24 Nisan 2009

maNga'dan Bir Hüzün Şehri

Liseyi bitirmekte olduğum yıldı maNga'nın ilk albümü ile tanıştığımda. "Bir Kadın Çizeceksin" ile güzel bir çıkış yapmışlar, müzikleri ve tarzlarıyla albümü ilk dinlediğim anda dikkatimi çekmeyi başarmışlardı. Göksel, Koray Candemir ve Vega gibi isimlerin de desteği sayesinde hızla yükselmeyi ve sevilmeyi de becermişlerdi. Daha sonra çıkardıkları maNga+ ile yersiz bir heyecan yaratmışlardı içimde, çünkü eski albümlerinin bu + versiyonunda sadece 2 yeni şarkı vardı.

maNga'nın ikinci albümü "Şehr-i Hüzün", bu kez üniversiteyi bitirmekte olduğum yılda geldi. Gerek efsane şarkı sözleriyle, gerekse ilk albüme göre çok daha kaliteli müzikleri ve düzenlemeleriyle dolu dolu bir albüm olmuş "Şehr-i Hüzün".

Albüm, Tuluyhan Uğurlu'nun konuk olduğu intro "Gün Doğumu" ile başlayıp; bir başka intro olan "Gün Batımı" ile bitiyor. Yani hüzün şehrinde geçen bir gün olarak tasarlanmış. Bunlar dışında "Şehr-i Hüzün", "Gecenin Ritmi" ve "Kaçamak Faslı" adında üç intro daha bulunuyor albümde. maNga'nın ilk albümünde de çok hoşuma giden, şarkıların devamlılığı özelliği bu albümde de mevcut.

"Beni Benimle Bırak", albümdeki ilk güzel şarkı. Bu şarkı sayesinde öğrendiğim -ve sonra araştırdığımda Karadenizliler tarafından 'lanet olası' anlamında kullanıldığını öğrendiğim- "gaybana" kelimesinin hoşuma gitmesi bir yana; "Al bu dünya, al senin olsun / Benim hiç gözüm yok, hepsi senin olsun / Ama son bir dileğim var senden şu gaybana dünyada / Varını, yoğunu al, hepsini al da... / Beni benimle bırak" sözleri çok güzel dile getiriyor yalnız kalma isteğini ve bıkkınlığı.

"Dünyanın Sonuna Doğmuşum" geliyor sonra. Dinlediğim en iyi eleştirel şarkılardan biri kendisi. Facebook gençliğine laf sokmak üzerine kurulu, kimi yerde kendimi kötü hissetmeme neden olacak kadar ağır -ama doğru tespit edilmiş- suçlamalarla dolu. "Dünyanın Sonuna Doğanlar"ı "Kişisel neyim kaldı ki bir iletim olsun / Tıklana tıklana her şeyimn ortada" diyerek eleştiriyor maNga. "Bağlanmaya sonuna kadar karşıyım / Ama dizilerimden ben ayırmayın" diyor, "Yeni bir kart verdi bugün bankam / Puanlarım artık en büyük kankam" diyor. Geçirdikçe geçiriyor tüketim dünyasının çılgın gençlerine. "Bana pastamı verin, ekmeğe gerek yok." diyerek Marie Antoinette'ten bir farkımız olmadığını özetliyor.

Albümün en güzel şarkısı ise bana göre "Hayat Bu İşte". Şarkı "Bir hüzün şehri ayırdı bizi" diyen "Her Aşk Ölümü Tadacak" ve onu izleyen "Şehr-i Hüzün"den sonra geliyor. Yine Tuluyhan Uğurlu konuk şarkıda ve yine harika bir piyano sesiyle başlıyor şarkı. Sözler ağlatacak kadar acıklı, o kadar gerçek.

"Hayat bu işte,
Kanatlanıp gitmek dururken
Dört duvar içinde hapsolursun
Yaşamak için bir neden ararken
Ölmek için bulursun."

İlk kez Cartel'den duyduğumuz ve maNga'nın birçok konserinde söylemeden duramadığı "Evdeki Ses" 2009'a uyarlanmış versiyonuyla albümde yer alıyor, Cartel'den Alper Aga'nın eşliğiyle. Karacaoğlan ve Ömer Hayyam'dan dizelerin şarkıya dönüşmüş halleri "Üryan Geldim" ve "Hepsi Bir Nefes" de oldukça başarılı. 5i intro, toplam 16 parçalık bir albümle geri dönmüş maNga kısacası. Çok da güzel bir geri dönüş olmuş ki, dinle dinle tüketemedim albümü günlerdir.

20 Nisan 2009

28. İstanbul Film Festivali'nin Ardından...


İKSV tarafından, 4-19 Nisan tarihleri arasında 28. kez düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali, her güzel şeyin bir sonu olduğu gerçeği nedeniyle dün sona erdi. Bu 16 gün boyunca, kişisel rekorum olan 13'ü geçerek 15 film seyretme fırsatı buldum. Bilet aldığım filmlerden gidemediğim tek filmin ise en çok merak ettiklerimin başında gelen "Der Baader Meinhof Komplex" olması beni bir hayli üzdü. Yılın en iyi filmleri arasında olduğunu düşündüğüm "Låt den rätte komma in" ve "Milk"i festival öncesinde seyrettiğim için bu iki mükemmel filme burada yer vermiyorum. Yerli filmlerden, vizyonda seyrettiğim "Süt", "Sonbahar", "Üç Maymun", "Gölgesizler", "Hayat Var" ve "Pandora'nın Kutusu" da aynı şekilde...

Festivalin Uluslararası ve Ulusal Yarışma bölümlerinde Altın Lale kazanan filmler, "Tony Manero" ve "Köprüdekiler" olmuş. Ne yazık ki ikisi de izlediğim filmler listesinde yer almıyor.

Benim için festivalin en güzel filmleri "Mammoth", "La Belle Personne", "Adoration" ve "Unmade Beds" oldu. "La Teta Asustada" tüm Peru'ya, Peru tarihine, Peru kültürüne ve Berlinale jürisine küfretmeme neden olarak "Neler Oluyor Özel Ödülü"nü haketti. Çok şey beklediğim İskoç filmi "Summer" ise hayal kırıklığına uğramama neden oldu. Filmlere geçmeden önce son olarak; gördüğüm 15 filmin 12sinde beni yalnız bırakmayan 7 ayrı insana teşekkürler, karşılaştıklarımıza sevgiler.

"La Belle Personne" (Fransa / Yön: Christophe Honoré): Festivalde gördüğüm ilk film, Louis Garrel'in ve tüm genç oyuncularının çok iyi performanslar sergilediği, soundtrack'i inanılmaz İngilizce, Fransızca şarkılar ve İtalyanca aryalardan oluşan bir lise filmi oldu. Aşk, seks ve tutkunun lise duvarları arasındaki hallerini çok güzel anlatan bu film ayrıca büyüklerin de küçüklerden pek farklı olmadığını çarpıyordu seyredenlerin suratına. Çok güzel bir açılıştı benim için.

"Vse umrut, a ya ostanus" (Rusya / Yön: Valeriya Gai Germanika): 3 Rus lise öğrencisinin popüler olma çabalarını ve ergenlik sorunlarını anlatan bu film, sıkıcı geldi bana biraz. Rusların öpüşürken dillerini fazlasıyla kullandıklarını öğrenme fırsatı dışında kayda değer bir yanı da yoktu. Oysa ben Türkçe'si "Ben Hariç Herkes Ölsün" olan bir filmden, daha entrikalı bir gençlik filmi beklerdim.

"La Teta Asustada" (Peru / Yön: Claudia Llosa): Berlinale'den Altın Ayı ile dönen bu film, hayatımda gördüğüm en sıkıcı filmler sıralamasında üst sıralara oturmayı başardı. Patatesler, tecavüzler, ağıtlar, çirkin kadınlar ve düğünler... Sınıf farklılıklarına dikkat çeken birkaç sahnesi dışında hiçbir şey bulamadım filmde kendime göre. Ve sevgili erkek okurlara bir genelleme: "Perulu kadınlar çirkindir."

"Brúðguminn" (İzlanda / Yön: Baltasar Kormákur): Geçtiğimiz yıl 27. İstanbul Film Festivali'nde gösterilen "Bataklık" filmi ile oldukça beğenilen - fakat benim ne yazık ki izleyemediğim - bir genetik-polisiyeye imza atmış olan Kormákur'un ülkemizde gösterilen bu ikinci filmi, bir düğün komedisiydi. Oldukça eğlenceli açılış sahnesi, yerinde ve kaliteli esprileri - ki film bir Kuzey Sineması filmi olarak gerçekten iyi bir espri anlayışına sahipti -, ilginç karakterleri ve hayran bırakan doğa manzaralarıyla güldüren ve keyifli vakit geçirten bir filmdi. Sabaha kadar havanın kararmadığı en uzun gecede evlenen orta yaşlı bir adamın ve genç bir kızın, ailelerinin ve dostlarının en komik hallerini ortaya koyan bir film. Ayrıca traktörünün çektiği arabaya yerleştirdiği sandalyelere oturttuğu turistleri gezdiren bir köylünün "Gördüğünüz gibi adamızın dört bir yanı sularla çevrili." demesi...

"Maria Larssons eviga ögonblick" (İsveç / Yön: Jan Troell): İsveç'in bu yıl "Låt den rätte komma in" yerine Akademi'ye yolladığı film, bir kadın ve fotoğraf makinesi üzerinden İsveç tarihine, sosyalizme, aile ilişkilerine, kadın-erkek ilişkilerine ve toplumsal olaylara değiniyor. Başarılı çekilmiş bir dönem filmi olmak bir yana, Finlandiya asıllı Maria Heiskanen'in oyunculuğu ile de dikkat çekiyor film. Ama işte... Let the right one in, yoksa ülken Oscar adayı olamaz.

"Control Alt Delete" (ABD / Yön: Cameron Labine): Festivalde izlediğim en ilginç filmdi sanırım. Bakın iyi anlamda söylemiyorum bunu, "tuhaf" daha doğru bir kelime sanırım kullanmak için. Y2K paniği sırasında, 1999 yılının sonlarında geçiyor filmimiz. Başrolde göbekli ve abaza bir bilgisayar mühendisi arkadaşımız var. Bilgisayarlar, internet pornosu, bilgisayar kasasına açılan delikler ve cinsellik. Gerisini hayal gücünüze bırakıyorum. Dedim ya... "Tuhaf".

"Mammoth" (İsveç / Yön: Lukas Moodysson): Daha önce "Lilja 4-ever" ve "A Hole in My Heart" gibi filmleriyle dikkat çeken İsveçli yönetmenin Hollywood'da çektiği bu ilk film, Gael Garcia Bernal ve Michelle Williams gibi iki genç yıldızı barındırıyor kadrosunda. Arzu'nun dediği gibi "Gael Garcia Bernal oynuyorsa, o filmin kötü olma ihtimali yok zaten." Gerçekten de festival boyunca izlediğim en iyi filmdi "Mammoth". İnanılmaz sembolleri, günümüz globalleşen dünyasına ve sınıfsal sorunlarına hayvani eleştiriler, süper oyunculuklar, uluslararası bir kadro ve çarpıcı konusu ve sahneleriyle çok güzel bir film "Mammoth". Daha önceki filmlerini seyretmediğim Moodysson'u bir an önce tanıma ve takip etme kararı almama da neden oldu.

"Unmade Beds" (İngiltere / Yön: Alexis Dos Santos): Geçtiğimiz yıl !F'te "Glue" adlı filmi ile hatırlanabilecek yönetmenin yine gençlere odaklandığı bu ikinci filmi Londra'da İspanyol-İngiliz, Belçikalı, Rus ve Fransız gençlerin yollarını kesiştiren, içinde komün bir yaşam sürülen, alt katındaki barında alternatif gruplara sahne veren ve ilginç insanları kaynaştıran bir mekanda geçiyor. Fernando Tielve'yi çok sempatik bulduğumu ve daha bir sürü bağımsız filmde seyretmeyi umduğumu da söylemeden geçemem. Film babasını arayan bir genci, aşktan kaçarken aşık olan bir kızı, paraşütle atlamak isteyen başka bir çocuğu merkeze alarak güzel bir gençlik hikayesi anlatıyor. Güzel müzikler ve hoş sahneler eşliğinde...

"Eldorado" (Belçika / Yön: Bouli Lanners): Alın "tuhaf" bir film daha. Evine giren hırsızı yakaladığında polis çağırmak yerine, onu ailesinin evine kadar bırakmak için ülkenin diğer ucuna birlikte bir road-trip'e kalkışan yalnız bir adamın öyküsü. İlginç insanların, tuhaf olayların karıştığı bir yol hikayesi. Milli marşlar, köpekler ve araba koleksiyonları ilginçliklerin kaynağı... Cannes'dan birçok özel ödülle dönen filme karşı nötr durumdayım.

"Summer" (İskoçya / Yön: Kenneth Glenaan): Beni hayal kırıklığına uğratan film. Listemden anlayacağınız üzere, gençlerin ve ergenlerin sorunlarına odaklanan filmleri, cinselliğin keşfediliş anlarını perdeye aktaran filmleri seviyorum. Okuduğum tanıtım yazısından bu tarz bir film olduğunu düşündüğüm "Summer", ne yazık ki karşıma ölüm döşeğinde huysuz bir orta yaşlı adam, zihinsel güçlükleri olan ama ayakta durmaya çalışan bir başka ortayaşlı adam ve onlardan kaçmayı başarmış ve hayatta kendi ayakları üzerinde durabilen biri haline gelmiş ortayaşlı bir kadını çıkardı. Ve geri dönüşlerle az da olsa onların gençliklerini. Sıkıldım.

"Flammen & Citronen" (Danimarka / Ole Christian Madsen): Önceki filmi "Prag" ile kanımın ısındığı bir yönetmenin, 2.Dünya Savalı Danimarka'sı ile ilgili olan bu suç filmi; tarihi gerçekleri yansıtışı, kara film havası ve başarılı görüntü yönetmenliğiyle dikkat çekiciydi. Thure Lindhardt oyunculuğuyla dikkatimi çekti. Kendisini konuk olarak salonda görmek de bir başkaydı. Ama Danimarkalı yönetmenlerin güncel filmlerini izlemenin daha çok hoşuma gittiğine karar verdim şimdilik.

"Adoration" (Kanada / Yön: Atom Egoyan): 1997'de "Sweet Hereafter" ile Oscar adayı olan Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen; bu filmi ile kalbimi fethetti. Başrolde ailesiyle ilgili gerçekleri öğrenmeye çalışan, olmadığı biri gibi olmaya çalışan ve bu sırada hayatla ilgili birçok şey deneyimleyen kafası karışık bir genç - ki Devon Bostick çok iyi oynuyordu gerçekten -; arka planda post - 11 Eylül paranoyaları, baba-oğul sorunları ve aşk. Çok başarılı. Bence.

"Revanche" (Avusturya / Yön: Götz Spielmann): Filmi neye benzettiğim için bkz. yönetmenin adı. Şaka bir yana, Avusturya'ya geçtiğimiz yıl kucakladığı heykelden sonra bir Oscar adaylığı daha getiren "Revanche"; intikam konusunu uzatabildiği kadar uzatarak, biraz da yemek masası seksi ve akordeon sesi ekleyerek işlemiş. Yaşadığım bir başka hayal kırıklığıydı bu festivalde. Hayır beni boşverin, kaçırılmaması gereken filmler listesinde 4. sıraya koymuşum, beni dinleyen okurlarıma yazık.

"Última Parada 174" (Brezilya / Yön: Bruno Barreto): "Cidade de Deus" ve "Tropa de Elite"nin senaristinden, yine Brezilya'nın gecekondu mahallelerinden bir hikaye. Merkezdeki karakterin psikolojisini anlamamız için kasılmış biraz. Filme adını veren otobüs kaçırma sahnesine gelene kadar tonla olay oluyor. Ne kadarı gerekli, ne kadarı gereksiz tartışılır. Çünkü hepsi çarpıcı, hüzünlendirici, güzel detaylarla süslenmiş ve başarılı bir şekilde çekilmiş sahneler. İyi bir kurgusu, duygulu ve dokunaklı bir konusu var filmin. Toronto Film Festivali'nde seyredip beğenen ve filmin adını aklıma yazan tüm sinema yazarlarına teşekkür ederim.

"Sunshine Cleaning" (ABD / Yön: Christine Jeffs): Bu yılki festivalde gördüğüm son film ise bir Amerikan bağımsızı oldu. Amy Adams, Emily Blunt ve Alan Arkin gibi ünlü ve bağımsız filmlerle özdeşleşme yolunda ilerleyen oyunculara kadrosunda yer veren film, güzel bir aile filmi aslında. Sadece bunu cinayet mahali temizliği yapan bir şirketi ve karısını aldatan bir polisi işin içine katarak yapıyor, hepsi bu. Ayrıca güzel esprileri, komiklikleri ve şirin müzikleri - Amy Adams kadar şirin olmasın - ile de dikkat çekiyor film.

Film festivallerine kısa bir ara veriyor ve müziğe odaklanıyoruz, ey kültürlü sanatlı Türk genci! 37. İstanbul Müzik Festivali, 5 Haziran'da başlıyor.

14 Nisan 2009

Verdiğim Geçici Depresiflikten Dolayı Özür Dilerim

3 hafta olmuş yazalı. Hastalıktı, Ideatrophy'di, Film Festivali'ydi derken, ihmal etmişim blogumu. Mart bültenini hala yollamamışım, beni okuyanlara. Riske girmişim; ne sinema, ne müzik, en kişisel yazımı yazmaya karar vermişim. Mayıs ayı yaklaşmış, hatta daha Nisan'dayken konserler başlamış, ben de onların hazırlıklarına başlamışım. "Cambaz"da detone olma korkusuyla uykularım kaçmaya başlamış. Son dört yılda bu okulda tanıdığım tüm sevdiklerime "Gidiyorum." konulu e-mailler atmaya başlamışım. Yıllık çıkarmak için matbaayla, fotoğraf çekimi için Zümrüt'le anlaşmışız. Sabancı Üniversitesi'nin meşhur kokularını, bannerwebini, Sabancı böceklerini ve shuttle tarifesini bile özleyecek olmanın efkarı sarmış. Havalar ısınmaya, insanlar şortlarla gezmeye başlamış. Hala öksürdüğüm için bu ılık havalarda, t-shirt üstüne atkı takarak tarz yapmışım. Cornetto "Aşkımla erir misin?" demeyi bırakmış, "Aş kendini, gel aşka." demeyi tercih etmiş. Benimse boğazım ağrıdığı için daha dondurma sezonunu açamamışım doğru düzgün. Exchange'e gitmediğime pişmanmışım. Müzikus'a son sınıfta, bu kadar geç girdiğim için daha da pişmanmışım. 6 ay sonra öğrenci mi, beyaz yaka mı olacağımı bırakın, 6 ay sonra hangi ülkede olacağımı bile bilmemenin yarattığı korku sarmış. "La Belle Personne" ağlatmış, "Summer" hayal kırıklığına uğratmış. Gael Garcia Bernal'li "Mammoth" hayran bırakmış, "Unmade Beds" hüzünlendirmiş. Facebook'taki notumda %100 doğruyu söylemişim. (U)mutsuzmuşum. Bir festival bitmeden, diğerinin biletleri çıkmış satışa. Jacques Louissier Trio, Bach çalacakmış Arkeoloji Müzesi'nin avlusunda, heyecanlanmışım. Aldığım 3 ders yerine, almadığım derse girer olmuşum; Beethoven - Chopin dinlerken göz yaşlarıma zor hakim olmuşum. İnsanlara veda etmek zor geliyormuş. Korkuyormuşum. Şan konserinde "Time to Say Goodbye" diyecekmişim. Gidiyormuşum. Yazın Interrail yapmak istiyormuşum. 2009 filmlerinden en çok "Nine"ı merak ediyormuşum, ama hangi şehirde izleyeceğimi bilmiyormuşum. Kuzey sinemasına aşık olmuşum. Belki de bu yüzden İsveç diye tutturmuşum. Birilerine aşık olmaktan yorulmuşum. Zaten aşık olmaya vaktim yok, kalbim tokmuş. Ama işte zaten, gidiyormuşum. Ve en çok koyan da buymuş.