASS G062’yi dolduran o yoğun koku, proje sabahlamalarında kafamı düşmekten kurtaran o koku; sadece derslerde değil geceleri de uyumamak için ideal bir ilaç haline geliyordu gün be gün. Yılların işkencesi ders çalışma aktivitesi, kolaylaşıyordu onunla. Ve yalnızca uyumamak için değil, gündüzleri daha da uyanmak için onunla olmak geliyordu içimden her geçen gün. Gündüzler de onu tadacağım anı düşünmekle akıp gidiyordu.

Her sabah içtiğim sütse artık bir vazgeçilmez değil, arada-sırada tadılarak nostaljik bir sevincin kırıntılarını hatırlatan bir tada dönüşmüştü. Çoğu zamansa kahvenin yanında tüketilen bir zorunluluk halini almıştı aslında.

Artık alkol vardı. Eskiden anketlerdeki potansiyel bir “ne kadar sıklıkla alkol tüketiyorsunuz?” sorusuna muhtemelen “Ayda bir” seçeneğini işaretleyecek olan bu beden, artık “Haftada bir”e terfi ettirmişti kendini. Her gün bir yenisi geldi. Bira ve şaraptan ibaret alkol repetuarım; rakı, vodka, tekila ve cinin en güzel formatlarıyla tanıştı. Biralar Darklaştı, tekilalar shotlardan taştı. Yeni dost alkol yanında mutluluğu getirdi, onunla olduğum zamanlarda geçmişi ve geleceği daha az düşünmemi sağlayan bir Carpe Diem Dopingi halini aldı. Beynimse her haftasonu onlarla olmak için can attı, tavukluğunu aşıp geç yatılan gecelere kollarını açtı. Ben onun hücrelerini öldürdükçe yeni dostumla, o bana onları hatırlattı. Alkol, “ortama-uyum-sağlamak-için-zorla-alınan” keyif verici bir sıvıdan, “zevkle-alınan-çünkü-ihtiyaç-duyulan” bir dosta dönüştü. Hiçbirinin bir farkı yoktu aslında diğerinden; hepsi bira kadar masum, şarap kadar elit, rakı kadar efkarlı, vodka kadar genç ve tekila kadar çılgındı. Fakat en büyük ortak yanları sonralarında ayılmak için kahve içilmesi gerektiği gerçeğiydi.


Süt
ün aksine çikolataysa hep hayatımda kaldı. Sadece çocuksuluğunu yitirip olgunlaştı. Artık yalnızca sütlü değil, kahverenginin her tonunda, çeşit çeşit ve tat tattı. Bir Belçika Çikolatasının orgazmik keyfini veriyordu artık her biri ağızda eridikçe. Her birini tüketmeye alıştıkça ortalarındaki portakal, fındık, krokan, fıstık, badem ya da krema daha da belirginleşiyordu. Beyaz ve portakallı çikolataların bir araya geldiği yeni tatlar, lise ve üniversite yıllarının ağzımda bıraktığı izlerini bir araya getirircesine yeni paketlerde sunuluyordu ve ben her geçen gün daha fazla tüketmeye başlıyordum onları.

Ve tabii bir de sütlü çikolatanın aksine muhtemelen bulunması daha zor, ama kesinlikle kalitesi daha yüksek alkollü çikolatalar ve kahveli çikolatalar vardı...

Araf'tan...

Bir kez daha, ne de güzel demiş Elif Şafak:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye ismine yabancılaşmasıdır." (Şafak, 2003, 10)

"Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler." (şafak, 2003, 28)

"Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu." (Şafak, 2003, 79)

"Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı." (Şafak, 2003, 80)

"Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen, gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun olduğundan bne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiydi, o kadar! Basit ve ilkel. [...] Ama işte vejetaryenler hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de sağlıklı konuşan insanlar değillerdir." (Şafak, 2003, 215)

"Ömer o anda farkına varmasa da Gail'le konuşmanın böylesi bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen sadece "Gail'le konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flörtleşme değil, bir cilveleşme beklentisi değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini hissetmişti. Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak üzere eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi ama bunların hiçbirinin o anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada." (Şafak, 2003, 216)

"Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın balkonundan eşit ölçüde cezbedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla, acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktanlı bir hayhuyda kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da zıtanlamlısı da aynıdır." (Şafak, 2003, 324)

10 Temmuz 2007

SMS (Sessiz Mesaj Sendromu)


28 Haziran Perşembe günkü Penguen'den:

"Ben neden hemen cevap yazıyordum gelen mesajlara? Hayır yani o gece değil, her zaman böyleydi bu. İnsanların telefonlarını önemsememesini hep çok kıskandım, hâlâ da kıskanırım. "Aa yeni gördüm" diye iki gün sonra cevap atan insanlar nasıl yaşıyorlar ki acaba? Çok süper hayatları mı var, yanlarında her zaman dostları filan mı oluyo, ne yani?"

Gerçekten ne kadar sinir bozucudur sevdiğiniz insana bir mesaj attıktan sonra geçen zaman. Hele ki üzerinden saatler geçip de cevap gelmediyse...

TurkCell, MelodiCell ve diğer tüm servislerden; yıllardır hatrınızı sormayan arkadaşlarınızdan mükemmel bir zamanlamayla o an gelen mesajlardan; her şeyden, herkesten nefret edersiniz.

Mesaja cevap vermek yerine ne yapıyor olduğunu düşünürsünüz. Siz yoksunuzdur yanında, sizle ilgili hiçbir şey yoktur.