24 Eylül 2008

Biz Bu Öğlen Yemek Yemedik! Peki Ya Siz?

Geçmişteki örneklerinin ve öncülerinin videolarını seyrederek büyüyüp 4. sınıfa geldiğimiz; fakat o günlerden bugünlere hiçbir şeyin değişmediğini farkedip tekrarlamamız için 4 yılın geçmesi gereken Sabancı Üniversitesi Yemek Eylemi bugün, tekrar edildi. Okula girdiğim günden beri gördüğüm en büyük birlik-beraberlik ve isyan hareketine hiçbir amfide görülmemiş bir kalabalık dahil oldu.

Saat 12.00'de yemekhane girişinde toplanmaya başlayan kalabalık, turnikelerden geçenlere "Yemek Yemeden Bir Daha Düşün!", "Burdan Yemek Alma, Soyguna Ortak Olma!", "Müşteri Değil, Öğrenciyiz!" sloganları, alkış ve yuh sesleriyle engel olmaya çalışsa da, sevilen birçok öğretim görevlisi ellerindeki kart sayesinde 10 YTL'ye yaklaşan uçuk fiyatlara değil, bedavaya aldığı yemeklerin keyfini çıkardı. Saat 12.45 civarında üst kattan aşağı sarkıtılan pankartla zirveye çıkan eylem coşkusu ve elden ele dolaşan pizza, cips ve paket bisküviler görülmeye değerdi açıkçası.

Dersten çıkanların da katılımıyla daha da büyüyen kalabalık, saat 13.00 sularında yemekhane girişine sığmayarak tüm yemekhaneyi kaplayacak boyuta ulaştı. Üniversite ve holdingin farklarının örneklerle açıklandığı gaza getirici ve güzel hazırlanmış bir konuşmadan sonra; eylemin sadece yemekhaneye değil, hizmet veren tüm yiyecek firmalarına karşı olduğu hatırlatılarak Dorm Havuzu kenarında toplanıldı. Havuz kenarında yemek yiyenler arasında bir saat öncesinde yemekhanede eyleme katılmış olanlara rastlanılması dikkat çekiciydi. Fakat daha da dikkat çekici olanı, bazı zengin arkadaşlarımızın alkış tutarak oturdukları yerden sandviçlerini ısırarak attığı gülücüklerdi. Eylem, Eski Cafe Dorm üzerindeki yurt odasından pankartın sarkıtılmasıyla son bulurken, herkes fiyatlar azalana dek her hafta eylemi tekrarlamaya davet edildi.

Bizden önceki kuşakların yarattığı eğlenceli slogansa eyleme katılan herkesin favorisiydi:

"Sabahtan beri hiçbir şey yemedik
Karnımız acıktı bizim
Rektör amca (Tosun amca) bize yemek ısmarlasana
Parasını alırsın sonra"


Bu yıl yapılan %25 fiyat artışından sonra, Sabancı Üniversitesi'nde günlük yiyecek-içecek harcaması ortalama 25 YTL'yi bulmakta. Hal böyleyken elektrik faturalarının artacağı endişesiyle öğrencilerin odalarında tost makinesi dahi bulundurmaları yasak. Tek umut olan yeni alışveriş merkezi Viaport'ta ucuz ve kaliteli yemek seçenekleri için yemek saatlerinde okuldan ayrılanların sayısı gitgide artarken, arabası olmayanların Viaport'a ulaşması herhangi bir servis olanağı sağlanmadığından henüz mümkün değil.

22 Eylül 2008

Düşmek ve Düşünmek Üzerine...

Popstarımızı aradığımız yıllardı, ben lisedeydim o zamanlar. Birbiri ardına yayınlanan hemen hemen aynı formattaki onlarca yarışma nedeniyle yüzlerce gereksiz insan girdi hayatlarımıza o dönemlerde. Girdiler, birkaç ay kaldılar ve çıkıp gittiler. Müzikle alakası olmayan BBG sonrasında, Popstar ile müzikle ilgili olmaya başladı her şey. Fakat tüm bu yarışmaların arasında bana en kaliteli geleni, her zaman "Akademi Türkiye" oldu o günlerde. Ve bu kalite, sadece yarışmanın adındaki 'Akademi' sözcüğünden kaynaklanmıyordu. Gerek eğitmenleri, gerekse yarışmacılarıydı yarışmayı kaliteli yapan.

"Akademi Türkiye"deki favorim Özgür ve Pınar'dı. Haklarındaki tüm dedikodular, ilişkileri, 'Pınar'ın dışarda erkek arkadaşı vardı' sansasyonları bir yana; ikisi de sesleri, görüntüleri, sahne duruşları ve yorumlarıyla benim müzik zevkime hitap eden insanlardı. Bir gece saat 11 civarında canlı yayında Pınar'ın evin bahçesinde oturmuş "Animal Instinct" söylediğini duyduğumda anlamıştım bunu. Ya da Özgür resimde gördüğünüz inanılmaz gömlekle sahneye çıktığında.

Özgür Çevik, onlarca yarışmanın ardında bıraktığı yüzlerce insandan en yeteneklisiydi, yine bana göre, ve gelecek konusunda zekiydi. Yarışmadan sonra hemen çıkarmadı albümünü, yıllarca bekledi. Ve unutulmamak için, bir diziyle çıktı karşımıza. Birçok yarışma-formatından-hayatımıza-giren-yıldızcık aynı şeyi yaptıysa da başarılı olamadı. Ama Özgür, Nehir Erdoğan'la yakaladığı uyumdan mıdır, dizideki usta isimlerin desteğinden midir, yoksa gerçekten oyunculuk yeteneği de birazcık içinde olduğundan mıdır nedir, yıllarca yayınlanan ve sevilen bir dizinin, "Yabancı Damat"ın yüzü oldu. Bence başarısının nedeni, hiçbir zaman kendisini oyuncu sanmayıp, oyunculuğu Sumru Yavrucuk'tan ya da Erdal Özyağcılar'dan çalmaya değil öğrenmeye çalışması oldu.

ve 2008'de, beklediğim şey gerçekleşti. "Akademi Türkiye"nin güneş yüzlü çocuğu, "Yabancı Damat"ın Niko'su Özgür Çevik; %90'ı kendi yazdığı ve bestelediği şarkılardan oluşan "Düşünce" adlı albümünü çıkardı geçtiğimiz aylarda.

Albümün adından şarkı sözlerine, düzenlemelerden vokale, baştan sonra rahatlatıcı ve geçmişi düşündürücü bir albüm "Düşünce". Düşmek ve düşünmek üzerine... Geçmişini sorgulayan siyahlar giymiş sarışın bir adamın gözyaşları kıvamında. Derin sözler ve yumuşak bir müzikle... Güzel şarkı söylemenin bağırmaktan ibaret olmadığını bilen bir vokal tarafından usulca içinize işliyor hepsi. Rock'ın siyahının ve indie'nin beyazının bir arada olduğu bir albüm "Düşünce".

"Bir daha aşık olamam bu şehirde / İki kez yıkanılmaz bir nehirde / Sular akıp gider, yüreğin yitip giderken / Değişmez sandığın artık yok" kadar yalnız, "Düşüşüm duruşum oldu / Kaldırmayın beni yerden / Kirletmeyin ellerimi / Dokunmayın bana lütfen" kadar anlamlı sözler var albümün başından sonuna dek.

Sonra bir de Fikret Kızılok şarkısı var, "Farketmeden" en az kendi şarkıları kadar benimseyerek yorumladığı. "Vazgeçip uzaktan senin yanında / Kendime cevapsız soru sormuşum / Kaybolup giderken fırtınalarda / Gönlümce bir ıssız ada bulmuşum / Farketmeden farketmeden / Farketmeden senin olmuşum." şeklindeki sözleriyle albümün genel yalnızlık, geçmişe özlem ve pişmanlık temasına uygun.

Aslına bakarsanız alter-ego'ma taktığım adın "Özgür" olmasının başlıca sebebidir kendisi. Ve böyle güzel bir albümle farklı olduğunu gösterdiği için, bir sonraki albümünü ve biraz daha 'olduğunu' görmeyi/dinlemeyi daha şimdiden sabırsızlıkla bekliyorum Özgür'ün.

20 Eylül 2008

Diablo Cody, Lafı Koydi.


Gerçek adı Brook Busey olan "Juno"nun ünlü senaristi, yıllar önce Wymonig'deki Cody'e giderken kendine bir isim uydurmak istediğinde; Cody'nin önüne İspanyolca şeytan anlamına gelen 'Diablo'yu eklemiş. Oscar heykeline ulaşanların akılalmaz hikayeleri sıralamasında üst sıralarda yer alacak bir geçmişin ardından "Juno" ile hayatını değiştiren bu karizma insan, Diablo Cody, bildiğiniz gibi hayat yolunda üniversite-striptiz club-bloggerlık-Oscarlı senarist duraklarına uğradı.

Cody, "Juno"nun ardından Steven Spielberg tarafından yaratılan televizyon dizisi "United States of Tara"nın senaristliğini üstleniyor şu günlerde. 2009 yılında ise "Jennifer's Body" ile karşımıza çıkacakmış. İlkini heyecanla indirip seyretmeyi, ikincisini ise klasik bir gençlik filmi kıvamında olsa da heyecanla vizyonda görmeyi bekliyorum.

Fakat bugünkü sebeb-i blog entry'm, geçtiğimiz hafta sevgili Diablo Cody'nin dellenip, çok güzel bir laf koyması üzerine... Kendisi; sahte ismine -ve muhtemelen bunu bahane ederek geçmişine ve başarısına- laf eden ve bu durumdan rahatsız olduğunu belirten insanlara, Yılmaz Özdil kıvamında birkaç laf giydirmiş blog sayfası aracılığıyla. Duyduğum en karizma ve cool tavırlarla bezeli bu serzenişin birkaç cümlesini paylaşıyorum sizlerle:

"I know my name is fake and that it annoys you. What, do you hate Queen Latifah and Rip Torn, too? Writers and entertainers have been using pseudonyms for years. Chances are, you’re spewing bile under an assumed screen name yourself. I’m sorry if you think I’m like some inked-up quasi-Suicide Girl derby cunt from 2002, but I like my fake name. It’s engraved on an Oscar. Yours isn’t." (Diablo Cody)

16 Eylül 2008

Balıklar ve Bisikletler Üzerine...

Ortaokuldaki din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde sorgulamaya başladığım din kavramı, lisede felsefe derslerinin de devreye girmesiyle zirve yapmış; üniversitede Karl Marx'ın şu sözlerinin geçtiği metni okumamla tarafımdan tamamen reddedilmişti:

"Din; baskı altındaki bir yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz hallerin ruhudur. Din, kitlelerin afyonudur."

O gün bugündür, arada canım sıkıldığında bir daha sorguluyorum dini. Kendimi deniyorum, antitezlerle saldırıp inançsızlığıma; bir kez daha emin olmak istiyorum. Her seferinde de vardığım sonuç aynı oluyor ve "Vique Yasası" olarak bilinen şu cümle geliyor aklıma, zındıklığımı gülümseyerek kabulleniyorum bir kez daha:

"A man without religion is like a fish without a bicycle."

Bugün, dinin balıkların sahip olmak istediği bir bisikletten farksız olduğunu bana daha iyi anlattığı için sevdiğim 3 filmden bahsetmek istedim. Buyrun, bir nevi Ramazan Özel:

1. The King (2006): James Marsh'ın yönettiği bu bağımsız, bir Hristiyanlık eleştirisi. Gael Garcia Bernal gibi son yılların en yetenekli isimlerinden birini, usta oyuncu William Hurt ile buluşturan ve "Little Miss Sunshine" öncesi bizi Paul Dano'nun yetenekleriyle tanıştıran bir film. Oldukça soğukkanlı bir adamın, -mış gibi yapmalarıyla ilgili. Babasını merak ediyor-muş gibi, bulmak istiyor-muş gibi hatta seviyor-muş gibi yapması, bir kıza aşık oluyor-muş gibi yapması ve yaptıklarından pişman oluyor-muş gibi yapmasıyla ilgili. Adeta bir Meursault kahramanımız. Ve bomba cümle: "Forgive me Father, I've sinned." İnançlı-ymış gibi yapıp, iki kelimede bir Allah deyip; zındık dediklerinden daha günahkar olanlara ibret olsun diye...

2. Takva (2006): Özer Kızıltan'ın Türkiye'nin öteki (?) yüzünü anlattığı tarikat filmi. Cesur bir film. Türkiye'nin gitmekte olduğu yönden farkında olunduğunu gösterdiği ve bazı şeyleri eleştirebildiği için önemli bir film. Türkiye'nin Oscar adayı. "A Man's Fear of God". Erkan Can'ın kusursuz performansı. Ve inancın yaptırdıkları, yaptırabildikleri. İnançlı-ymış gibi yapıp, iki kelimede bir Allah deyip; zındık dediklerinden daha günahkar olanlara ibret olsun diye...

3. El Crimen del Padre Amaro (2002): Yine bir Hristiyanlık eleştirisi, yine Gael Garcia Bernal. Meksikalı yönetmen Carlos Carrera'nın 2002 En İyi Yabancı Film Oscar'ına aday olmuş filmi. Bir rahibin günahları üzerine. Cehaletin ve din korkusunun mahvettiği hayatlar üzerine. İnançlı-ymış gibi yapıp, iki kelimede bir Allah deyip; zındık dediklerinden daha günahkar olanlara ibret olsun diye...

Ne de güzel demiş Elif Şafak, "Baba ve Piç"te:

"Zeliha Teyze'nin içindeki fırtınanın tek şahidi Allah. Mesele onun varlığına inanmaması. [...] Hayır, Zeliha Teyze kararlı, dine teslim olmayacak. Hele hele yaşlandıkça dindarlaşan, öte dünyaya gitmeden evvel sicilini temizlemek için ansızın imana gelen şu çıkarcı hesapçılardan olmaya hiç niyeti yok. Bir agnostik olarak yaşadı ve öyle de ölecek. Zındıklığı samimi ve saf. Bir yerlerde bir Allah varsa, onun bu içten muhalefetini ve reddiyesini takdir etmeli, diye düşünüyor. Sırf içine doğdukları öğretileri ezberleyerek ahkâm kesen kopyacı din fanatiklerinden daha makbul olmalı dinsizliği..." (Şafak, 2006, sf.228)

6 Eylül 2008

En İyi Film Müzikleri: 2007

Hepimizin aklında yer etmiş, sinema salonundan çıktığımızda beynimizin içinde çalmaya devam etmiş film müzikleri vardır. Yalnızca o film için yazılmış, sonrasında o filmle özdeşleşmiş müzikler, ya da şarkılar. Arka fonunda çalan bir müzik olmasaydı filmlerin ne denli sıkıcı olabileceğini düşünün. John Williams'sız bir dünya düşünün. Müzikallerin sinemaya uyarlanmadığını, müzik marketlerde "soundtrack" diye bir köşe olmadığını düşünün. Akordeonsuz bir "Amélie", ninnisiz bir "Pan's Labyrinth"... Olmazdı di mi? 2007'de de olmazdı, olmadı:

En İyi Film Müzikleri 2007:

1. Atonement - Dario Marinelli: Odanıza, ofisinize; şu an her neredeyseniz etrafınıza bir bakın. Ve gözleriniz müzik yapabilecek bir obje arasın. Dario Marianelli "Atonement" için orijinal bir film müziği yazması istendiğinde, gözüne ilk çarpan şey daktilo olmuş. Başarılı bir roman uyarlaması, "yazmak" sözcüğünün gerçek anlamından, edebi olan haline, kaderci yaklaşımlı anlamından, argodaki haline her türlüsünü anlatan bir film/roman olarak bakıldığında; daha iyi bir enstrüman da düşünülemezdi sanırım "Atonement" için. Piyano ve yaylılarla beraber hem dönemin müziğini, hem karakterlerin çaresizliğini anlatan; karamsar birkaç parçası ile savaşın kötülüğünü vurgulayan; daktilo sesleriyle de kendinizi bir karakter olarak değil, bir yazar olarak romanın içinde bulmanızı sağlayan müzikler... Favorilerim "Briony" ve "Love Letters". Dario Marianelli'nin "Pride & Prejudice"tan sonraki bu harikasıyla hem Golden Globe, hem de Oscar ödülünü kaptığını da belirtmeli.

2. There Will Be Blood - Jonny Greenwood: Paul Thomas Anderson filmlerini çok sevmemin nedenlerinden biri inanılmaz rahatsız edici olup aynı zamanda melodik olmayı ve temayla uyuşmayı başarabilen müzikleridir. Radiohead'in Jonny Greenwood'unun (aslında bir belgesel için bestelemiş olduğu, bu yüzden de Akademi'nin özgün olmadığı gerekçesiyle değerlendirmeye layık görmediği) "There Will Be Blood" ile özdeşleşen müzikleri de aynı önceki P.T.Anderson film müzikleri gibi. Filmin özellikle diyalogsuz sahnelerinde yüksek desibelde (ki bahsettiğim rahatsız edicilik özelliğinin büyük kısmı yüksek sesten kaynaklanıyor) duyulan keman gıcırtıları ve davul tamtamları, gerek Daniel Plainview karakterinin ruh halini, gerekse göndermeler yağmuruna boğulan kapitalist düzeni çok güzel yansıtıyor. Favorim "Future Markets".

3. Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford - Nick Cave & Warren Ellis: Yılın hem isim olarak hem de süre olarak en uzun filminin müzikleri; bir değil iki yetenekli insan tarafından yapılmış. Bir Western filminden beklenecek denli vahşi-batılı, filmin karakter odaklı ve psikolojik temasını yansıtacak kadar huzur verici müzikler dinliyorsunuz üç saat boyunca. Clint Mansell'i anımsattı bana biraz. Favorilerim "Moving On" ve "The Money Train".

4. Mutluluk - Zülfü Livaneli: Kendi romanından uyarlanan filmin müzikleri de kendisine ait Livaneli'nin. Akdeniz ve Ege ezgilerine biraz Doğululuk; doğulu müziklere batılı bir hava katmış. Türk sinemasında son dönemlerde kullanılmış en iyi film müziklerinden olduğunu iddia ediyorum "Mutluluk"un müziklerinin. Tema müziğinin değişik düzenlemeleriyle yetinmeyip, filmdeki her inişe ve her çıkışa bir şeyler ekleyebilmiş Zülfü Livaneli. Piyano, yaylılar, gitar; hepsi çok güzel oturmuş yerli yerine. Favorilerim "Sen Kirlendin Meryem", "Denize Doğru" ve "Teknede Dans".

5. 3:10 to Yuma - Marco Beltrami: Bir başka western'de bu kez İtalyan asıllı bir müzisyenin müzikleri... "Kovboylar, şerifler ve kızılderililer; Küba'da, Sicilya'da ya da ne biliyim Endülüsya'da falan yaşamış olsalardı..." gibi düşüncelere sürüklüyor insanı "3:10 to Yuma"nın müzikleri. Hareketli; at, tren ve silah sesleriyle bütünleşen müziklere imzasını atmış Beltrami. Favorilerim "Ben Takes the Stage - Dan's Burden" ve "Who Let the Cows Out".

6. Ratatouille - Michael Giacchino: "Incredibles" gibi başka bir Pixar filminden ve hepimizin dizisi "Lost"tan tanıdığımız Giacchino'nun; bir fare sürüsünün hareketlerini gözlemleyerek yazdığını düşündüğüm notalar silsilesi. Müzikler gerçekten başrolündeki fareye, onun enerjisine ve hareketine uygun. Aklıma sürekli kıpır kıpır bir fare kuyruğu geliyor nedense dinlerken. Ayrıca filmin seti olan Paris'e de oldukça uygun, gayet Fransız ve yer yer Yann Tiersen'in "Amélie" müziklerini çağrıştıran parçalar da çoğunlukta. Filmin tema müziği üzerine yazılmış olan "Le Festin" şarkısı da oldukça başarılı. Favorilerim tema müziğinin yanısıra, "Souped Up" ve "Remy Drives a Linguini".

7. Grace Is Gone - Clint Eastwood: Çocukluğumda TRT'deki western filmlerindeki sert bakışlarıyla hatırladığım 'amca'yı sinemayla yeni yeni ilgilenmeye başladığım 4-5 yıl önce "Mystic River"ın yönetmeni olarak gördüğümde bir hayli şaşırmış ve başarılı bulmuştum. Sonrasında gelen "Million Dollar Baby" ile o yaşta hala oyunculuk da yapabildiğini ve bunu yaparken kendini ve rol arkadaşlarını yönetebildiğini, hatta ve hatta Oscarlar falan aldığını görmüştüm Eastwood'un. Şimdi de, müzisyen olarak karşıma çıkarak bir kez daha şaşırttı beni. John Cusack'in ve kızları rolündeki küçük insanların oyunculuk döktürdüğü "Grace Is Gone"ın bir yol filmine yakışır derecede huzur verici, ama aynı zamanda bir ölüm filmine yakışır derecede hüzünlü piyano ve gitar ağırlıklı müzikleri profesyonelce. Eastwood bestelemesrecine geçmeden önce bol bol Gustavo Santaolalla dinlemiş olmalı. "Drive to Grandma's" adlı parçanın üzerine yazılmış olan, filmle aynı adı taşıyan "Grace Is Gone" şarkısı da dinlemeye değer. Favorilerim "Driving to Grandma's" ve "Enchanted Gardens".

En İyi Film Şarkıları 2007:

1. "If You Want Me" / Once: Herkes biraz daha alt sıralarda göreceğiniz "Falling Slowly"nin üzerinde durmuş olsa da, söz konusu İrlanda'nın müzik kokan filmi "Once" olduğunda; benim hem filmdeki favorim, hem de yılın en iyi film şarkısı seçtiğim şarkı "If You Want Me" oldu. Marketa Irglova'nın yumuşacık sesiyle dinlediğimiz isyansal şarkıda Glen Hansard'ın incecik vokalini de duymak mümkün. Şarkının yarattığı depresiflik ve melankoli hali, tam sevdiğim cinsten. "If You Want Me / Satisfy Me" yakarışları; filmin romantik-komedi-müzikal gidişatına hüzün katan ilk sahnede karşımıza çıkıyor ve derinden yaralıyor seyredeni.

2. "Raise It Up" / August Rush: Yılın bir başka müzik filmi, hafif fantaziye kaçan "August Rush"ın en ağlatıcı şarkısı olur kendisi. Karakterimiz August Rush bir kiliseye girdiğinde koroca söylenmektedir "Raise It Up". Impact Repertory Theatre korosuna filmin oyuncularından 11 yaşındaki Jamia Simone Nash eşlik eder. Gerek filmin temasına, mesajına uygun; gerekse müziğin gücünü kanıtlaması açısından filmi güçlendiren zirve şarkılarından biridir.

"Seems to be nothing left for me
Momma's gone, daddy didn't wanna be
And now I'm all by myself
Wonderin where is love
Or should I just give up"

3. "Guaranteed" - Into the Wild: Pearl Jam solisti Eddie Vedder tarafından "Into the Wild" için yazılan birçok güzel şarkıdan biri "Guaranteed". Benim gözümde ve kulağımda "Society" ve "Rise"a fark atmasının başlıca sebebi ise yalnız kalma isteğini ve insanlardan kaçmayı çok güzel anlatıyor oluşu. Ve tabii ki sözleri... "I knew all the rules but the rules did not know me " diyor Eddie Vedder, daha ne desin? Şarkının bu yılın Golden Globe'lusu olduğunu da belirteyim.

4. "Falling Slowly" - Once: Yılın en çok sevilen şarkılarından, Marketa Irglova ve Glen Hansard'a Oscar kazandıran şarkı "Falling Slowly" sinema tarihinin en doğaçlama müzikal sahnelerinden birine eşlik ediyor. Huzur dolu, rahatlatıcı, yirmi yoga gücünde bir şarkı... Güçlü duygular barındıran bir şarkı. Bu kadar uyumlu şarkı söyleyen iki insan beraber olmalı diyorsunuz. Bu kadar güzel bir şarkı umudunuzu artırıyor filmin karakterleriyle ilgili. Düşmesinler diyorsunuz.

5. "Before It's Too Late" - Transformers: Yılın en eğlenceli, en kendiyle dalga geçen filmlerinden biriydi "Transformers"ın sinema uyarlaması. Goo Goo Dolls adlı grubun film için söylediği şarkı da klasik bir rockband şarkısıydı. Filmin rock ve alternatif müzik ağırlıklı soundtracki içinde orijinal olan tek şarkı, The Calling'inkini andıran vokali, güzel düzenlemesi ve hoş sözleriyle keyifli bir şark olan "Before It's Too Late" idi.

6. "That's How You Know" - Enchanted: Disney'in son eseri, Amy Adams'ın şaşkın bakışlı, kanlı-canlı bir Disney prensesi olarak döktürdüğü "Enchanted"; Disney fetişi bulunan Akademi üyelerince 3 şarkıyla birden aday olarak "En İyi Orijinal Şarkı" kategorisini bloke etmişti bu yıl. Aşırı duygusal ve gerçekten mükemmele yakın "So Close" ve şahsen sinir olduğum "Happy Working Song"a tercih ettiğim şarkı ise "That's How You Know". Bazen etnikliğe kaçan ezgilerle süslü; flütünden ziline, borazanından adını bilmediğim türlü enstrümanı bünyesinde barındıran müziği ve kaç kişinin söylediğini bir türlü anlayamadığım kalabalığıyla eğlenceli ve dinamik bir şarkı "That's How You Know". Filmde kullanıldığı sahne fazlaca abartılmış, Cem Yılmaz'ın deyimiyle "Ne Mary ölmüş mü? Haydi dans edelim" kıvamında bir saçmalığımsı olsa da; Amy Adams'ın şirin vokaliyle hoş bir iş çıkmış ortaya müzikal olarak bakıldığında.

7. "December Boys" - December Boys: Nam-ı diğer Harry Potter, Daniel Radcliffe'in serinin dışındaki ilk filmi Avustralya yapımı "December Boys" ile aynı adı taşıyan şarkısı; hüzünlü bir şarkı. Geçmişe dair, anılara dair. Geçmişin geri dönmeyeceğini bilmeye dair.

En İyi Soundtrack Albümleri 2007:

1. Juno OST: Juno'yu o kadar övdüm ki gerek bu blogda, gerekse bu blogun dışındaki hayatımda; eminim artık kimse filmle ilgili bir şey duymak istemiyordur. Ama her zaman söylediğim gibi "Juno"yu "Juno" yapan, ve Juno'yu Juno yapan Diablo Cody ve Ellen Page kadar Kimya Dawson'dır. Kimya Dawson'ın, solo söylediği 6 şarkısı, Moldy Peaches adlı grubuyla söylediği 1 şarkısı ve Antsy Pants adlı grubuyla söylediği 2 şarkısı; "Juno"nun soundtrackine damgasını vuruyor. "Tree Hugger", "Tire Swing", "Vampire", "Loose Lips" ve tabii ki "Anyone Else But You"... Filmin soundtrack albümünde ayrıca Buddy Holly, Cat Power ve Belle & Sebastian şarkıları da mevcut.

2. Hairspray OST: (Zincirleme isim tamlamasına dikkat) 1988 tarihli filmden uyarlama müzikalden uyarlanan filmin soundtrack albümü; bomba kadronun da etkisiyle oldukça eğlenceli. Filmin yeni starı (starleti demeye dilim varmadı :P) Nikki Blonsky, günümüz ergenlik öncesi kuşağının idolü Zac Efron ve tecrübeli oyuncular John Travolta, Queen Latifah, Christopher Walken ve Michelle Pfeiffer'ın oynadığı filmin soundtrack'indeki şarkıları da yine kendileri seslendiriyor. Albümde ayrıca "Come So Far (Got So far to Go)" adlı, orijinal/yeni bir şarkı da mevcut. Zac Efron'un filmdeki performansı bir yana, vokal performansı da dikkat çekici.

3. Distrubia OST: Yılın en genç ve en dinamik filmlerinden, yeni yıldızlardan Shia LaBeouf'un oynadığı "Disturbia", başarılı bir gençlik filmi gibi başlayıp, klasik bir gerilim filmine dönüşümü sırasındaki çizgisi boyunca istisnasız güzel şarkılar barındırıyordu soundtrack'inde. Kimi zaman enerjik, kimi zaman melankolik ama her zaman genç şarkılar... System of a Down'un "Lonely Day"inden Afroman'in "Because I Got High"ına kadar farklı bir şarkılar silsilesi. Ayrıca filmde bir yerlerde Beethoven bile çalıyordu! :)

4. Once OST: Çiçeği burnunda Oscarlı insanlar Glen Hansard ve Marketa Irglova'nın oynadığı "Once"ın bu albümün uzun metraj bir klibi olduğu düşünülürse, "film için müzik"ten çok "müzik için film" temasından söz etmemiz mümkün. E hal böyleyken de "Once" soundtrackinin yılın en iyilerinden olması şaşırılacak bir şey değil. Yukarıda çokça söz ettiğim "If You Want Me" ve "Falling Slowly" bir yana, aynı kıvamda birçok güzel şarkı var albümde. Ayrıca komik bir şeyler dinlemek istiyorsanız, "Broken Hearted Hoover Sucker Guy" oldukça komik.

5. Across the Universe OST: Julie Taymor'un Beatles müzikali, yılın bir başka uzun metraj klibiydi. Başta Evan Rachel Wood ve Jim Sturgess olmak üzere birçoğu filmin oyuncuları tarafından seslendirilen Beatles şarkılarından en başarılı bulduklarım filmin muhteşem girişindeki kısacık "Girl", beni ağlatan "Let It Be" ve "All You Need Is Love" olmuştu.

3 Eylül 2008

Ekim'e Az Kaldı.

Eylül ayının gelmesiyle, Ekim ayının haberleri de gelmeye başladı. Çakışmaları gelenekselleşme yolunda hızla ilerleyen Filmekimi ve Antalya Altın Portakal Film Festivali ile ilgili haberler de gerek sinema dergileri, gerek internet ve gazeteler aracılığıyla fısıldanmakta.

Hakkındaki haberleri daha henüz almış olmama rağmen önceliği tercih edeceğim Filmekimi'nden yana kullanıyorum:

Bu yıl 7.si düzenlenecek olan Filmekimi; 10-16 Ekim tarihlerinde, her zamanki gibi Emek Sineması'nda olacakmış. Gösterilecek film sayısı, henüz web sitesinde bir bilgi olmasa da, Sinema dergisine göre 21.

Bu 21 filmden adları verilenlerin sayısı henüz bir elin parmakları civarında olsa da; heyecanlanmama yetti:
  • Woody Allen'ın Barcelona'lı; Scarlett Johansson, Penelope Cruz ve Javier Bardem'li son harikası "Vicky Cristina Barcelona".

  • Yalnızca iki filmiyle en sevdiğim yönetmenler listesine giriş yapan Fernando Meirelles'in son edebiyat uyarlaması; Julianne Moore, Mark Ruffalo ve Gael Garcia Bernal'li "Blindness".
  • Cannes'da Altın Palmiye alan "Entre les mures".

  • Aaron Eckhart, Toni Collette, Maria Bello gibi güzel bir kadroya sahip olan; aylar önce gördüğüm afişinde 'Towelhead' yazsa da nedense adı değişen, "From the Academy Award Winning Writer of American Beauty and Creator of Six Feet Under" ibaresiyle dikkat çeken "Nothing Is Private".

  • İlgilenmediğim anahtar sözükler: "Miyazaki", "Wim Wenders".
10-19 Ekim 2008 tarihleri arasında gerçekleşecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali (ve eşzamanlı/eşmekanlı Avrasya Film Festivali) hakkında ilk öğrendiğim şey ise, her zamankinden daha güzel bir kadroya sahip olan jürisi hakkındaydı.

"Sinema oyuncusu Tuncel Kurtiz başkanlığındaki Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması jürisinde yapımcı Ali Akdeniz, yönetmen Serdar Akar, oyuncular Ayda Aksel ve Fadik Sevin Atasoy, yönetmen Ömer Faruk Sorak, sinema yazarı Sevin Okyay, görüntü yönetmeni Çetin Tunca ve oyuncu Güven Kıraç görev yapacak." (kaynak)

Sonrasında festivalin Özgü Namallı güzel mi güzel afişini gördüm ve festivalde hayatımın kadınlarından Charlize Theron'un kırmızı halı dolaylarında boy göstereceği haberini aldım. (kaynak)
Festivalde gösterilecek filmler olarak ise adı geçenler şunlar:
  • Açılış filmi olarak Ferzan Özpetek'in Venedik'te yarışmakta olan "Un Giorno Perfetto"su.
  • Alejandro Gonzalez Iñarritu'nun üçlemesinde senaristliğini yapmış olan Guillermo Arriaga'nın yönettiği Charlize Theron'lu "The Burning Plain".
  • Cannes'da Altın Palmiye alan "Entre les murs".
  • İlgilenmediğim anahtar sözcükler: "Kim Ki Duk", "Madonna", "Belgesel".