31 Ağustos 2009

Starbucks Kahve Sohbetleri

Artık İstanbul sokaklarında/alışveriş merkezlerinde neredeyse ABD'deymişsinizcesine olağan bir şekilde her köşe başında rastlanılabilen (benim de pek sevdiğim) kahve zinciri Starbucks, Türk insanını ve Türk kahveseverleri kahve konusunda bilinçlendirmek için çok güzel bir 'one-to-one marketing' örneğine imza atmış: Starbucks Kahve Sohbetleri.


Geçtiğimiz hafta Nautilus Alışveriş Merkezi'ndeki Starbucks'ta ben her zamanki gibi 'sütlü espresso'-nam-ı diğer 'latte'mi yudumlar, arkadaşım Gizem de 'frappuccino'sunun keyfini çıkarırken masamıza bir Starbucks görevlisi yanaştı. (Aslında latte'nin son yudumu çoktan yudumlanmış, frappuccino keyfi de çoktan bitmiş olduğu ve yaklaşık iki saattir sabit bir şekilde oturmuş muhabbet ettiğimiz için) Önce niyetinin nazikçe bizi koltuklarımızdan kaldırmak olduğunu sansak da, tam tersine bir iyilik meleği olduğunu sonradan anladık. Kendini 'Starbucks Kahve Uzmanı' olarak tanıtan ve bize kısa bir kahve eğitimi vermek istediğini söyleyen bu güleryüzlü insanı da biraz daha yerimizde oturabileceğimizi anlar anlamaz masamıza buyur ettik.


"Starbucks Kahve Sohbetleri", insanların aromalı çekirdek kahvelere olan önyargılarını yıkmak birincil amacını taşıyor anladığım kadarıyla. Ayrıca 'hangi kahvenin yanında ne yemeli', 'kahveyi ziyan etmeyelim, kahve ağaçlarını ve doğayı koruyalım', 'Türk Kahvesi hakkında yanlış bilinenler' gibi yan konularda bilinçlendirme amaçları da var - en azından beni bu şekilde bilinçlendirdi. Gerçekten de acı ve çok yoğun olduğu önyargısıyla hiçbir zaman içmediğim aromalı kahveler yerine her zaman espresso bazlı kahveleri tercih ediyorum ben. (Kısacası, hedef kitle doğru.)


Önce elindeki görsellerle kahvenin nasıl yetiştiğini, nerede yetiştiğini, nerede yetişmediğini (mesela Türkiye'de), hangi bölgede yetişen kahvelerin hangi doğal aromaları taşıdığını interaktif bir şekilde anlatan kahve uzmanımız; eğitimimiz dahilinde bize ikram ettiği turunçgil aromalı Tanzanya kahvesi ve yanındaki limonlu turtayı da kullanarak her duyumuza hitap etti. Çok güzel şeyler öğrendim, yolda karşıma çıkan anketörlerden nefret eden bir insan olarak da bu ziyareti hiç rahatsız edici bulmadım. Kısacası (sanırım) iki taraf da memnundu durumdan.


Öğrendiğim şeylerden birkaçını paylaşıyorum. Daha fazlası için bu sohbetlere katılmak isterseniz, onların sizi bulmasını beklemeden herhangi bir Starbucks'a giderek "Starbucks Kahve Sohbetleri"ne katılmak istediğinizi söyleyip, önünüzdeki bir gün için dilediğiniz Starbucks'a kahve uzmanınızı çağırabiliyormuşunuz.
  • Bir kahve ağacından yalnızca yaklaşık iki paket kahve çıkıyormuş. Bu yüzden kahvelerimizi ziyan etmemeliymişiz. İki paket, bir ağaç.
  • Kahvenin doğal aromasını doya doya tatmak için Amerika kahvelerinin yanında karamelli ya da kakaolu, Afrika kahvelerinin yanında turunçgilli ya da meyveli, Güneydoğu Asya kahvelerinin yanında ise sebzeli ya da baharatlı yiyecekler tüketmeliymişiz.
  • Kahvenin ilk yudumunu hüpürdeterek içmek ayıp değil, gurme bir hareketmiş.
  • Türk Kahvesi, sadece bir hazırlama ve pişirme yönteminin adıymış.
  • Kahve, gerçekten Yemen'den geliyormuş.
  • Starbucks'larda sigara yasağından önce de içeride sigara içilmemesinin nedeni bana yaranmak değil, kahvenin tadının ve aromasının bozulmamasını sağlamakmış.

25 Ağustos 2009

Ödülüm ve Ödüllendirdiklerim.

Yaklaşık 2.5 yaşında olan blogum, ilk ödülünü bir başka blogger'dan aldı. Son günlerde bloggerlar arasında oldukça popüler olan bu ödüllendirme girişiminden pay almış olmanın mutluluğunu yaşıyor, Kreativ Blogger Ödülü'nü bana layık gören (ve beni En Kategori Düşkünü Kreativ Blogger olarak adlandırarak gülmemi sağlayan) RFK blogu sahibi Fikret'e teşekkür ediyorum. Kim bilir, belki arkası gelir ödüllerin ileride.

Ödülün raconundan sebep, ben de kendim hakkında 7 şey söyleyip, 7 blogger'ı ödüllendiriyorum.

1) En Kategori Düşkünü Kreativ Blogger Olmak: Sadece blogger kimliğimle değil, Emre olarak da kategorilendirme, sınıflandırma ve listeleme manyağıyım. Dağınık olduğum zamanlar olabilir ama elimde her şeyin bir listesi mutlaka vardır ve raflarımdaki her şey sınıflandırılmıştır.

2) Yazar Olmak: Sadece blogger kimliğimle değil, EMR. olarak da yazıyorum. Öykü yazmayı seviyorum. Ödül aldığım zaman daha da seviyorum, ki ayıptır söylemesi sıkça olan bir şey.

3) Sinefil Olmak: Sinema delisiyim. Ama ilginç bir delilik bu. Çünkü bu delilik sadece 90lı yıllar ve sonrası için geçerli. 'Eski film'lere alerjik reaksiyon gösteriyorum, ne kadar önemli olduklarını bilsem de hazzetmiyorum. Sinefil kimliğimi derinden etkileyen üç önemli film var: "Titanic" (1997), gittiğim ilk drama olması sebebiyle; "Le fabuleux destin d'Amélie Poulain" (2001), sinemaya aşık olmama neden olması sebebiyle; ve "Chicago" (2002), ilk kez bir Oscar Töreni'ni gece 03.00'te uyanarak seyretmeme neden olması sebebiyle. Top 5 film listeme ise bu 3 filmin yanısıra "El Laberinto del Fauno" (2006) ve "C.R.A.Z.Y." (2005) girmekte.

4) Müziksever Olmak: 5 yaşında piyano çalmaya, 15 yaşında şarkı söylemeye başlamış biri olarak müzik hayatımın hep bir parçası oldu. 90lar Türkçe Pop, Türkçe Rock, Alternative Rock, Punk Rock, Klasik Müzik ve tabii ki Soundtrackler... Muse, Placebo, Mor ve Ötesi, Panic at the Disco, Mika, Maroon 5, Yalın, Bora Uzer, Kenan, Sakin, Badem, Pinhani, Zardanadam, Ludo, direc-t, maNga... Beethoven, Chopin, Saint Saëns, Vivaldi, Mozart, Bach... Hatta Ebru Gündeş. "Songs of Hope", "Joseph and the Amazing Technicolor Dreamcoat", "KoroSU", "Late O'Clock"...

5) Dizikolik Olmak: Küçükken Türk Dizileri'nin güzel olduğunu sandığım zamanlardı. Artık değil. ("Şehnaz Tango", "İkinci Bahar", "Asmalı Konak", "Karanlıkta Koşanlar", "Yedi Numara", "Kampüsistan" gibi başarılı diziler oldu, evet.) Fakat cnbc-e sayesinde hayatıma giren ve sonra BK Paylaşım sayesinde sayıları gittikçe artan (Öhöm! Korsana Hayır!) yabancı diziler bende bağımlılık yarattı. Ergenlik travmalarımın sebebi "Dawson's Creek", ilk göz ağrılarm "Scrubs" ve "Dharma & Greg", geç keşfettiğim "Friends", beynimin ırzına geçen "Lost", kirli çamaşır sepeti "Desperate Housewives", çok güldüğüm "How I Met Your Mother" ve "Big Bang Theory", yeni keşiflerim "30 Rock" ve "Fringe" ve tabii ki "Greek". Hepsine tapıyorum.

6) Sanatsever Olmak: Doğru düzgün bir toplumun kültür ve sanatla ayakta duracağına, yoksa o toplumun iğrenç bir topluma dönüşeceğine inanıyorum. Sinemayı, müziği, edebiyatı, tiyatroyu seviyorum. Müze gezmeyi seviyorum. Kültür-sanat aktivitelerini elimden geldiğince destekliyor ve fazlaca katılmaya çalışıyorum. Ama bu ülkede kültür ve sanata daha çok değer verilmesi gerektiğine inanıyorum. Hatta çoğu zaman, ne yazık ki, verilmediğini görüp üzülüyorum.

7) Tepkili Olmak: Aşırı dincilerden, aşırı milliyetçilerden, homofobiklerden ve sigaradan nefret ediyorum. Bunlardan herhangi birine karşı her türlü tepkiyi gösterir, göstereni de desteklerim.

Ve benim ödüllerim:

En İyi Blogger: FatihMelek.net
benim blogumdan genç olsa da bana ilham verdiği, izlediğim filmleri izlediği ve dinlemediğim müzikleri dinlediği, "Rules of Attraction"a 'En Sevdiğim Film' deme cesaretini gösterebildiği için.

En İştah Açan Blogger: Küçük Gurme
son zamanlarda tembelleşse de her acıktığımda yardımıma koştuğu, güzel mekanlar tavsiye ettiği için.

En Tasarım Çılgını Blogger: RFK
her zaman tarzına, zevkine, stiline güvenebileceğim ve J-Pack'leri için.

En Kişisel Blogger: Ben ve Kendim
bir başkasının günlüğünü okuyor gibi olduğum için.

En Hanım Hanımcık Blogger: fıtfıt:)
gezdiğini-gördüğünü-yediğini-içtiğini-dinlediğini esirgemediği ve her zaman bir şeylerden şikayet ettiği için.

En Mobil Blogger: Aquarium
yeni adresinde de güzel şeyler paylaşmaya devam ettiği için.

En Uzaktaki Blogger: Uzak dur yakınıma
artık blogger alemini terketmiş olsa da, yorumlarını ve yazdıklarını özlediğim için.

24 Ağustos 2009

Facebook Geyikleri #2: "My Life According to an Artist"

Pek güncel olmasa da, geçtiğimiz aylarda ortaya çıkmış ve hızla yayılmış bir Facebook geyiğinde sıra. Konuyu ortaya çıkarmamın nedeniyse, yazacak bir şey bulamamış olmam değil, Fikret'in bu olayı bloguna taşımış ve beni 'mimlemiş' olması.

Olayımız, sevdiğimiz bir grubu/sanatçıyı (tercihen birden fazla albüme sahip ve tüm şarkı isimlerini bildiğiniz bir tanesi) seçmek ve listenizi oluşturacak sorulara o grubun/sanatçının şarkı isimleriyle cevap vermek. Tabii ki bir de her zincirde olduğu gibi arkadaşlarımızı da bu belanın içine sürüklemeyi ve bizi bu zincire dahil edeni haberdar etmeyi de unutmuyoruz.

İlk defa 17 Temmuz'da, "My Life According to Panic at the Disco" şeklinde oynamıştım bu oyunu. Değişiklik olsun diye burada da "My Life According to Muse" olacak konu başlığımız. Bu seferlik, İngilizce için özür dilerim.

Are you a male or female? Plug in Baby
Describe yourself: Citizen Erased
How do you feel: Feeling Good
Describe where you currently live: City of Delusion
If you could go anywhere, where would you go: Muscle Museum
Your favorite form of transportation: Falling Down
Your best friend is: Assassin
What's the weather like: Butterflies and Hurricanes
Favorite time of day: Starlight
If your life was a TV show, what would it be called: Stockholm Syndrome
What is life to you: Shrinking Universe
Your fear: Knights of Cydonia
What is the best advice you have to give: Time Is Running Out
Thought for the Day: Thoughts of A Dying Atheist
How I would like to die: Apocalypse Please
My soul's present condition: Hysteria
My motto: Megalomania

22 Ağustos 2009

"Hızlandırılmış Ateizm Dersleri"

Antonio López Campillo ve Juan Ignacio Ferreras, laik bir ülke olduğunu savunan ülkeleri İspanya'da zorunlu din (Katolik Hristiyan) derslerinin ilköğretim müfredatına girmesi ile doğan haksızlıkları çözmek için bir kitap yazmak istemişler ve bu kitabı Fransa'da Fransızca olarak (Cours accéléré d'athéisme) yayınlamışlar. Benzer şekilde, laik bir ülke olduğunu savunan ülkemizde de zorunlu din dersleri mevcut. Bununla da yetinmeyen, ahlak dersi de verdiğini söyleyen fakat bunu da dinle bağdaştırarak yapan bir müfredata sahip bir dersten söz ediyoruz. İki yazarın bu kısa ve gerçekten 'hızlandırılmış', bir solukta okunabilen kitabı; tamamen mantık ve akılcılıkla hareket ederek bazı çıkarımlar yaptıkları kitabı, yıllardır ateistim diye geçinenlerin bile bazı şeylere neden inanmamak istediğini farkettirebilen bir eser. Yalnızca 64 sayfada ve 10 bölümde yapıyorlar bunu.

Kitabın önsözü niteliğindeki "Gerekçe" kısmında, yazdıklarını neden yazdıklarını anltıyor yazarlar. Liberal İspanyol hükümeti için söylenen şeyleri bizzat kendi hükümetimiz de üzerine alabilir sanıyorum. Kitabın sonundaki "Kaynakça" bölümü ise, yazarların ne kadar sıkı çalıştıklarının bir göstergesi olarak sergileniyor ve okurlara güzel kaynaklar sunmak açısından oldukça faydalı.

Kitabın "Gerekçe" ve "Kaynakça" arasındaki bölümleri ise, bir ders kitabı formatında yazılmış. Derslerin başlıkları "İnanmamaya İnanmak", "Ateist İçin İlk Zorunluluk Tüm Tanrılara İnanmaktır", "İnsanın Tarih İçinde Tanrıları Yaratması Ancak Dinleri Yaratmasıyla Mümkün Olmuştur", "Ahlakın İlla Dinsel Olması Gerekmez", "Tarihsel Açıdan Tanrıların, Ardından da Dinlerinin Yaratılması, İnsan Toplumunda Kültür ve Uygarlığın İlerlemesine Yol Açmıştır", "Tanrı Düşüncesi Artık Zorunlu Değil", "Bilim Yeterli Olmasa Bile Gereklidir" ve Kapanış Dersi, "Bilim Yeterli Olmamakla Birlikte Gereklidir, Bu da Bilimin Neden Dinin Yerine Geçmeye Niyetli Olmadığını Açıklar".

Kitabın tek kötü yanı, bölümler arasına serpiştirilmiş, kurmaca diyaloglar, tartışmalar. Bir inanan ve inanmayan arasında geçen bu konuşmalar, bir önceki bölümdeki düşüncenin günlük konuşmada nasıl savunulabileceğini göstermek için tasarlanmış. Fakat, hem Fransızca'dan Türkçe'ye çevrildiğine biraz fazla formal durmuş, akıcılığını kaybetmiş; hem de zaten bölümün verdiği bir düşünce kafamıza girdikten sonra biraz yineleme olmuş kanımca.

Yazarlar, bir dine inanmak için o dinin bir kitabın, bir peygamberin, dinin gereklerini bize aktaracak ve zaman içinde varlığını sürdürmesini sağlayacak bir mekanizmanın var olması gerektiğini; çünkü aklımızı kullanarak bir Tanrı'ya inanamayacağımızı söylüyor. Ateizm ise tamamen aklımızı kullanarak, bilimin varlığını ve geldiği noktaları gözlemleyerek kendi kendimize varabileceğimiz bir sonuç... "İnanmamaya İnanmak" yani. Bu kitap bana, "Tanrı yok." demek yerine "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, ama ben olmadığına inanıyorum." demeyi öğretti. Ayrıca dinlere inanmamanın, onların insanlığa bugüne dek katmış olduğu şeyleri yok saymayı gerektirmediğini öğretti. Sadece inanmayanların değil, inananların da okuması gereken bir eser bence. -ki bunu fikirlerini değiştirip onlar da inanmasın diye değil, en azından inanmayanlarla empati kurabilsinler diye söylüyorum.

"Tanrılar doğdukları zamana uygun özellikler gösterirler, çünkü varlıkları o zamanın ihtiyacına tabidir. Ancak, dinler kurucu tanrıların yaratım zamanına çakılıp kalmaz, hayatta kalmaları, bir türlü ele geçiremedikleri bir güçle mücadele etmeleri gerekir. Ele geçiremedikleri gücün adı zamandır. Mevcut dinlerin tamsilcileri bu tahlikenin gayet iyi farkındadır; bundan ötürü çeşitli köktendincilikler gelişmekte. Tarih'in etkisine dayanmayan bir dinin akıldışı savunusu olarak tanımlanabilir köktendincilik. Ve her dinde köktendincilik vardır, çünkü bilinen tüm dinler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır." (López Campillo & Ignacio Ferreras, 2009 ,sf.20)

"Modern devletler, yani dinsel olmadığını ilan eden devletler, hangisi olursa olsun bir dinin vatandaşları için daha iyi olduğunu bildiğinden hiçbir zaman agnostisizm veya ateizmi kabul etmez. Doğrusu, agnostiklerden meydana gelen bir toplum, dinsel bir ulustan çok daha az yatkındır kandırılmaya, aldatılmaya. Bilim insanı yabancılaştırmaz; oysa hangisi olursa olsun din yabancılaştırır." (López Campillo & Ignacio Ferreras, 2009 ,sf.44,)

"Hızlandırılmış Ateizm Dersleri", 2009
(Cours accéléré d'athéisme, 2004)
Yazar: Antonio López Campillo, Juan Ignacio Ferreras
Çeviren: Savaş Kılıç
Yayınevi: Versus Kitap
Sayfa Sayısı: 54
Fiyatı: 6,5 TL

20 Ağustos 2009

En İyi Film Müzikleri: 2008

Hepimizin aklında yer etmiş, sinema salonundan çıktığımızda beynimizin içinde çalmaya devam etmiş film müzikleri vardır. Yalnızca o film için yazılmış, sonrasında o filmle özdeşleşmiş müzikler, ya da şarkılar. Arka fonunda çalan bir müzik olmasaydı filmlerin ne denli sıkıcı olabileceğini düşünün. John Williams'sız bir dünya düşünün. Müzikallerin sinemaya uyarlanmadığını, müzik marketlerde "soundtrack" diye bir köşe olmadığını düşünün. Akordeonsuz bir "Amélie", ninnisiz bir "Pan's Labyrinth"... Olmazdı di mi? 2008'de de olmazdı, olmadı:

En İyi Film Müzikleri 2008:

1. Wanted - Danny Elfman: Kazakistan'dan Hollywood'a transfer olan ve değişik bir aksiyon anlayışı olan yönetmen Timur Bekmambetov'un Angelina Jolie, James McAvoy ve Morgan Freeman'lı gaz filmi "Wanted"ın müzikleri adını Tim Burton ile duymaya alıştığımız besteci Danny Elfman'a ait. Elfman, bu yıl 4. Oscar adaylığını kazansa da, bu başarıyı benim zevkimle uzaktan yakından alakası olmayan bir başka çalışması ile, "Milk" filminin asansör müziğini andıran müzikleri ile yakaladı. "Wanted"ın aksiyonuna bir sos gibi gelen davul ve çan sesleriyle ortalığı coşturan Elfman, ritmik (bazen sinir bozucu) viyola ve çello seslerine de yer vermiş. Angelina Jolie'nin canlandırdığı Fox karakteriyle ilgili temalarda daha bir duygusallaşsa da müzikler gerçekten nefes kesici. Tema müziklerinin dışında Elfman tarafından bestelenen ve seslendirilen "The Little Things" adlı bir şarkı da filmde yer alıyor. Favorim tabii ki ana tema müziği "Success Montage".

2. In Bruges - Carter Burwell: Coen Kardeşler'in film müzikleri ile tanınan Carter Burwell, Martin McDonagh'ın ilk filminin kusursuz olmasının nedenlerinden biri. Burwell'in "In Bruges" için yaptığı müzikler filmin anlattığı Bruges ile baştan sona örtüşüyor. Tarih, sanat ve huzur kokan bir şehiri anlatıyor önce müzikler. Başlıca üç tema müziğinin, ilk defa "Prologue", "Walking Bruges" ve "Harry Walks" ile karşımıza çıkması ve bunların farklı enstrümanlar ve farklı ritimlerle çeşitlenmesi söz konusu. Özellikle ana temada bulunan piyano partileri baştan çıkarıcı. Bazı parçalarda flüt, gitar veya yaylıların öne çıktığı da oluyor. Filmin akışı gibi, son parçalarda da bir hareketlilik ve aksiyon söz konusu. "Shootout Part 1"dan başlayarak bildik temaların üzerine elektro gitar ve davullar ekleniyor ve o sessiz şehirdeki kovalamacaya güzelce eşlik ediyor Burwell'in müzikleri.

3. Happening - James Newton Howard: Geçtiğimiz yıl yazdığım Shyamalan yazımda da söylediğim gibi, "Happening" ile ilgili iyi olan sadece iki şey vardı: Filmin afişi ve James Newton Howard'ın müzikleri. Shyamalan'ın son zamanlarda yap(ama)dığı kıl bile kıpırdatmayan 'gerilim' filmlerine tüyler ürpertici müzikler yazmayı becerebilen bir adamdan bahsediyoruz. Howard bu yıl, benim de biraz daha alt sıralarda listeme kattığım "Defiance"ın müzikleri ile Akademi tarafından aday gösterilmiş olsa da, sırf bu nedenle bile "Happening"deki başarısı daha önemliydi benim için. Çoğunlukla piyano ile tekrarlanan basit bir melodiyle ortalığı geren Howard, bu "Main Title" müziğinin üzerine çeşitlemeler yapmış. Bu çeşitlemeler arasında en başarılı olduğunu düşündüklerim "Evacuating Philadelphia", "Central Park" ve "Be With You". 8 buçuk dakika uzunluğundaki "End Title Suite" ise gerçek anlamda bir klasik müzik eseri. Özellikle keman solosu duyulmaya değer.

4. Curious Case of Benjamin Button - Alexandre Desplat: Son yılların en iyi bestecilerinden biri olduğunu düşündüğüm Desplat, "Curious Case of Benjamin Button"da da diğer eserlerindeki gibi çok çeşitli temalar kullanmayı seçmiş. 2006'da "Queen"de karakterler üzerinden giden bu çeşitlilik, "Curious Case of Benjamin Button"da hayatın dönemlerine göre farklılık göstermiş. Genellikle üflemeliler, harp ve piyanoya yer veren Desplat bu çalışmasıyla Oscar'a ikinci kez aday gösterildi. (Adaylar arasında kazanması gereken de kendisiydi, neyse.) Favorim, "Postcards".

5. Låt den rätte komma in - Johan Söderqvist: Nordik Sineması hastalığım nedeniyle özellikle Susanne Bier filmlerinin müzikleri ile tanıdığım Söderqvist, izlediğim en tatlı/sevimli vampir filmi ve en güzel İsveç filmi olan "Let the Right One In"in müziklerinde bir kez daha karşıma çıktı geçtiğimiz yıl. Çok güçlü ve melodramatik, yaylı ve gitar seslerinin ağırlıkta olduğu müzikler yapmış Söderqvist. Özellikle ana tema olan, ilk olarak "Eli's Theme"de karşımıza çıkan "Let the Right One In" ağlatabilecek potansiyele sahip bir parça. Fakat Söderqvist, filmin romantik kısmına oldukça başarılı bir şekilde değinirken, kanlı kısımlarını baştan savmış sanki. Filmdeki masum aşk ve kanın mükemmel uyumunu müziklerde hissetmek ne yazık ki mümkün olmuyor, müzikleri dinlerken kan kokusu alınmıyor.

6. Defiance - James Newton Howard: "Defiance"ın müziklerinin başarısı söz konusu olduğunda James Newton Howard'ın besteciliği kadar 15 parçanın 13ünde keman sololarını yorumlayan Joshua Bell'i de takdir etmek gerek. Müziklerin etkileyiciliğinin en büyük nedeni de keman sololarının kattığı hüzün zaten. Ana tema müziklerindense "Bella and Zus", "Exodus" ve "Escaping the Ghetto" gibi parçalar favorilerim arasında.

7. Frost/Nixon - Hans Zimmer: Politik bir filmi bir aksiyon filmiymişcesine işleyen Hans Zimmer, her zamanki gibi nefes kesen müzikler yapmış "Frost/Nixon" için de. Zamana karşı yarışan gazeteci Frost'un koşuşturmacasına odaklanan Zimmer'in çoğunukla üzerine çalıştığı tema "Watergate".

En İyi Film Şarkıları 2008:

1. "Jaiho" / Slumdog Millionaire: A.R.Rahman'ın bırakın Oscar almasına, aday olmasına bile karşı olduğum En İyi Orijinal Müzik kategorisi bir yana, sonuna kadar desteklediğim kategori En İyi Orijinal Şarkı kategorisiydi, yüzlerce kez yazdığım/söylediğim gibi. Sadece (daha sonra İngilizce pop cover'ı yapılarak çok afedersiniz içine sıçılan) Jaiho değil tüm şarkılarda Hint dinamizmini İngiliz standartlarına sığdırabilmeyi başarmıştı Rahman. Şarkının bir karnavalı anımsatan çok parçalığı ve yarattığı "her tarafta bir şeyler oluyor ne tarafı dinlemeliyim" hissiyatı Bollywood'a yakışır nitelikteydi. Filmde dans eşliğinde kullanılıyor olması ise apayrı bir artı. Kısacası, hakkıyla kazanılan bir Oscar, müthiş enerjik bir şarkı.

2. "The Wrestler" / Wrestler: Bruce Springsteen'e bir adet Altın Küre kazandıran duygusal şarkısı "The Wrestler" özellikle sözleriyle beni benden alan şarkılardan. Yarattığı çaresizlik ve kaybetmişlik duygusu film ve filmin ana karakteri ile birbir örtüşüyor. "Have you ever seen a one-legged dog making its way down the street? / If you've ever seen a one-legged dog then you've seen me". Şarkının tek eksisiyse başındaki uzun intro.

3. "Little Person" / Synecdoche New York: Jon Brion'un bestelediği ve Deanna Storey'nin seslendirdiği "Little Person", Charlie Kaufman'ın kafa karıştırıcı ilk filminin iyi yanlarından biriydi. Sıradan insanların mutlu olma ihtimalleri üzerine...

"I do my little job
And live my little life,
Eat my little meals,
Miss my little lid and wife

And somewhere, maybe someday,
Maybe somewhere far away,
I'll find a second little person
And we'll go out and play."

4. "Down to the Earth" / Wall-E: Peter Gabriel'in Oscar adayı şarkısı "Down to the Earth", gerek "Wall-E"nin yarattığı dünyaya, gerek hikayesine ve mesajına oldukça uygun bir şarkı. Sözleri, müziği ve arada duyulan şirin dijital/robotik sesleriyle ve filmde kullanıldığı final sahnesinde yer alış biçimiyle oldukça başarılı. Ayrıca nakarat kısmı Akademi'nin hayran olduğu Disney Şarkıları gibi kokuyor.

5. "Rock Me Sexy Jesus" / Hamlet 2: Yılın en kötü filmlerinden olsa da, komik bir fikir üzerine kurulmuş bir filmdi "Hamlet 2". Her şeyini kaybetmiş bir lise müzikal tiyatro hocasının kariyerini kurtarmak için başrol kahramanı İsa olan bir müzikal yazması... Tagline'ından da anlaşılacağı gibi "One high school drama teacher is about to make a huge number 2." İşte bu müzikalin içindeki şarkılardan biri olan "Rock Me Sexy Jesus" ise, filmin başarısızlığıyla tamamen ters orantılı bir başarıya sahip kanımca. Özellikle sansasyonel sözleriyle ilk dinlediğimde beni gülme krizlerine sokmuş bir şarkıdır kendisi. Mesela, "He’s the son of God and I think that’s cool / But he’s got swimmer’s bod like nobody do" ve ""Turn the other cheek" is really showing class / But I really think it’s sexy when he kicks Satan’s ass" gibi... Ayrıca güzel bir "ensemble" şarkısı.

6. "The Call" / Chronicles of Narnia: Prince Caspian: Regina Spektor'ın şirin sesiyle ("Juno" türevi filmler dururken) fantastik bir filme şarkı yapması ilk anda akla gelebilecek bir şey değil, ama olmuş ve güzel de olmuş bir şey. "The Call", özlediğin yere geri dönmekle ilgili bir şarkı. Tıpkı Narnia serisinin bu devam filminde işlenmeye çalışılmış konulardan biri gibi. "You'll come back / When they call you / No need to say goodbye."

7. "Pineapple Express" / Pineapple Express: Huey Lewis and the News tarafından seslendirilen şarkı, film gibi "high" bir şarkı. Gayet enerjik, gayet hayatı boşvermiş. Aradaki öksürük sesleri de cabası.

En İyi Soundtrack Albümleri 2008:

1. Nick & Norah's Infinite Playlist OST: Yine Michael Cera'nın bulunduğu 'indie' bir film, yine mükemmel bir 'indie' soundtrack. Filmi çok başarılı bulmasam, saçma bir gençlik filmi olduğunu düşünüyor olsam da; müzikleri için çok farklı şeyler düşünüyorum. Zaten bir filmin ana karakterinin bütün olayı kusursuz "Mixed Tape"ler hazırlamaksa, o filmin soundtrack albümünün de bu kusursuz "Mixed Tape"lerden biri olmasını beklersiniz. 15 farklı grup/sanatçıdan 15 farklı parça var albümde. Neredeyse sözsüz "Speed of Sound" güzel bir giriş, sonrasında Bishop Allen, "Middle Management" ile tempoyu hızlandırıyor. Çok farklı tarzlarda, alternatif rock, indie rock ve soft rock şarkılar birbiri ardına harikalar yaratıyor sonra. Takka Takka "Fever"da "Don't have fever girl / You've got you", Submarines "Xavia"da "I don't wanna be your favorite enemy." diyor. We Are Scientist "After Hours"da daha da hızlandırıyor tempoyu. Filmin takip etmesi yoran koşuşturmacasına oldukça uyan, sürekli artan bir tempo söz konusu ve bu tempo artışı sırasında (filmin aksine) kalite hiçbir zaman bozulmuyor. Sonra romantik bir an geliyor Richard Hawley "Baby You're My Light" diyor, duruyor zaman. Filmin sonlarına doğru kurgunun hızı düştüğü gibi müziklerin temposu da düşmeye başlıyor ve romantik sona uygun bir şekilde dinliyorsunuz oldukça romantik şarkıları. Adını sayamadığım birçok iyi grubun birçok iyi şarkısı da var bu albümde.

2. Slumdog Millionaire OST: A.R.Rahman ve M.I.A.'nın damgasını vurduğu Hint işi bir soundtrack albümü var karşımızda. İçindeki 12 şarkıdan ikisi Oscar'a aday gösterilmiş ve biri ödülü kazanmış bir albüm. Hint dinamizmini ve cümbüşünü çok güzel yansıtan şarkılarla dolu. Mırıldanılarak söylenen bir tema müziğinin dışında 3 enstrümantal parça daha bulunuyor albümde. Onların dışında tabii ki "Jaiho" ve favorilerim "Ringa Ringa" ve "Paper Planes" de dinlenmesi şart olan şarkılar. (O... Saya ise nedense benden istediği ilgiyi göremedi.)

3. Issız Adam OST: Türkiye'de yılın fenomeni haline gelmiş filmin, çok konuşulan müzikleri... Filmle beraber resmen hortlayan eski şarkıcılar, her yerde çalınmaya başlanan 70li yılların şarkıları. Ayla Dikmen'in "Anlamazdın"ı, Nil Burak'ın "Yalnızım"ı, Semiramis Pekkan'ın "Bana Yalan Söylediler"i, Sibel Egemen'in "Yalnız Adam"ı, Hümeyra'dan "Tutsana Ellerimi" ve tabii ki Michel Fugain'den "Une Belle Histoire". Bunun yanında çerez olarak, Aria'nın pek de güzel olduğunu düşünmediğim tema müzikleri.

4. My Best Friend's Girl OST: 13 şarkıdan oluşan albümde çok çeşitli tarzlardaki sanatçıların çoğu 'ilginç' şarkılarına yer verilmiş. Filmin cinsel içeriğine uygun bir şekilde "Do Me", "Pop That Pussy" gibi şarkılara da rastlamak mümkün, Teddy Thompson'ın "Seperate Ways"i gibi duygusal şarkılara da... Sweet'ten "Love Is Like Oxygen" ve Alman çocuk şarkısı "99 Lutfballons"un Nena yorumu favorilerim. The Cars şarkısı, filmle aynı adı taşıyan "My Best Friend's Girl" de dinlemeye değer.

5. Mamma Mia! OST: ABBA klasiklerinin müzikalleştirilmiş halinin film verisyonu, geçtiğimiz yılın en çok ses getiren müzikaliydi bildiğiniz gibi. Meryl Streep, Pierce Brosnan, Colin Firth, Amanda Seyfried, Julie Walters, Christine Baranski ve Dominic Cooper gibi yıldızların kayıtlarından oluşan bu soundtrack de en az ABBA orijinalleri kadar eğlenceli.

19 Ağustos 2009

Ayla Erduran ve Olaylı Topkapı Sarayı Konserleri

Hakan Erdoğan'ın 11 Temmuz'da organize ettiği Whitehall Orkestrası ve solist İdil Biret'i ağırlayan konser bildiğiniz gibi olaylı sonuçlanmıştı. Erdoğan 1 ay sonra, 18 Ağustos'ta Topkapı Sarayı Konserleri'nin ikincisiyle karşımızdaydı. Konser öncesinde Hürriyet'teki röportajından "Camia olarak artık Vakit Gazetesi'ni takip ediyoruz." diyerek bazı konulara dikkat çekmiş olan Cem Mansur'un şefliğindeki Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası ve usta solist Ayla Erduran, Topkapı Sarayı'nın 1. avlusunda seyirciyle buluştu. Fakat ne yazık ki bu konserde de Hakan Erdoğan ve seyircilerini tatsız bir sürpriz bekliyordu.

Olanlardan önce konserle ilgili yorumlarıma yer vermek istiyorum. Öncelikle, bugüne dek İstanbul Bach Günleri, Kahvaltıda Jazz, Yedikule Zindanları Konserleri gibi birçok klasik müzik ve jazz etkinliğini hayata geçiren ve Saray Konserleri'nin de prodüktörü olan Hakan Erdoğan ve şirketinin 'ürün'lerini "Müzik Ruhun Gıdasıdır" temasıyla pazarlaması ve kullandıkları afişler oldukça güzel. Hele ki afişle uyum sağlayan bir fikirle konser alanında elma dağıtmaları oldukça etkileyici. (Diğer yandan konser düzenini sandalye ve minder olarak yapmak çok akıllıca. Fakat minderden izleyecek ucuzcular, bel ağrılarına hazır olsun.)

Saray Konserleri'nin ikincisinde sahnedeki orkestra, Türkiye'nin dört bir yanındaki en başarılı konservatuar öğrencilerinden oluşturulmuş, 2007'de kurulmuş, Cem Mansur yönetimindeki, 93 kişilik Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası (UGSO) idi. Orkestrada enstrümanıyla aynı boyda olan 15-16 yaşındaki gençlerin bile bulunması gerçekten sevindirici. Orkestranın çalışması ve konaklaması için gerekli desteği sağlayan Sabancı Vakfı, Sabancı Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi'ne de teşekkür etmek lazım sanırım. UGSO, konserin açılışını Saint-Säens'in oryantalist "Bacchanale" eseriyle muhteşem bir şekilde yaptı, benim de besteciye olan gizli hayranlığımı depreştirmiş bulundu.

Konserin en önemli ismi ise, ülkemizin en değerli keman solistlerinden Ayla Erduran'dı. Erduran, Orkestra'ya Albeniz, Sarasate ve Massenet'in eserlerinde ve Brahms'tan 3 Macar Dansı'nda eşlik etmek için çıktı sahneye. Merdivenleri bile yardım alarak çıksa da, 6 eseri ayakta çalacak olması şaşırtıcıydı. Ve olan oldu... Ayla Erduran ilk Macar Dansı'nın ortasında sahnede yere düştü. Kısa sürede alkışlarla yeniden ayağa kalkıp, kaldığı yerden parçaya devam etti. 2. Macar Dansı'nın son notasıyla beraber ise ikinci kez yere yığıldı Erduran. Bu kez Mansur, erken bir ara verilmesi gerektiğini söyledi ve Topkapı Sarayı'nın girişine giden yoldaki sandalyeler gelecek ambulansın geçebilmesi için apar topar imece usulü seyirciler ve görevlilerin yardımlaşması ile toplanmaya başladı. Gelen ambulans, alkışlar ve tezahuratlarla Erduran'ı götürdü. Sanatçının tansiyonunun düştüğü, ciddi bir şeyi olmadığı fakat kendisini daha fazla yormamak için önlem aldıkları açıklaması yapıldı.

Konserin ikinci yarısında UGSO, Ravel'den "Alborada del Gracioso" ve Tchaikovski'den "Francesca da Rimini" senfonik şiirini yorumladı. Özellikle final bölümü mükemmel olan Tchaikovski eserini, Erduran'ın rahatsızlığı nedeniyle dinleyemediğimiz Brahms'ın en bilinen Macar Dansı'nın icra edildiği bir bis izledi. Orkestranın yaş ortalamasının düşüklüğü, gerçekten de yorumlarındaki dinamizme yansıyordu. Bu kadar heyecanla ve gazla çalan orkestra az bulunur.

Evet, Ayla Erduran konserin ortasında yere yığıldı. Ve ben bu yazıyı yazmak için yarın sabahı beklemedim. Çünkü konserin şarabına, Tchaikovski'nin Hristiyan müziği yapmasına takan Vakit gazetesi ve diğer dinci basın "Oh olsun!", "Çarpıldı!", "İlahi Adalet Yerini Buldu" gibi saçma sapan başlıklarla sinirimi bozmadan önce, konserin politikasına kızarak değil, sanatını takdir ederek yazmak istedim. Çünkü ayakta alkışlanan Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası da, ambulansı alkışlarla uğurlanan Erduran da bu ülkenin dincilerle değil sanatçılarla ayakta kalması gerektiğini bilen insanlara layık şeyler yapmakta.

Acil şifalar diliyorum.

18 Ağustos 2009

+'sıyla -'siyle Olympos

Gençliğin, alternatif ve huzurlu tatil arayanların mekanı Olympos'a yıllar sonra gitme fırsatını sonunda buldum. 'Bana göre' bir yer olmadığına da karar verdim. Sevenlerine armağan olsun.

Olympos gibi küçük ve alternatif bir yere İstanbul'dan hiçbir otobüs şirketinin seferi olmadığı için Kemer'e ya da Antalya Merkez'e yaklaşık 12 saatlik bir yolculuk yaparak, sonra da duruma göre yarım saat veya 1.5 saatlik bir başka yerel otobüs şirketinin sunduğu imkanlarla Olympos yakınlarına ulaşabiliyorsunuz. O küçük otobüs sizi gözleme yapan ve misafirperver insanların bulunduğu bir yerde bırakıyor, siz de yaklaşık 45 dakkada bir işleyen minibüslere atlayıp kalacağınız yere varabiliyorsunuz.

Heveslisine ağaç ev, heveslisine bungalow, hevessizine de klimalı-duşlu normal bir pansiyon odası vaat edebilen çeşitliliğe sahip bir kalacak yer yelpazesi var Olympos'ta. Kaldığımız Orange Pansiyon ise, kesinlikle olabilecek seçeneklerin en iyisiydi. (ki bunu pansiyonda tanıştığımız insanlar da daha önce başka yerlerdeki kötü deneyimlerini anlatarak doğrulamış oldular). Alışıldık check-in saatinden bir hayli önce gelen bize, işin parasında olmadıklarını göstererek gelir gelmez kahvaltıdan faydalanabileceğimizi söyleyen pansiyon sahipleri; her konuda yardımcı, muhabbet konusunda da kafadan insanlardı. Bodrum gibi daha ciks mekanlarda sadece odayı bile alamayacağımız fiyata; hem oda, hem kahvaltı, hem de akşam yemeği dahildi. Yemeklerse -özellikle çorbalar- bu fiyata bulunmayacak kadar lezzetliydi.


Olypmos, kesinlikle 'yaz aşkı' umuduyla gidilmemesi gereken bir yer. Sevgiliyle ya da aileyle kafa dinlemek amacıyla, ya da pek bir beklentisi olmayan kalabalık bir arkadaş grubuyla eğlenmeye gidilmesi daha optimum sonuçlar verecek gibi geldi. Etrafta herkes çiftken moraller saplar için pek iyi olmuyor.


Orange Pansiyon'un sahibi olduğu dağların arasındaki üstü açık Orange Bar, oldukça güzel bir mekan. DJ'in performansı birçok İstanbul mekanından daha iyi. (Fakat Michael Jackson'ın öldüğü hafta mekanda bulunmanız, olağandan daha çok "Black & White" dinlemenize neden olabilir) Girişe bir bira dahil, Orange Pansiyon'da kalanlara ayrıcalık yapılmıyor desem yalan olur. İçkilerin içinde bulunan su oranı da bir hayli düşük. Fakat yine, etrafta çiftler var. Mekan, 23.00'te açılıyor; fakat Olympos'taki tüm mekanlar gibi 00:30'dan önce bomboş.

Olympos'un denizi inanılmaz -mış. Yok öyle bir şey. Rüzgar bir tersten essin, tekneler bir geçsin; denizi gerçek anlamda b.k götürüyor. (Yanımda yüzenini gördüm, şahidim var.) Kaldığımız süre boyunca yosun, çöp ve köpük olmayan bir yerde denize girmek için yakındaki bir başka sahil olan Çıralı'ya kadar yürümek zorunda kaldık. Bu da Olympos'un denizi inanılmaz diyenlerin tezini çürütmek için yeterlidir sanırım. Denize ulaşmak için antik kentin içinden geçilmesi gerektiği, antik kente kadar 1 km.'ye yakın yol yürünmesi ve antik kentten sahile ulaşmak için de suların, tozun ve çamurun içinden geçilmesi gerektiği de cabası. (Evet doğayı sevmiyorum. Seven buyursun.)

Olympos'ta güzel dostluklar kurabileceğiniz, en azından sizin gibi saplarla/çiftlerle kaynaşabileceğiniz ortam fazlasıyla mevcut. Pansiyonun bahçesinde, deniz kenarında ya da çıkılan turlarda tanıştığınız insanlarla kaynaşabiliyorsunuz, facebook teknolojisiyle fotoğraflarınızı paylaşabileceğiniz yeni insanlar yaratabiliyorsunuz. Buradan özellikle Meral Abla'ya sevgilerimi yolluyorum.

Olympos'tan her gün tekne turlarına kayıt olabiliyorsunuz. (Bilmeniz gereken teknenin yakından değil 2 saat uzaklıktaki Kekova'dan kalktığı.) Sabah çıkılan bir otobüs yolculuğundan sonra ulaştığınız teknede, Akdeniz'in muhteşem suyuna kavuşup bıkana kadar farklı koylarda yüzebiliyorsunuz. Güneş yanıklarına ve deniz kestanelerine dikkat ettiğiniz sürece keyifli bir gün geçirebilirsiniz. Yol üstünde durulan Simena (Kale Köyü) adlı mekanda bulunan Ankh Cafe'nin ev yapımı dondurmasını ise özellikle tavsiye ediyorum. Biz gittiğimizde fındıklı, muzlu ve şeftalili vardı, üçü de mükemmeldi. Bir başka tavsiye ise, izin verilen bir şey, tekneye kendi içkilerinizi alarak binmeniz. Çünkü teknede bir hayli küçük ve pahalılar.


Olympos'a/Çıralı'ya gidip de Yanartaş'ı görmeden dönmek olmaz -mış. Ben hayatımda iki alev görmek için çekilen böyle bir eziyet görmedim. Tamam mitolojik anlamı ve hikayesi gayet hoş olabilir ama aynı olay "İstanbul xxx Çöplüğü'nde kendiliğinden tutuşan metan gazı nedeniyle..." gibi haberlerde de mevcut. Yanartaş, Çıralı'nın tepelerinde bir yerlerde. Çıralı-Olympos arasının yürüyerek 5 dakika, arabayla 25 dakika olmasının nedeni içinse sizi ortaokul coğrafya derslerine yönlendiriyorum. Arabadan "Geldik." ifadesini kullanarak inen kişiye ise bir yumruk atmanızı öneriyorum. Çünkü Çıralı'nın girişi olarak nitelenen ve ağzı içki kokan bir amcanın bilet kestiği yerden taşların alevler arasından çıkışını göreceğiniz yere kadar yaklaşık 25 dakikalık bir tırmanış sizi bekliyor. Bu tırmanışı antik çağlardan kalma merdivenleri kullanarak yapacağınız ve tamamen karanlık bir ortamda yapacağınız göz önünde bulundurulsa, kesinlikle el fenerine evet, parmakarası terliğe hayır diyorum. Hele bir de gıda zehirlenmesi sebebiyetiyle karın ağrısından falan ölmekteyseniz, çıkmayın yukarı. He yoksa da çıkmayın, o ayrı. Buyrunuz koydum ben, fotoğrafı var aşağıda. Görüp göreceğiniz iki tane alev, ki yaz sıcağında yanlarına yaklaşmak da o tırmanıştan sonra ter içinde kalan vücudunuz için pek iyi de olmuyor hani. Komik anektod: 25 dakika boyunca, ayaklarımız kaya kaya o basamaklardan geri inmiş, ter içindeyizdir. Sırtında çocuğu olan bir baba daha 25 dakikalık tırmanışın ilk basamağında ağlayan çocuğuna "Geldik, geldik." der.


Olympos'un gıdasal olayı, kavun içi dondurma. Kavun güzel olduğu sürece ağzınıza bayram yaptıracak bir tatlı seçeneği. Hemen her yerde bulunabiliyor. Dondurma çeşidi ve sosları bol. Hepsi de kavunun içine yakışıyor. Yarım kavunu tutup kaşıklayarak yiyorsunuz güzel güzel.

Olympos'un bir başka olayı gece sahilde ateş yakıp gitar çalmak -mış. Bunu yapabilmek için Olympos'u kaplumbağa kardeşlerimizin seks yapmadığı bir dönemde ziyaret etmek gerekiyor -muş. Tabii bir de arkadaşınızın gitarını evde bırakmaması. Hadi tüm bu şartları sağladınız, o gündüz bile zor yürünen antik kent yolunu gecenin karanlığında kim yürür... Pansiyonda çalar söylerim ben.

Doğa beni geriyor arkadaşım. 5 yıldızlı tatil yapıcam ben ukalalığı da yapmıyorum tabii ki. Ama vakit ayırıp o kadar yol gidince en azından bir iskele, temiz bir deniz, şezlong gibi lüks bile sayılmayacak şeyler bekliyor insan. Derseniz ki ben doğayı seviyor, kafa dinlemek istiyorum. Olympos size göre.

10 Ağustos 2009

Dünya Festivallerinden: Venedik'09 & Toronto'09

İstanbul Film Festivali'nin klasikleşmiş bölümlerinden birinin adıdır bildiğiniz gibi "Dünya Festivallerinden". Eylüle henüz bir ay varken, Eylül ayında düzenlenen, dünyanın önemli iki festivalinin programlarında yer alacak filmler belli olmaya başladı. Muhtemelen çoğunun "Dünya Festivallerinden" bölümünde yer alacağı filmlerin bulunduğu Venedik ve Toronto Film Festivalleri'ndeki son durum şöyle:

Uluslarası Venedik Film Festivali (2-12 Eylül 2009)

Festivalin yarışma bölümünde 6 Amerikan 4 Fransız, 4 İtalyan, 2 Alman, 2 Çin, 1 Avusturya, 1 İsrail, 1 Mısır, 1 Sri Lanka ve 1 Japon yapımı film yer alıyor. Jüriye ise iki Altın Aslan sahibi yönetmen Ang Lee başkanlık ediyor. Yarışma kısmı dışında festivalde adı üstünde "İtalyan Sineması", dünyanın çeşitli ülkelerinden yeni yönetmenlerin filmlerine yer verilen "Yeni Ufuklar", eski İtalyan filmlerinin gösterileceği "These Phantoms" ve uluslararası kısa film yarışmasına katılan filmlerin gösterileceği bir kısa film bölümü de mevcut.

Festivale gidecek olsam ilk anda seçeceğim, beni heyecanlandıran filmler ise şunlar:

"Soul Kitchen" (Yön: Fatih Akın): Alman-Türk yönetmen Fatih Akın'ın iki yıl önce Cannes'da En İyi Senaryo ödülünü aldığı "Auf der Anderen Seite" filminden sonra çektiği son filmi "Soul Kitchen"ın oyuncu kadrosunda yönetmenin favori oyuncularından Birol Ünel ve Moritz Bleibtreu var. Bu yıl "Paris Je T'aime" örnek alınarak çekilen "New York, I Love You"da da bir kısa filmiyle izleyeceğimiz Fatih Akın hayranları için cezbedici bir tercih.

"A Single Man" (Yön: Tom Ford): Tom Ford'un ilk filmi olmasına rağmen, iddialı oyuncu kadrosuyla dikkat çeken "A Single Man"de Julianne Moore, Colin Firth, Lee Pace, Nicholas Hoult ve Ginnifer Goodwin gibi ünlü isimler rol alıyor.

"The Informant!" (Yön: Steven Soderbergh): Matt Damon'ın başrolünde oynadığı bir casus komedisi olan "The Informant!", yılın iddial komedi filmlerinden.


"The Men Who Stare at Goats" (Yön: Grant Heslov): George Clooney, Kevin Spacey, Ewan McGregor ve Jeff Bridges gibi ünlü isimleri biraraya getiren politik film, yılın erkek-"Nine"ı gibi duruyor bu kadroyla. Amerikan ordulu, Irak'lı, sıkıcı bir film olma ihtimali yüksek olsa da merak uyandırıcı.

"Toy Story 3D" & "Toy Story 2 3D" (Yön: John Lasseter): Geçtiğimiz Cannes Film Festivali'nin, tarihinde ilk kez bir animasyonla, "Up" ile açılmasından sonra Venedik Film Festivali de bir animasyon açılımı yapıyor ve değişik bir sürprize yer veriyor. 1995 ve 1999 yapımı iki filmle Pixar favorileri arasında gösterilen, 1995'te ilklere imza atarak animasyon filmlerde devrim yaratmış "Toy Story" serisinin bu ilk iki filmi, 2010'da vizyona girecek 3. filmin hazırlıkları sürerken 3 boyutlu olarak yeniden karşımıza çıkıyor Venedik Film Festivali'nde.

Uluslararası Toronto Film Festivali (10-19 Eylül 2009)

Uluslararası bir yarışma bölümü olmasa da, Halk Özel Ödülü prestijli ödüller arasında sayılan ve yeni sezon filmlerinin görücüye çıkması açısından oldukça önemli bir festival olan Toronto Film Festival'inde de bu yıl oldukça heyecan verici filmler mevut. Özellikle "Galalar", "Çağdaş Dünya Sineması" ve "Keşif" bölümleri dikkat çeken festivalde 18 bölümün 3ü Kanada filmlerine ayrılmış.

Festivale gidecek olsam ilk anda seçeceğim, beni heyecanlandıran filmler ise şunlar:

"Los Abrazos Rotos" (Yön: Pedro Almodóvar): İspanya'nın kadınları ve eşcinselleri en iyi anlayan Oscar sahibi yönetmen/senaristi Almodóvar, "Todo Dobre Mi Madre" ve "Volver" gibi filmlerden sonra bir kez daha Penélope Cruz ile çalışıyor. Karmaşık ve pembe dizisel bir hikayesi olan filmin her zamanki gibi görsel ve rengarenk bir şölen olacağıysa şüphesiz.

"An Education" (Yön: Lone Scherfig): 2000'de dünyaya kendini "Italiensk for begyndere" ile tanıtan ve 2002'de "Wilbur Wants to Kill Himself" ile ülkesi sınırları dışına çıkan Danimarkalı Lone Scherfig; ikinci İngilizce filmini iddialı bir kadroyla çekmiş. "An Education"da Carey Mulligan ve Peter Sarsgaard'ın yanısıra, Alfred Molina, Emma Thompson, Sally Hawkins ve Dominic Cooper rol alıyor. 1960larda geçen bir hikayeye sahip filme, özellikle oyuncu dallarında, şimdiden bir ödül avcısı gözüyle bakılıyor.


"Bright Star" (Yön: Jane Campion): Bugüne dek Oscar'a aday gösterilmiş üç kadın yönetmenden biri olan Yeni Zelandalı Jane Campion ("The Piano" (1993)), yeni filminde genç oyuncular Abbie Cronish ve Ben Whishaw'a yer vermiş. 19. yüzyılda geçen film, özellikle Avustralyalı Abbie Cornish'in performansı ile adından söz ettiriyor.

  • "London River" (Yön: Rachid Bouchareb): 2005'te Londra'daki terör saldırısından sonra şehre giderek çocuklarını arayan iki yabancının hikayesini anlatan film galasını Berlin Film Festivali'nde yapmış, özellikle Brenda Blethyn'in oyunculuğu ile olumlu eleştiriler almıştı.

"Un Prophéte" (Yön: Jacques Audiard): Adını 2005'te "De battre mon coeur s'est arrêté" ile duyuran ve bu filmi ile BAFTA ve Altın Küre dahil birçok ödüle aday gösterilen Jacques Audiard, son filmi "Un Prophéte" ile bu yıl Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nün sahibi oldu.

"The Damned United" (Yön: Tom Hooper): "Elizabeth I" ve "John Adams" gibi Emmy'leri silip süpüren iki mini-dizinin ardından Tom Hooper, bir futbol öyküsüyle karşımızda. Başrolde Michael Sheen, yan rollerde ise Jim Broadbent dikkat çekici. Filmin senaryosunu David Peace'in romanından uyarlayan isim ise "Queen" ve "Frost/Nixon" gibi senaryoları ile ortalığı kasıp kavuran Peter Morgan.

"Get Low" (Yön: Aaron Schneider): 2003'te "Two Soldiers" adlı kısa filmi ile Oscar sahibi olan Aaron Schneider, ilk uzun metraj filminde bir cinayetin hilkayesini anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Bill Murray, Robert Duvall ve Sissy Spacek gibi dikkat çekici isimler var.

"Ondine" (Yön: Neil Jordan): En son Jodie Foster'lı "Brave One" filmini izlediğimiz İrlandalı yönetmen, yeni filminde İrlandalı bir balıkçının hikayesini anlatıyor. Başrolde ise başka bir İrlandalı, Colin Farrell var.

"Köprüdekiler" (Yön: Aslı Özge): Boğaz Köprüsü'nde kesişen hayatların hikayesini anlatan film, bu yıl İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ile ödüllendirilmişti. "Köprüdekiler" dünya prömiyerini ise Toronto Film Festivali'nde yapıyor.

"The Vintner's Luck" (Yön: Niki Caro): Çıkışını 2003'te "Whale Rider" ile yapan ve 2005'teki ikinci filmi "North Country"den beri ortalıkta gözükmeyen bir başka Yeni Zelandalı kadın yönetmen, Niki Caro; "Vintner's Luck"ta yine Keisha Castle-Hughes ile çalışmış. Hikaye ise 19. yüzyılda geçiyor. (Sanırım 2009, kadın yönetmenlerin ve 19. yüzyıl hikayelerinin yılı.)

Eylül ayında dünyanın bu iki önemli festivali sona erdikten sonra, Ekim'de ülkemizde hemen hemen aynı zamanlarda Antalya Altın Portakal Film Festivali ve İKSV'nin Filmekimi karşımızda olacak.