29 Ekim 2008

Palladium Alışveriş Merkezi

Kozyatağı'nda, bir zamanlar yalnızca Trio Sitesi'nin üç kocaman binasının hükmettiği alana birbiri ardına siteler ve gökdelenler inşa edilmesinden sonra Palladium Alışveriş Merkezi de sonunda, 25 Eylül 2008 tarihinde açıldı. "Evime en yakın alışveriş merkezi" ünvanını Carrefour İçerenköy'ün, "Anadolu yakasının en büyük alışveriş merkezi" ünvanını ise Nautilus'un elinden alan fakat ne yazık ki geçtiğimiz pazar gününe kadar gitme fırsatı bulamadığım Palladium; adeta İstinye Park'ın Anadolu yakası şubesi.

Latince "tanrının küresi" gibi bir anlamı olan (ve gerçekte de camdan bir küreyle çevrili olan) "Palladium", aynı zamanda 46 nolu elementin de ismi. Zemin katı ve Carrefour Express, Akbank ve bazı mağazaların alt katlarının yer aldığı -1 katı dışında 3 katı daha bulunan alışveriş merkezinde, V şeklinde yapılmış olan kat düzeni sayesinde her kattan diğer katları görmek de mümkün olabiliyor. Ama aynı nedenle üst katlara çıktıkça mağazaların boyutları da küçülüyor.

Giriş katından çıkılan geniş bir bahçesi olan Palladium'un bu yeşil ve güzel alanı, henüz yaza daha çok zaman olduğu için tadı çıkarılacak bir yer değil. Karşılıklı duran Midpoint ve Kitchenette ise Palladium'un keyfini sürebileceğiniz yerler arasında.

Üst katlara çıktıkça her alanda vazgeçilmezim olan markaların bir bir sıralandığını gördüm ve artık evimin dibinde oldukları için çok sevindim. Artık her alışveriş merkezinin de demirbaşları sayılan Starbucks ve D&R tabii ki mevcuttu. Bunun dışında GAP, Pull & Bear, Zara ve Bershka'nın varlığı gerçekten aptalca bir gülümseme yerleştirdi suratıma. Adidas'ın Anadolu Yakası'ndaki ilk ve tek Originals konseptli markası da aynı şekilde... (C&A'in salıpazarı konsepti ise beni hiç açmadı)

Toplam 160 mağazanın/restoranın bulunduğu Palladium'daki sinema ise Cinebonus zincirine ait. Alışveriş merkezi olarak İstinye Park'ı andırsa da, iş sinemaya geldiğinde Kanyon'a daha çok benzemiş Palladium. (Bir de Häagen-Dazs standı yerinde Ben&Jerry's görebilseydim her şey çok daha süper olacaktı) Nautilus'a göre ucuz, daha kaliteli ve daha rahat bir sinema olmuş Cinebonus'un Anadolu Yakası'ndaki ikinci işletmesi.

Hem yakınlığı, hem kalitesi, hem de markaları ve sinemasıyla yakın ve uzak gelecekte çok sık hayatıma girecek olduğunu tahmin ettiğim bir alışveriş merkezi kısacası Palladium. Hele ki, E5 üzerindeki Optimum açıldığında Palladium'a gelen insan kalite ortalamasının daha da artacağı düşünülürse...

28 Ekim 2008

Kırmızı Ödülleri 2007

Bu yıl üçüncüsü 2007 basın reklamları için dağıtılan, "Kırmızı Basında En İyiler Reklam Ödülleri"nin kazananları Nisan ayından beri Türkiye'nin birçok üniversitesinde sergilendiği gibi; birkaç gündür Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Galerisi FASSARTGALLERY'de sergileniyor. Sergiyi 7/24, 5 Kasım'a kadar ziyaret etmeniz mümkün.

Hürriyet Gazetesi'nin öncülüğünde 2005'ten beri ödüllendirilen; dergi ve gazetelerde yayınlanan en yaratıcı ve en başarılı, görselliğiyle şaşırtan ve beğeni toplayan basın reklamlarını görmek güzel bir şey gerçekten. Pazarlama dersi aldıysanız ve/veya pazarlama ile uzaktan-yakından ilgili bir işiniz varsa, çok değişik detayların ilginizi çekebileceği bir sergi bu. Gerçekten çok yaratıcı reklamlar var aralarında.

2005'te Buzbağ Şarap ile Mey İçki'nin, 2006'da Detan reklamı ile Eczacıbaşı'nın reklam ajanslarına giden "Kıpkırmızı" ödülünü bu yıl "Bütün yükler ona teslim." sloganı ile Roma İmparatorluk ordusu havasındaki Mercedes-Benz reklamı kazanmış.

Konuyla çok uzaktan ilgili olsam ve bu konuda yorum yapmak için fazla bir otorite olarak görmesem de kendimi; en azından bir tüketici olarak, benim favorilerim ise çok farklıydı. Bir numaram, kesinlikle Arçelik'in az su harcayan bulaşık makineleri için kullandığı ve "Basında En İyi Reklam Fotoğrafı" ödülünü kazanan reklamıydı. Gazetede ilk gördüğümde hayran kalmıştım kendisine. Susuzluğun gündemde olduğu bir dönemde yayınlanmaya başlayarak hem güncel hem de ciddi bir konuya parmak basan ve markanın bu konudaki duyarlılığını gösteren ve aynı zamanda çarpıcı ve gelecek hakkında korkutucu bir reklamdı.

Tofaş'ın "Basında En İyi Otomobil Reklamı" ödülünü kazanan Fiat Ducato reklamı da gayet yaratıcı bir reklam olarak ikinci geliyor benim için. Abartının yaratıcılıkla birleşmesinin süper bir örneği kendisi.

Üçüncü sıramda "Basında En İyi Profesyonel Hizmet Reklamı" ödülüne layık görülen ve Schneider Elektrik'in merkez binasının taşındığını ilan eden bilgilendirici reklam geliyor. Kısa ve öz bir sloganla "Taşındık." diyen ve bunu sektör ile ilgili başarılı görsellerle destekleyen ve nedense beni çok güldüren bir reklam.



Bu üç reklamın ardından Unilever'in klozeti bakteriler için bir mezar olarak göstererek "Basında En İyiler Diğer Kategorisi" ödülünü alan Domestos reklamı ve "- Canım bu gece gecikicem... / - Yaşasınnn..." metni ile "Basında En İyi Kısa Reklam Metni" ödülünü alan Okey geciktirici etkili prezervatif reklamı geliyor.

Gerek basında gerekse televizyon ve sinemada karşıma çıkan ve Türk ajanslarına/markalarına ait olan reklamlar arasında çok sık yaratıcı şeyler rastlamak sevindirici bir şey. Bu ülkede kaliteli işlere imza atılan alanlarla karşılaşmak güzel oluyor arada.

22 Ekim 2008

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ödülleri

Bu yıl 45.si düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ödül töreni geçtiğimiz gece yapıldı. Henüz (2007'de bu amaçla dağıtılmaya başlanan Yeşilçam Ödülleri amacına ulaşır mı bilemiyorum) ABD'nin Akademi Ödülleri, Fransa'nın Cesar Ödülleri, İspanya'nın Goya Ödülleri gibi bir Türk Sineması ödülümüz olmadığı için; eleştirmenlerin dağıttığı SİYAD ile birlikte ülkemizin en prestijli sinema ödülü Altın Portakal. Dolayısıyla Altın Portakal, hem Oscar kıvamında bir ödül töreni ve yarışı; hem de ulusal bir Cannes, Venedik ve Berlin gibi, ünlü yönetmenlerimizin filmlerinin galalarının yapıldığı bir festival olarak algılanıyor yıllardır.

45. Altın Portakal Film Festivali'nin Ulusal Yarışma bölümüne katılan 16 filmin arasında, birçok ünlü yönetmenimizin yeni filmleri ve genç yönetmenlerin ilk ya da ikinci filmleri vardı. Cannes Film Festivali'nde 'En İyi Yönetmen' ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan'ın "Üç Maymun", favori yönetmenlerimden Reha Erdem'in "Hayat Var", Semih Kaplanoğlu'nun "Yumurta"nın öncesini anlattığı "Süt", Yeşim Ustaoğlu'ndan uluslarası festivallerde beğeni toplayan "Pandora'nın Kutusu", Çağan Irmak'tan "Ulak" ve Derviş Zaim'den "Nokta" bu filmlerden sadece birkaçı.

İddialı yönetmenlerin bu iddialı filmleri arasından sıyrılarak zafere ulaşan isimlerin ise çok farklı olduğunu gördük ödüllerin sahipleri açıklandığında. İngiliz yönetmen Ben Hopkins'in yönettiği "Pazar: Bir Ticaret Masalı", Erden Kıral'ın üç yetenekli oyuncuyu buluşturduğu "Vicdan" ve "Nokta" dörder ödülün sahibi oldu. "Başka Semtin Çocukları" üç, "Üç Maymun" ve "Pandora'nın Kutusu" da birer ödül kazandı.
En iyi film ve en iyi senaryo ödüllerinin "Pazar: Bir Ticaret Masalı"na gittiği, en iyi yönetmenin ise "Nokta" ile Derviş Zaim seçildiği törende; yıllardır haketmesine rağmen Altın Portakal'ına kavuşamayan Nurgül Yeşilçay da "Vicdan"daki performansı ile en iyi kadın oyuncu seçildi.
En İyi Film: Pazar: Bir Ticaret Masalı
Jüri Özel Ödülü: Nokta
En İyi Yönetmen: Derviş Zaim (Nokta)
En İyi Senaryo: Pazar: Bir Ticaret Masalı
En İyi Erkek Oyuncu: Tayanç Ayaydın (Pazar: Bir Ticaret Masalı)
En İyi Kadın Oyuncu: Nurgül Yeşilçay (Vicdan)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Volga Sorgu (Başka Semtin Çocukları & Gitmek)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Övül Avkıran (Pandora'nın Kutusu)
En İyi Genç Yetenek: Aydın Bulut (Başka Semtin Çocukları)
En İyi Müzik: Mazlum Çimen (Nokta)
En İyi Görüntü Yönetmenliği: Vicdan
En İyi Kurgu: Vicdan
En İyi Sanat Yönetmenliği: Başka Semtin Çocukları
En İyi Kostüm Tasarımı: Pazar: Bir Ticaret Masalı
En İyi Makyaj/Saç: Vicdan
En İyi Ses: Nokta
En İyi Özel Efektler: Üç Maymun

20 Ekim 2008

En İyi Oyuncular: 2007, Bölüm II

Oyunculuk, geride iz bırakacak ve akıllara kazınacak denli rolü yaşamak olmalı diyenlerdenseniz, 2007 sinemasının en iyi performansları karşınızda... Yazının bu ikinci bölümünde sıra erkeklerde. Psikopat katiller ve acımasız, zalim karakterler çoğunlukta. Biri kadın rolünde, kimi deli, kimi saman altından su yürüten, kimi çocuksu, kimi ciddi ve sert 20 adam. Etkileyici ve yaralayıcı performanslar hepsi de... (Oyuncular soyadı sırasına göre sıralanmıştır.)

Casey Affleck (Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) Robert Ford: Bir insanı kıskanmak ya da ona özenmek, o olmayı istemek ve onu hayranlığa boğarak yok etmek... Korkak, sessiz ve 'ezik' bir karakter olarak Robert Ford, sevdiği oyuncağı sevgisinden kıran bir çocuğa benziyor bu filmde. Başroldeki Brad Pitt'ten rol çalarak Affleck familyasının adını Akademi Ödül Töreni'ne taşıyor ayrıca. Yılın en iyi performanslarından biri. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Javier Bardem (No Country for Old Men) Anton Chigurh: Adıyla milliyetsiz, bakışlarıyla ruhsuz, saç kesimiyle çirkin, tavırlarıyla soğukkanlı; tam anlamıyla psikopat bir katili, sanki boş zamanlarında adam öldürüyormuşçasına başarılı bir şekilde canlandırarak en iyi sinema katilleri sıralamalarında Hannibal Lecter'dan sonra üst sıralarda yer almayı başardı Javier Bardem. Oscar alan ilk İspanyol oyuncu olarak da ülkesinin tarihine geçti. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü)

Philip Bosco (Savages) Lenny Savage: Trajikomik bir ailenin huysuz ihtiyarı gibi bağımsız-amerikan-filmi-klişesi bir rol aslına bakarsanız. Sanırım Philip Bosco'yu bu listeye koymamın nedeni, tamamen çocuklarıyla 'diner'da geçen sahnedeki ölümle ilgili konuşmalarının beni çok fazla güldürmüş olması.

George Clooney (Michael Clayton) Michael Clayton: Filme adını veren avukat Michael Clayton'ı; korkuları, hırsları ve tüm ciddiyetiyle (ve takım elbisesiyle) beyazperdeye taşıyan efsane isim George Clooney. Stresli ve dünyayı kurtarmaya çalışan bir avukat nasıl olur derseniz, Clooney'nin Michael Clayton performansını görmelisiniz. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Paul Dano (There Will Be Blood) Paul/Eli Sunday: Soğukkanlı, pskiopat bakışlı, sinir bozucu genç bir rahip ve (onun alter-egosu mu, yoksa ikiz kardeşi olduğunu çözemediğimiz) tıpkısı olarak değişik iki rolde karşımıza çıkıyor "Little Miss Sunshine"ın uçuk-kaçık ailesinin sessizlik yemini eden büyük çocuğu. Filmde seyirciyi öfkelendirmek, sinir etmek, huzursuz etmek gibi kolay olmayan şeyleri başarıyor 1984 doğumlu aktör.

Daniel Day-Lewis (There Will Be Blood) Daniel Plainview: "I ... drink your milkshake! I ... drink it up!" repliğiyle ortalığı kasıp kavuran; beyazperdenin gelmiş geçmiş en manyak ve gözünü-hırs-bürümüş tiplerinden Daniel Plainview olarak adını efsaneleştirmeye aday Daniel Day-Lewis; 2007 yılındaki tüm erkek oyuncu ödüllerini silip süpürmüş durumda. Ödülleri sonuna kadar hak eden performansı, özellikle de kilise sahnesindeki inanılmaz haykırışları... Bu yılın en iyisi Daniel Day-Lewis. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu Drama Ödülü)

Johnny Depp (Sweeney Todd) Sweeney Todd: Ünlü gotik müzikalin, Tim Burton uyarlamasında; yönetmenin vazgeçilmez oyuncusu Johnny Depp başrolde. Ürkütücü görünümü, bakışları ve yeteneğiyle göz kamaştırırken; başka bir yönünü de gösteriyor Depp: Şarkı söylüyor! Her filminde ayrı bir insana dönüşen bu adamı biri durdursun -şaka şaka. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Ödülü)

Ben Foster (3:10 to Yuma) Charlie Prince: Hani "piç" bakışlı yaramaz çocuklar vardır ya... Her an bir pislik yapacakmış gibi bakan haylaz çocuklar. Onlara benzetiyorum Ben Foster'ı nedense. Çok başarılı bir kötü adam portresi çizdiği ve Russell Crowe ve Christian Bale gibi iki usta ismin önüne geçebildiği "3:10 to Yuma"da da, kendisini ilk izlediğim "Hostage" ve "Alpha Dog"da da bu etkiyi yarattı üzerimde. Tanrı vergisi mi, yoksa rol yapma yeteneği mi bilmiyorum o tip. Ama ekrana çok yakışıyor. Hele ki konu kötü adam olmaksa.

Ryan Gosling (Lars and the Real Girl) Lars Lindstrom: "Murder by Numbers", "Notebook", "Stay", "Half Nelson", "Fracture" derken; gümbür gümbür efsaneleşen yeni bir aktör doğuyor. "Lars and the Real Girl"de bir çocuk kadar saf ve fazlasıyla utangaç bir adam çıkarıyor karşımıza Ryan Gosling. Bir şişme bebeğe aşık oluşu, tüm psikolojik depremlerinden sonra onu kendi isteğiyle yok edişi derken sevdiriyor kendini. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)

Murat Han (Mutluluk) Cemal: Amerika'da yaşarken "Mutluluk"ta oynamak üzere Türkiye'ye geldiğinde, aklında Türk sinemasının başarılı aktörlerinden biri olarak anılmaya başlayacağı geçiyor muydu bilmiyorum. Şu günlerde "Vicdan" ile tam gaz devam eden Murat Han, "Mutluluk"ta bir teknesinde inzivaya çekilen bir akademisyen tarafından 'evcilleştirilen' Anadolulu bir adamı canlandırıyor. (Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü; SİYAD, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Emile Hirsch (Into the Wild) Chris McCandless: Bana göre Daniel Day-Lewis'ten sonra yılın en iyi başrol performansı olsa da, manyak katillerin gölgesinde kalan genç bir yetenek Emile Hirsch'in elinden çıkma Chris McCandless rolü. Her şeyi geride bırakan üniversite mezunu bir gencin hayatla ve doğayla başa çıkma çabaları, yalnızlığı ve acizliği. Film ilerledikçe düşen pantolonu, eskiyen suratı ve uzayan sakallarıyla ve tabii ki yeteneğiyle harikalar yaratıyor Emile Hirsch.

Philip Seymour Hoffman (Charlie Wilson's War) Gust Avrakotos: Bu yıl üç filmde birden, üç apayrı karakter olarak karşımıza çıktı Philip Seymour Hoffman. "Savages" ve "Before the Devil Knows You're Dead"in problemli erkek kardeşleri rolleri bir yana; "Charlie Wilson's War"daki Yunan kökenli CIA ajanı rolünde, özellikle de sinirlenip camları patlattığı sahnede güldürüyor ve oyunculuğunu takdir ettiriyor Hoffman. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Hal Holbrook (Into the Wild) Ron Franz: Emile Hirsch'in etkileyici perofrmansına eşlik eden onlarca usta oyuncudan en ustası. 1925 doğumlu Hal Holbrook; 83 yaşındaki bedeniyle dağlara tırmanıyor bu filmde. Tüm duygusallığı ve tontonluğuyla yaşlılığının getirdiği yalnızlığının son bulabileceğine umutlanan bir adam rolünde yürek burkuyor. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Tommy Lee Jones (In the Valley of Elah) Hank Deerfield: Artık yaşlanmaya başladığını farkettiğim Tommy Lee Jones, "In the Valley of Elah"ta Irak'ta kaybolan asker oğlunun arayan emekli asker bir babayı canlandırıyor. Charlize Theron'la karşılıklı doğal bir uyumla oynayan Tommy Lee Jones, iyi oynuyor, güzel oynuyor da; Oscar adaylığını hak ediyor mu derseniz, orada durun derim. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Logan Lerman (3:10 to Yuma) William Evans: Bu yıl Joel Schumacher'in "Number 23" filminde de Jim Carrey ile karşılıklı izlediğimiz 1992 doğumlu Logan Lerman; "3:10 to Yuma"da Russell Crowe, Christian Bale, Mary Louise Parker gibi isimlerden rol çalıyor resmen. Senaryoda önemli bir karakter olan William Evans'a, aynı senaryodaki çocuğun olgunluğunda, hakkını vererek hayat veriyor.

Viggo Mortensen (Eastern Promises) Nikolai: Soğukkanlı, sert, Rus aksanlı. Viggo Mortensen, "A History of Violence"dan sonra ikinci kez çalıştığı Cronenberg'in bu filminde efsaneleşiyor. İngiltere'deki Rus mafyasının en yıldız elemanlarından biri olan Nikolai'ı; dövmeleriyle, bıçağıyla ve sinema tarihine geçecek nitelikteki o kavga sahnesinde yumruklarıyla buz gibi oynuyor. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Will Smith (I Am Legend) Robert Neville: Dünyada kalan son adam yalnız değil. Bu sloganla pazarlanan filmin, yalnız kahramanıydı Will Smith. Çoğu konuşmasız, konuşmalı kısımları da mankenler ya da bir köpekle geçen sahnelerde tek başına bir devdi kendisi. Yılın popüler filmlerindeki en iyi performansa imza attı Amy Adams'ın "Enchanted"daki oyunuyla beraber.

Armin Mueller Stahl (Eastern Promises) Semyon: Sert bakışları ve emir verici mimikleriyle Armin Mueller Stahl, Viggo Mortensen'in karşısında sönük kalsa da çok iyi bir yardımcı oyuncu olarak tam da gerekeni oynuyordu. Naomi Watts ile oynadığı sahnelerde bir aile dedesi ve sevimli bir yaşlıya dönüşen aktör; Viggo Mortensen ve Vincent Cassell ile karşılıklı oynadığında bir canavara dönüşüyordu.

John Travolta (Hairspray) Edna Turnblad: Az şişman olduğu halde çok şişmanı oynamak, erkek olduğu halde kadını oynamaktan daha kolaydır. Fakat John Travolta ikisini de yaptı "Hairspray"de. Makyajı biraz yapmacık olsa da, "Grease" müzikalindeki John Travolta'dan eser yoktu Edna'da. Şarkı söylediği sahnelerinde hem boyutsal anlamda hem de mecaz anlamda devleşen Travolta, müzikal anlamda da gayet başarılıydı. (Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Tom Wilkinson (Michael Clayton) Arthur Edens: "I am Shiva, the god of death." Bu repliği ve filmin başında 10 dakikaya yakın süren monoloğu ile Javier Bardem'den sonraki en iyi yardımcı erkek oyuncu performanslarından biriydi. Dünya düzenine kafa yorduğu için deliren, kese kağıdı dolusu baget ekmekle hatırda kalan ilginç bir karakterin, Arthur Edens'ın; perdeye bu denli başarılı bir şekilde taşınması, "Michael Clayton"ın bir oyunculuk filmi olmasına George Clooney ve Tilda Swinton'la beraber Tom Wilkinson'ın da bir hayli katkıda bulunduğunu gösteriyor. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Bana Göre: "Ebru Gündeş"

Herkesin belki biraz utandığından, belki de diğer dinlediklerinden çok farklı olduğu için kendine yakıştıramadığından gizli gizli dinlediği, albümlerini ezbere bilse de bunu yüksek sesle dile getirmediği biri vardır. (Hadi, herkes kendininkini yazsın!) Benimki, "Demir Attım Yalnızlığa" şarkısını televizyonda ilk duyduğum 1993 yılından beri; Ebru Gündeş.

Mükemmel sesi, özellikle Sezen Aksu şarkılarını söylediği zaman insanı kendinden geçiren, içini acıtan yorumu ve (PopStarAlaturka'yı hiç seyretmedim, son zamanlarda bu kısmı pek bilmiyorum ama, ben en son takip ettiğim zamana kadar diyelim) mütevazı ve içten kişiliği ile hep etkiledi beni. 2000 yılında kameraların karşısında bir anda düşüp yığıldığı sahnede ne kadar çok üzüldüğümü de daha dn gibi hatırlıyorum.

Ebru Gündeş, ilk albümü Tanrı Misafiri'ni çıkardığı 2003'ten beri 15 yıl geçmiş. "Demir Attım Yalnızlığa" ile yaptığı çıkışından sonra "Tatlı Bela" (1994) albümü ve Serdar Ortaç etkisinin başladığı "Ben Daha Büyümedim" (1995); daha sonra "Kurtlar Sofrası" (1997), "Sen Allah'ın Bir Lütfusun" (1998) ve "Dön Ne Olur" (2000) geldi. Malum olaydan sonra biraz değişti Ebru Gündeş ve daha bana göre, daha beni etkileyen şarkılarla çıkmaya başladı karşıma. En iyi üç albümü olduğunu düşündüğüm "Ahdım Olsun" (2001), "Şahane" (2003) ve "Kaçak" (2006)ı 5 sene içinde çıkardı. (Arada bir de "Bize de Bu Yakışır" (2004) var.) Geçtiğimiz yıl, pek ilgilenmediğim; arabesk düzenlemelerle bir best of niteliğindeki "Arabesk"ten sonra; bu ay "Evet" adlı son albümünü çıkardı.

"Evet"teki favori şarkılarım her zamanki gibi ağlatma harikası Sezen Aksu şarkısı "Tükeneceğiz" ve "Sadece Sevdim", "Kızıl,Mavi" ve "Hep sorup duruyorum bazen kendi kendime / Ayrılmasaydık, evlenir miydik?" sözleriyle biraz iç burkan "Evlenir Miydik?". Hareketli şarkılardan ise Serdar Ortaç imzalı "Harika" ve albüme adını veren "Evet" oldukça güzel. Bunlar dışında albümde "Dünya Dönüyor" adlı Orhan Gencebay şarkısı ve 3 şarkı daha bulunuyor. JLo mu desem, Rihanna mı desem, Demet Akalın mı desem; ne desem bilemedim, kendini olmadığı biri sandığı "Evcilik Oynayamam" adlı şarkıdan ise bilhassa hazzetmedim. (Olur o kadar.)

- Bana göre: Ebru Gündeş -

1. Seni Seviyorum / Ahdım Olsun
2. Herkes Yaralı / Şahane
3. Dertler Benim Olsun / Kaçak
4. Kaçak / Kaçak
5. Demir Attım Yalnızlığa / Tanrı Misafiri
6. Fırtınalar / Ben Daha Büyümedim
7. Sevmekten Gidince / Şahane
8. Ben Olmayınca / Şahane
9. Biliyorsun / Şahane
10. Sensizim / Ahdım Olsun

Mamma Mia! - !aiM ammaM

Henüz yaz aylarında filmi vizyona bile girmeden, ünlü müzikal Mamma Mia!'nın Ekim'de İstanbul'da sahneleneceği haberini almıştık. Filmini vizyona girdiği hafta izlediğim "Mamma Mia!"nın orijinal halini ise bu haftasonu izleme fırsatı buldum. Türkiye sınırlarında izlediğim ilk yabancı müzikal olma ünvanını da kazandı kendisi böylece.

ABBA şarkılarından bir müzikal yaratma fikriyle ortaya çıkıp yaratıldığı anda kapalı gişe oynamaya başlayan ünlü müzikal ve ondan uyarlanan 2008 yapımı film; birçok benzerlik taşıyor. Bu benzerliklerin ilki yönetmenleri: Phyllida Lloyd. Hem müzikali, hem de filmi yöneten bu isim, -hiç sanmıyorum ama- bana soracak olursa; kendi alanında kalmalı ve müzikal yönetmeye devam etmeli.

"Mamma Mia!" filmi, müzikalin (kesilmiş 1-2 sahne dışında) hemen hemen aynısı. Öyle ki, benim gibi filmi müzikalden önce seyrettiyseniz eğer, tekrardan izliyormuş hissi yaratıyor. Fakat bu kez takdir edilesi ve başarılı bulduğunuz yanları farklı olmak üzere.

Örneğin filmde huzur veren ama güçlü sesiyle Amanda Seyfried'in oynadığı Sophie; müzikalde biraz silik kalmış odak noktası olması gerekirken. Aynı şekilde Tanya rolündeki Geraldine Fitzgerald'ın, filmde aynı rolü üstlenen Christine Baranski'nin komik ve etkili performansı ile alakası yok. Diğer yandan Sky rolünde Jon Hawkins, müzikalde çok daha başarılı yorumlanmış karakterlerden biri. Donna rolündeki sanatçı (Broşürde Carolanne Weidle ve Yvette Robinson'ın dönüşümlü olarak oynadığı yazıyor, hangisi bilemiyorum), kendi alanında Meryl Streep'le yarışabilecek bir performans sergiliyor. Müzikalin komedi unsurlarından biri olan Pepper ise, müzikalde ayrı, filmde ayrı bir yönüyle sempatik.

Orijinal dekor olmadığını, turne dekoru olduğunu tahmin ettiğim dekor; küçük, az ama ultra-öz. Çok güzel bir çalışma olmuş. Perdenin üzerindeki deniz atmosferi de çok şirindi gerçekten. Sanat yönetimi her unsuruyla bir Yunan adasına götürüyor sizi. (Sahneye kayık bile çıkarıyorlar, kuliste deniz olduğuna emin oluyorsunuz.) Kostümler konusuna geince, filmde de yer verilen bir sürprizle finalde karşımıza çıkan rengarenk, İspanyol paçalı, parlak kostümler gerçekten en ilgi çekicileriydi. Dansçılar da çok iyi bir görsellik katılmasına baya katkıda bulunmuşlar. Koreografi ve danslar ise müzikalin en başarılı yanlarından biriydi, olması gerektiği gibi. Türkiye'de de en az onlar kadar başarılı dansçılar olduğunu düşünüyorum, ama kıymetleri bilinmiyor sanırım. İKinci sınıf pop-yıldızlarının arkasında harcanıyorlar. Umarım böyle müzikaller daha sık gelir de, bizde de örnekleri artmaya; onların da değeri bilinmeye başlanır.

Müzikalin ilk perdesinde, "Super Trouper", "Gimme! Gimme! Gimme!" ve "Voulez-Vous"nun ardarda söylendiği düğün öncesi parti gecesi; müzikalin temposunun ve enerjisinin doruğa çıktığı yerdi. İlk perdenin -özellikle de çok güçsüz bir girişin etkisi olduğunu düşünüyorum, bunun nedeni teknik bir sorun da olabilir, emin değilim- başlarında sıkılmaya ve hayal kırıklığı hissetmeye başlasam da, fikrimi tamamen değiştiren ve yüzüme bir gülümseme getiren bir perde finaliydi.

İkinci perdenin başındaki, filmde yer verilmeyen "Under Attack" ve rüya sahnesi, sahneleniş şekli ve koreografisi ile oldukça ilgi çekiciydi. Yukarıda bahsettiğim Tanya faktöründen dolayı, filmde en çok hoşuma giden sahnelerden biri olan "Does Your Mother Know"dan memnun kalmadım. Babalara gelince, "S.O.S" ve "Our Last Summer" filme göre daha iyiydi. (Sanırım bunun nedeni de Pierce Brosnan ya da Colin Firth tarafından söylenmeye çalışılmamaları) Sky ise Sophie'ninkini katlayan sesiyle parladı "Lay All Your Love on Me"de. Fakat sanırım bu perdenin en iyisi de "The Winner Takes It All" oldu.

Müzikallerin film uyarlamalarına karşı değilim tabii ki, fakat "Mamma Mia!" perdeye değil, sahneye yakışan bir müzikal sanırım. Orijinal şarkılardan yazılan bir müzikal olmayıp, bir ABBA kolajı olmasının etkisi bu düşüncemde etkili oldu. Şarkıların sözlerine bağlı kalan zorlama ir senaryosu olduğundan bir filmde olması gereken hikaye ve karakter derinlikleri geliştirilememişti film versiyonunda. Bu nedenle "Mamma Mia!" tüm görselliği ve hareketli parçalarıyla sahnede çok daha başarılı bir müzikal.

Müzikalin sahnelendiği Mydonose Showland çakması İstanbul Gösteri Merkezi'nden ise tam anlamıyla nefret ettim. Zaten en ucuzu 50-60 YTL olan biletlerle zar zor seyirci olabildiğimiz etkinlikte; otopark 15 YTL, su 2 YTL, kola 4 YTL ve hazır olun tuvalete gidip çişinizi yapmak (evet şehirlerarası otobüs terminalinden değil, bir gösteri merkezinden bahsediyorum) 1 YTL idi!... Tüm bu soygun ve terbiyesizlik bir yana kendi etkinliklerine saygıda da kusurlulardı. Müzikallerin en heyecan verici kısımlarından olan ve çoğunlukla müzikal şarkılarının bir kolajına yer verilen (ya da bazen orijinal şeyler çalınan) prolog kısmında orkestra çalarken ışıklar hala yanıyordu. "Müzikal başlamadı daha zaten, onlar çaladursun." anlayışı hiç hoş değil. Zaten "sanatçı" kavramının anlamı konusunda şaşırmış olan insanların kafalarına da aynı anlayışı sokmaktan ve özgürce ortalıkta dolaşmaya teşvik etmekten başka bir işe yaramıyor.

Son olarak, "Mamma Mia!" müzikali hakkındaki yorumları ve "Mamma Mia!" ekibiyle içli-dışlı olduğu gece hayatı anılarını okumak için arkadaşım Fatih'in blog sayfası karanlıkev'e göz atabilirsiniz. (bkz. böyle-şeyler-neden-benim-başıma-gelmez-ki)

16 Ekim 2008

Filmekimi 2008'in Ardından...


Bu yıl, üçüncü kez katıldığım Filmekimi'nde, gördüğüm film sayısı tavan yaptı. 10-16 Ekim tarihleri arasında, geçen yılın sayısını bir artırarak, 8 film izledim. Hepsi de birbirinden başarılı yönetmenlerin elinden çıkma, en kötüsü bile ortalamanın çok üstünde filmlerdi.

Happy-Go-Lucky: "Vera Drake" bunalımından sonra Mike Leigh, dünyanın en iyimser ve en çocuksu insanlarından birine odaklanmış yeni filminde. Her şeye güleryüzle yaklaşan; korktuğu, üzüldüğü, hayal kırıklığı yaşadığı, hatta kızdığı anlarda bile gülen anaokulu öğretmeni Poppy'nin pembe-bulutlar-mor-kelebekler kıvamındaki Polyanna hikayesini anlatmış. Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı ile dönen Sally Hawkins'in oyunculuğu gerçekten çok iyi. Onun dışında Poppy'nin sinir küpü direksiyon hocası rolündeki Eddie Marsan da harikalar yaratıyor. Rengarenk bir film Happy-Go-Lucky, bir de şu İngiliz aksanını anlayabilsem... ("Enraha!")

Vicky Cristina Barcelona: Son yıllardaki Woody Allen filmleri arasında, en az "Match Point" kadar beğendiğim bir film oldu, Barcelona ve cinsel özgürlük temalı "Vicky Cristina Barcelona". Başroldeki üç inanılmaz insan, yan roldeki tapılası varlık ve başroldeki şehir; Woody Allen'ın her zamanki gibi doğal ve akan senaryosu ve yönetmenliğiyle birleşince böyle bir şey çıkmış ortaya. Scarlett Johansson'ın dudakları, Javier Bardem'in doğaçlama yaparken İngilizce'yi düşünerek konuşmasının yarattığı doğallık ve Penelope Cruz'un sinir hastası ve deli bir kadının gidiş-gelişlerini en küçük ayrıntısına kadar yaşayarak vermesi, diyaloglar, şehir görüntüleri ve espriler...

Frozen River: Bir ilk film ve bir ilk senaryo için gayet başarılı bir yönetmen ve senarist Courtney Hunt. Sundance Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanan "Frozen River", parasızlığın ve çocuklarını mutlu etme isteğinin kocasından bıkmış, yalnız ve mutsuz bir kadına neler yaptırabileceğiyle ilgili daha çok. Biraz kaçak-göçme sorunları, biraz da Amerikan yerlilerini işin içine katarak politik sulara da giren filmde, Melissa Leo'nun başroldeki oyunculuğu ve çok iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşündüğüm oğlu T.J. rolünde 18 yaşındaki Charlie McDermott'un performansı görülmeye değer. ("Say sorry to the lady.")

En Mand Kommer Hjem (A Man Comes Home): 1998'deki "Festen"le dünya çapında birçok ödülü silip süpüren Dogma akımının mimarlarından Danimarkalı Thomas Vinterberg'in "Dear Wendy" sonrası yeni filmi (komedi demeye dilim varmıyor) komik unsurlar içeren bir aile dramı. Yakışıklı ama kekeme bir gencin, kimin kimle yattığının hesabı zor tutulan çarpık ilişkilerin, Danimarkalı bir opera sanatçısının (evet düşününce komik), mutfaktaki manyak bir şefin, ilginç bir otel müdürünün, lezbiyen bir çiftin ve bir ayı postunun aynı filmde olduğunu düşünün. İşte öyle bir şey...

Blindness: Favori yönetmenlerimden Brezilyalı Fernando Meirelles, bu ünvanı kazanmasını sağlayan "Cidade de Deus" ve "Constant Gardener"dan sonra, "Blindness" ile de derinden etkiledi beni. Filmin açılış filmi olduğu Cannes'da beğenilmediğini duyduğumda "Bir Fernando Meirelles filmi, Nobelli bir edebiyat uyarlaması, Julianne Moore, Mike Ruffalo ve Gael Garcia Bernal... Ne kadar kötü olabilir ki?" diye düşünmüştüm. Cannes ile aynı fikirde olmadığım binlerce andan biriymiş sadece. Hayranı olduğum Gael Garcia Bernal'i kötü adam rolünde izlemek değişik. Julianne Moore'dan etkilenmemek mümkün değil. Oyunculuklar ve yönetmenlik bir yana; José Sarmago'nun romanından yapılan uyarlama, Marco Antônio Guimarães'in müzikleri, César Charlone'nin görüntü yönetmenliği ve filmin sanat yönetimi de kusursuz ve distopik ortamı fazlasıyla destekleyiciydi.

Genova: Belirli bir hayran kitlesine sahip olsa da, benim daha önce hiçbir filmini izlemediğim, eski İstanbul Film Festivali kazananlarından Michael Winterbottom'ın son aile dramı "Genova". Colin Firth ve Catherine Keener'a, 17 yaşındaki Willa Holland ve onun yarı yaşındaki Perla Haney-Jardine eşlik ediyor. Annelerinin ölümünden sonra babalarıyla birlikte bir yıl geçirmek üzere Cenova'ya taşınan iki kızın çatışmaları merkezli bir film. İkisinin de ayrı sorunları var. Biri ergenliğinin, diğeri ise çocukluğunun bunalımlı dönemlerini yaşıyor. Büyüklerin ise apayrı sorunları mevcut. Festivalde izlediğim filmleri beğenme sırasına göre sıralarsam en altta durur "Genova". Ama bunun tek nedeni, diğerlerinin çok iyi filmler oluşu.


Entre les Murs (The Class): Yukarıda belirttiğim gibi Cannes ile aynı fikirde olduğum bir ana rastlamak oldukça düşük bir ihtimal. Fakat bu yılın Altın Palmiyeli filmi "Entre les Murs"ü seyrettiğimde, mükemmel bir film seyrederken ve kararı desteklerken buldum kendimi. Yıllar sonra ödülü ülkesinde bırakan Laurent Cantet çok iyi bir iş çıkarmış. Başroldeki François Bégaudeau dışında tamamen amatör bir kadro ile çoğunluğu bir sınıfın duvarları arasında çekilen filmde 13-14 yaşındaki Afrika, Asya ve Ortadoğu göçmenleriyle dolu bir sınıfın Fransızca derslerini izlerken, ortaokul ve lise yıllarıma dönüp, öğretmenlerimize acıdım gerçekten. Politikadan futbola, edebiyattan felsefeye milyonlarca gönderme barındıran; esprilerle dolu, gerçeğin ta kendisi bir film "Entre les Murs". 31 Ekim'de vizyondaymış, mutlaka görün.


Towelhead: "Six Feet Under" dizisinin ve "American Beauty"nin senaristi Alan Ball'un Alicia Erian'ın romanından uyarlayıp yönettiği bu bağımsız film; Amerikalı annesinin yanından Texas'ta yaşayan Lübnanlı babasının yanına taşınan ve ergenliğini en uç noktalarda yaşayan bir kızla ilgili. Jasira rolündeki Summer Bishil 20 yaşında olmasına rağmen, cinselliği en ilginç ve en kötü şekilde keşfeden ve deneyimleyen 13 yaşındaki bir kız rolünde çok inandırıcı ve başarılı. Jasira'nın gel-gitli kabus babası rolünde Peter Macdissi ve yan rollerdeki Aaron Eckhart, Toni Collette ve Maria Bello da filme çok yakışmış. ("Merhaba!?!?")


Bir hafta boyunca Emek sinemasına taşınıp durmak bir yana, saatleri uymadığı için göremediğim ve üzüldüğüm 3 film de oldu aslında: Anne Hathaway'li Jonathan Demme filmi "Rachel Getting Married", Amerikan bağımsızı "Choke" ve Norveç filmi "O'Horten".

Son olarak, film festivallerinin vazgeçilmezlerinden biri benim için Levi's reklamları oldu artık. Filmekimi 2008'de Levi's her zamanki gibi tutku dolu ve estetik reklamıyla; bu kez "Live Unbottoned" sloganıyla masumiyet kokan bir reklam filmiyle hayran bıraktı beni kendisine.

14 Ekim 2008

En İyi Oyuncular: 2007, Bölüm I

Oyunculuk, geride iz bırakacak ve akıllara kazınacak denli rolü yaşamak olmalı diyenlerdenseniz, 2007 sinemasının en iyi performansları karşınızda... Yazının ilk bölümünde 'önden bayanlar' diyorum. Kimi güçlü, kimi güçsüz; kimi acımasız, kimi masum; kimi hayat dolu, kimiyse hayata küsmüş 20 yetenekli kadın var karşınızda. Etkileyici ve yaralayıcı performanslar hepsi de... (Oyuncular soyadı sırasına göre sıralanmıştır.)

Amy Adams (Enchanted) Giselle: Disney masallarından fırlamış bir prensesi oynamak; hem güzel, hem yetenekli, hem masum görünüşlü, hem sevimli, hem de şarkı söyleme yeteneğine sahip olmayı, tüm bunlar olurken de yapmacık olmamayı gerektirir. 2005 yılındaki "Junebug" ve kocaman gözleri ile hayranlığımı kazandıktan sonra bu yıl bunların hepsini başardı Amy Adams "Enchanted" ile. (Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)


Cate Blanchett (I'm Not There) Jude: 5 farklı Bob Dylan'ın, 5 ayrı oyuncu tarafından canlandırılacağı bir film yaptı Todd Haynes. Fakat bu filmdeki Bob Dylan'lardan birinin bir kadın tarafından canlandırılacağı kolay kolay akla gelecek bir düşünce değildi hiçbirimiz için. 2000'li yılların yıldız aktrislerinden Cate Blanchett, erkek rolü yapmayı göğüslerini saklamaktan ibaret görmeyip; mimiklerinden duruşuna kadar değiştirdi kendini. (Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü)


Helena Bonham Carter (Sweeney Todd) Mrs.Lovett: Kan akıtan bir berberin, insan etinden turta yapan sevdiceği.Gotik bir müzikalin, gotik prensesi de diyebiliriz. Tim Burton ile olan evliliğinden sonra, yaratıcı ve ünlü yönetmenin dişi ve oyuncu versiyonu olarak perdelerde gözükmeye başlayan Helena Bonham Carter, film boyunca yaptığı işle tezat oluşturan sevgi dolu ifadesiyle etkilemeyi başarıyor izleyiciyi. (Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)


Julie Christie (Away from Her) Fiona Anderson: Alzheimer adlı hastalık; hangi filmde, hangi dizide ya da hangi öyküde karşıma çıkarsa çıksın etkilemeye devam edecek beni. Bunun bilincinde olarak, ne kadar objektif yaklaştığımı bilemiyorum Julie Christie'nin rolüne ve oyunculuğuna. Ama çok sevdiği kocasını, kendi isteğiyle taşındığı klinikte bile bile, göz göre göre unutmaya başlayan bir kadını oynayan ve seyredenleri salya-sümük havasına sokan Christie, bu yılın ikinci en iyi aktris performasını sergiledi bence. (Oscar, En İyi Kadın Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Drama Ödülü)

Marion Cotillard (La Vie en Rose) Edith Piaf: "Jeux d'Enfant"ın Sophie'si Marion Cotillard, Fransa'nın 20. yüzyıldaki en büyük sanatçılarından birine dönüşerek 30una gelmeden Oscar'ını alanların arasına katılmayı başardı. Genç, yaşlı, bağımlı, diva, fakir, zengin, öfkeli, sarhoş... Her haliyle Edith Piaf olmayı başardı 140 dakika boyunca. Daha iyisi olamazdı. (Cate Blanchett ile aynı düşüncede olmak beni sevindiriyor. Bkz. Akademi Ödül Töreni 2008, ödül açıklandığında Blanchett'in sevinci) (Oscar, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal Ödülü)


Ruby Dee (American Gangster) Mama Lucas: Birkaç yıl içinde yükselerek Amerikan uyuşturucu pazarının devlerinden biri haline gelen, en güçlü gangsterlerinden birinin annesi rolündeydi Ruby Dee. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın olduğu gibi, her güçlü erkeği doğuran ve bu nedenle ona tokat atma ayrıcalığına sahip olan bir kadın da vardır gerçeğini seyircinin ve Denzel Washington'ın suratına vurduğu sahne ile onlarca yıllık kariyerinin en parlak sahnelerinden birinde yer aldı Ruby Dee. (Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı)


Jennifer Garner (Juno) Vanessa Loring: Anne olamayan ama dünya üzerindeki annelerin çoğundan daha anne, 30lu yaşlarda bir kadındı Vanessa Loring. "Alias" ile ünlenen Jennifer Garner da ciddiyeti, çaresizliği ve mutsuzluğuyla hakkını vererek büründü bu kadın olmaya. Genç ve enerjik Ellen Page'den rol çalmanın imkansızlığı nedeniyle fazla farkedilmese de, bana göre bu listede yer almayı hak ediyor.


Angelina Jolie (A Mighty Heart) Mariane Pearl: Nedense Mariane Pearl rolünde, sürekli Jennifer Lopez'i görüyormuşum etkisi yaratsa da bende; kocası teröristlerce esir alınmış bir kadının soğukkanlı çaresizliğini, çektiği acıyı ve Amerikalı kocasıyla Pakistan'da yaşayan Küba kökenli bir Fransız'ın aksanını üzerinde taşımayı becerebilmiş Angelina Jolie. (Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Drama Adayı)


Jennifer Jason Leigh (Margot at the Wedding) Pauline: Bağımsız Amerikan filmlerinin vazgeçilmez konularından aile dramlarından biri olan "Margot at the Wedding"de, iki kız kardeşten biri olarak Nicole Kidman gibi inanılmaz bir oyuncudan rol çalmayı başarabildi geçtiğimiz sezon Jennifer Jason Leigh.


Laura Linney (Savages) Wendy Savage: Bağımsız Amerikan filmlerinin vazgeçilmez bir başka konusu ise aile dramlarını komedi formatında karşımızda çıkarmak sanırım. 2006'daki "Little Miss Sunshine"ın başarısından sonra Savage ailesi ile tanıştık geçtiğimiz yıl. Bağımsız sinemanın en vazgeçilmez isimlerinden Laura Linney; dalgalı saçları, babası ve abisiyle olan sorunları ile yalnız bir kadın ve başarısız bir yazar olarak karşımızdaydı. (Oscar, En İyi Kadın Oyuncu Adayı)


Kelly MacDonald (No Country for Old Men) Carla Jean Moss: Anlamsız kovalamacaların ve psikopat bir katilin başrolde olduğu -bence- anlamsız bir filmin ürkek, masum ve sevimli kurbanlarından biriydi. Filmin son sahnesinde Javier Bardem karşısında parlayan aktris, ne yazık ki Bardem'in gölgesinde kaldı.


Julianne Moore (Savage Grace) Barbara Baekeland: Bir çocuğun annesi tarafından katile dönüştürülüşünü anlatan, cinsel ve psikolojik temalı gerçek bir hikayede nefret edilesi bir anneyi hayran kalınası bir performansla oynadı Julianne Moore. Yüzündeki soğuk ifadenin, bu kadar başarılı bir oyuncu olmasına katkısı ne kadardır bilmiyorum ama; bir insan nerede oynarsa oynasın iyi mi oynar kardeşim. (bkz. Nicole Kidman, Kate Winslet vs.)


Özgü Namal (Mutluluk) Meryem: Küçük yaşta tecavüz edildiği için suçlu bulunan ve öldürülmek üzere köyünden uzaklaştırılan Meryem'in dramını hep neşeli rollerde (ve reklam filmlerinde) karşımıza çıkan çocuk ruhlu bir oyuncunun bu kadar iyi oynayabilmesi şaşırılacak bir şey bence. (Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü; SİYAD, En İyi Kadın Oyuncu Adayı)


Ellen Page (Juno) Juno MacGuff: Daiblo Cody ile beraber, yılın taptığım filmlerinden "Juno"yu "Juno" yapan ikinci insan. Küçük yaşına rağmen ettiği laflar ve sergilediği olgunlukla Juno'yu hazmetmiş ve oynamış Ellen Page. Belki de kendini oynamıştır ve senaryodaki Juno ile aynıdır bilmiyorum. Ama gerçek ne olursa olsun, hele ki filmin sonlarında babasıyla olan diyalogu ile bu listede yer alan kendinden büyük birçok oyuncunun sergileyebileceğinden daha iyi olan performansı göz ardı edilemez. (Oscar, En İyi Kadın Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)


Vanessa Redgrave (Atonement) Briony: Onyılların en büyük oyuncularından biri, en az kendisi kadar yetenekli, farklı yaşlardaki 3 kadınla beraber oynadı "Atonement"da. Bu 3 kadından 2si kendisiyle aynı roldeydi. Filmin yalnızca son 10 dakikasında, tüm sürprizlerin karşımıza çıktığı o anlarda; yalnızca yüzünü görüyoruz Redgrave'in. Ve o 10 dakika yetiyor onun büyük bir oyuncu olduğunu anlamak için. Yüzündeki çizgilerin kıpırtılarını takip ederek mimiklerine bakın, sesini ve konuşmasını dinleyin; anlarsınız. Kendisiyla aynı roldeki, kendisinde onlarca yaş küçük bir oyuncunun aynı başarıyı göstermesiyse şanssızlığıydı Redgrave'in.


Saoirse Ronan (Atonement) Briony: Vanessa Redgrave'i, Romola Garai'i hatta başroldeki Keira Knightley'i gölgede bırakan 13 yaşında bir kız... Ciddiyeti, otoritesi, şımarıklığı ve olaylara yön verebilme gücüyle filmin en öne çıkan karakteri aslında. Kendisine yazılan rolün gücünü yeteneğiyle birleştirip geleceğin yıldızlarından biri olmak için önünü açmış oldu şimdiden. (Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı)


Amy Ryan (Gone Baby Gone) Helene McCready: Çocuğunu sevdiğini kaybedince anlayan çaresiz bir kadının geç gelen pişmanlığı ve bir bağımlının vurdumduymazlık ve çılgınlık arası ruh halini seyirciye ulaştırmakla görevli bu kadın Ben Affleck'in yönettiği bir filmde bile dikkat çekmeyi başardı. (Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı)


Imelda Staunton (Harry Potter and the Order of Phoenix) Dolores Umbridge: Pembeler giymiş ve peri masallarından fırlamış gibi görünse de cani bir cadı olan ve Harry Potter serisinin en nefret edilen karakterlerinden birini resmen giymiş Imelda Staunton. Özellikle o sinir bozucu gülüşü...


Tilda Swinton (Michael Clayton) Karen Crowder: Büyük şirketlerin, güçlü işadamlarının takım elbiseli ve tayyörlü dünyasında; kötü kadını oynadı cinsiyetsiz suratıyla Swinton. Buz gibi bakışları ve korkutucu tavrıyla yılın en ciddi filmlerinden birinde parladı yıldızı. Filmin sonunda, George Clooney ile karşılıklı oynadığı sahneyi hatırlayın yeter. (Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayı)


13 Ekim 2008

ARoS: Aarhus Kunstmuseum

Kuzey Avrupa'nın en büyük müzelerinden biri olan ARoS, yani Aarhus Sanat Müzesi, 2004 yılında açılmış olan oldukça yeni bir müze. ARoS, Aarhus'un Latince ismi. Büyük harflerle yazılan 'ars' ise Latince sanat demek.

Müze binası, bir tasarım harikası. Dışarıdan küp şeklinde, tuğladan örme bir kutu gibi gözüken binanın içi, beyaz duvarların eğriler oluşturarak üstüste konduğu bir düğün pastasını andırıyor. İçerideki ışık, inanılmaz.

Binanın mimarları, Kopenhag'daki "Black Diamond" denilen kütüphane binasınınkilerle aynı: Morten Schmidt, Bjarne Hammer ve John F. Lassen. 9 katlı müzenin girişi 4. katta ve bu kat hikayesinin ardında oldukça derin anlamlar gizli. ARoS, Dante'nin "İlahi Komedya"sına bir yolculuk aslında. Giriş katı cennet ve cehennem arasındaki arafı temsil ediyor. Alt katlara indikçe karanlık ve tüyler ürpertici sergilerle, eserlerle karşılaşıyor ve yerin altına iniyorsunuz. Cehenneme bir yolculuk yapıyorsunuz yani. Yukarıya doğru çıktıkça ise her yerin bembeyaz olduğu bir dünyaya yolculuğunuz başlıyor. Danimarka sanatının altın çağına tanıklık ediyor, bembeyaz duvarların üstündeki modern sanat eserlerine bakıyorsunuz. Aarhus manzaralı aydınlık koridorlarda yürüyerek yaptığınız cennet yolculuğu 9. kattaki terasa ulaştığınızda sona eriyor.

Müzede 3 adet kalıcı sergi var. Danimarka sanatının Rönesans ve Modern Avrupa Sanatı ile tanışarak yaşadığı "Altın Çağ"ın 18.-20. yüzyıllar arasındaki eserlerinin bulunduğu "Golden Age / Modernism: 1770-1930" bunlardan ilki. Müzenin en üst katında bulunuyor. Modernizm öncesi romantik ve gerçekçi tablolar göz kamaştırıcı detaylara sahip. Yandaki resimde Frants Henningsen'in "Deserted. But Not by Friends in Need" adlı ve 1888 tarihli eserini görüyorsunuz.

Serginin diğer yarısında Modernizm hüküm sürüyor ve Cézanne ve Picasso başta olmak üzere etkileşimleri gözlemlemeye başlıyorsunuz. Bu dönemin en güzel örnekleri de bir futbol sahnesini betimleyen Harald Giersing imzalı "Sophus Heads the Ball" (1917) ve Vilhelm Lundstrøm'un "Standing Model"ı (1931).

Bir alt katta, "Modern Art: 1930-1980" sergisi var. Ekspresyonizm, sürrealizm ve pop-art başta olmak üzere 20. yüzyıl sanatının çarpıcı örneklerine rastlayabileceğiniz bu sergi, müzenin ikinci kalıcı sergisi. Warhol ve Magritte etkilerinin görüldüğü birçok eser mevcut bu katta. (Ayrıca Warhol'un elektrikli sandalye çalışmalarından biri de müzenin koleksiyonunda). Bu kattakiler arasında olumlu anlamda dikkatimi çeken, politik bir eser oldu. Svend Wiig Hansen'in 1959 tarihli "The Human Ride"ı, gerek anlattıkları gerekse renkleriyle çarpıcı bir tablo.

Olumsuz anlamda dikkat çekici eser ise, kesinlikle Bjørn Nørgaard'ın 1970'te yarattığı "sanat eseri(?)". Nørgaard'ın sanat anlayışı, eserin adı olan "The Horse Sacrifice"tan anlaşılacağı gibi sanat için kurban edilen bir atın, kavanozlara tıkılmasından ibaret. Atın kesilip, iç organlarının, derisinin ve her parçasının küçük küçük parçalara ayrılarak 100'den fazla kavanoza doldurulması; ve bu operasyonun kavanozların hemen üzerindeki ekrandan bir video ile anlatımına ne kadar sanat denilir/denilmelidir uzun uzun, mantıklı bir şekilde tartışılması gereken bir konu bence. Sanatçının, bu operasyonu Vietnam Savaşı'nı eleştirmek için yaptığını da not edelim.

Müzenin bir alt katına indiğinizde, kalıcı sergilerden sonuncusu, "Contemporary Art: 1980 - " sergisine giriş yapıyorsunuz. Serginin konsepti, "Art City". Çağdaş sanat eserlerinin kategorilere (hatta sokaklara) ayrılarak sergilendiği uçuk kaçık bir şehir burası. Kullanılan malzemelerden, verilen mesajlara kadar her şey bir sanat şehrini tanımlayacak/tamamlayacak nitelikte. Salonun en ortasında, bir meydanda olabileceği gibi bir heykel duruyor: Carsten Höller'in "Sphäre" (2001) adlı eseri, pembe tonlarda, şirin bir küre.

"Sphäre"in hemen üzerindeki ekranlarda ise Tracey Moffatt'ın iki videosu oynuyor. Bunlardan "Love" (2003), (adına tezat bir şekilde) Hollywood filmlerindeki tokat, kavga, surata su atma, 'ne-dedin-sen-ne-dedin-sen' ve itiş-kakış sahnelerinin bir kolajı ve oldukça eğlenceli. "Art City"deki başka bir eğlenceli video ise, Lars Arrhenius'un bir apartmanda yaşayanların bir gecesini, sırayla evlerine konuk olarak anlatan animasyonu, "Habitat" (2006). 9 dakikalık, konuşmasız -ama mırıldanmalı- bu animasyon, gerçekten güldürüyor.


Bu kattaki çağdaş sanat örnekleri arasında en etkileyicileri olarak ise iki ayrı esere yer veriyorum. Annika von Hausswolff'un boş bir evde elektrikli testereli masum görünümlü bir kız çocuğunu görüntülediği "Flicka med motorsåg" (2000) adlı fotoğrafı; suçu, masumiyeti, şiddeti ve vahşeti sorgulatıyor insana.

İkinci olarak Tony Matelli'nin "Fucked" (2005) eseri, aşkın çok güzel bir betimlemesi. Kolları-bacakları kopmuş, üzerlerine piyano düşmüş, kanlar içinde kalmış bir haldeyken bile elele tutuşabilecek denli aşık olunabileceğini anlatıyor.

Müzenin cennetinden cehenneme doğru inmeye başlarsanız, ilginçlikler peşinizi bırakmıyor. Fakat bu katlardaki geçici sergiler beni pek etkilemedi açıkçası. "9 Spaces" adlı yapımı süren sergide, kapkaranlık koridorlarda ve odalarda yürüyüp, karşınıza çıkan odalardaki videoları ve ışık oyunu temalı eserleri görüyorsunuz örneğin. Geçtiğimiz aylarda açık olan fakat ben gelmeden biten "Music to See" adlı serginin çok başarılı olduğunu öğrendiysem de, onun yerine kurulmakta olan yeni sergi de daha açılmamıştı.

Gelelim müzenin en önemli, en etkileyici ve en başarılı eserine. Sanırım Danimarka gezim boyunca gördüğüm en inanılmaz şeylerden biri olabilir. Müzenin en alt katında duran, devasa boyutlardaki çömelmiş çocuk heykeli "Boy", 2000 yılında Ron Mueck tarafından yapılmış. 5 metre boyundaki bu çocuk o kadar gerçekçi, bakışları o kadar etkileyici ki; önünde kalakalıyorsunuz. Çok güzel, çok...