29 Temmuz 2008

"Radikal Genç" (ve EMR.)


Artık Radikal Gazetesi'nin internet sitesinde, "Ekler" bölümünde yalnızca "Radikal Cumartesi" ve "Radikal İki" yok(muş, ben de dün farkettim).

Gazetenin 25 yaşın altındaki genç okurlarının siyaset, kültür, sanat, spor ve her türlü konudaki yazılarına yer verdiği, iki haftada bir Salı günleri yayınlanan eki "Radikal Genç" de sonunda sitedeki yerini almış.

Ekin düzenli bir yazarı olarak benim için de sevindirici bir haber.

"Radikal Genç" yazılarıma da çok yakında blogumda yer vermeye başlıyorum, bilginize.

"Sanatını da al git burdan!"


Karadeniz kıyılarında bir şeyler oluyor. Anamızı da alıp bir yerlere gidivermeye alıştığımız ülkemizde, dünyaca ünlü piyanistlerimizin ülkede istenmediğine bile şahit olduktan sonra; yazarlarımız söyleşilerden, sinemacılarımız gösterimlerden kovulmaya başladı. Zamanında Nazım Hikmet'i vatan haini ilan etme ve bir grup aydını yakma performansını göstermiş bir toplumun böyle küçük şeyler yapmaya başlaması takdir edilmesi gereken bir başarı bence aslında.

Önce yazar Latife Tekin, Karabük'te katıldığı "Kentleşme, Sanayi ve Edebiyat" konulu söyleşide kentleşmeden, sanayileşmeden ve edebiyattan bahsederken; her sanatçının, her aydının ve göbeğini kaşımak yerine kafasını kullanmayı seçmiş her kültürlü insanın yapacağı/yapması gerektiği/başkalarının yapmasına izin vereceği/başkalarının yapmasına izin vermesi gerektiği gibi kentleştirenler ve sanayileştirenleri eleştirdi/eleştirme cesaretini gösterdi:

Yazar söyleşide, "Ne yaptınız buraya, ne olmuş bu kente, yıllar önceki güzelliği kalmamış. Kadınlar kapatılmış." demiş. "Bizim kendi rüzgarımız ve güneşimiz var, kendi enerjimizi üretebiliriz, başkalarının nükleer santrallerine ve doğanın kirlenmesine geçit vermemek gerekir." demiş. Ve "AKP'nin aşağılık enerji politikalarını da kınadığını" söylemiş. Düşüncelerini dile getiren/ düşüncelerini dile getirmesi kadar doğal bir şey olmayan/söyleşide fikirlerini ortaya atması ve onları tartışması doğal karşılanması gereken yazarımızı dinleyenler arasında bulunan AKP'li (ve muhtemelen bıyıklı) belediye başkanı kişisi ise "aşağılık" anahtar sözcüğünü AKP kısaltması ile aynı cümlede duymasını mütakiben kısa devre yapan bir işletim sistemi misali müdahale etmeye gerek duymuş ve olaylar şöyle gelişmiş:

“AKP’nin aşağılık enerji politikalarını da kınıyorum” deyince Belediye Başkanı Hüseyin Erer ve adamları ayağa kalktılar. “Benim paramla yaptığım şenlik için buradasınız, eleştiremezsiniz, böyle devam ederseniz başınıza iş alırsınız” diye bağıran Belediye Başkanı Erer, önce kamera kaydını durdurttu, sonra mikrofonun fişini çektirdi ve “Hadi şimdi konuş bakalım...” dedi. Latife Tekin, “Ben buraya kendi paramla geldim” diyerek konuşmasını sürdürdü. Daha sonra söyleşiyi terk etti." (Radikal, 29 Haziran 2008)

Birkaç gün içinde özür dileyen/özür dilemesi gerektiği söylenen/özür dilemesi gerektiği emredilen/özür dilemesi gerektiğini düşünen toplumun aydın kesimine şirin görünmek amacındakilerce özür dilemesi emredilen belediye başkanı insanı, özrünü şu şekilde dile getirdi: "Yaptıklarımdan pişman olduğum için değil, misafirimiz olduğu için kendisinden özür diliyorum." ve ekledi "Latife Tekin alkollüydü." (Radikal, 1 Temmuz 2008)

(Yazarın söyleşiden bir saat önce bir birahanede alkol aldığı söyleniyor. Eğer doğruysa da bence hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Latife Tekin'in söyleşiye "ben sarhoj diilim amirim, öpüjem" şeklinde çıktığını ya da bir bira eksik içse eleştirisini yapmayıp dut yemiş bülbül gibi başbakanımızı öveceğini sanmıyorum. Yazarın yerinde olsam, alkolü tabu ya da "ne-zıkkım-olduğunu-bilirsin-sen" olarak görmeyen ve bir bardak biranın Absinth etkisi yaratmadığını bilen biri olarak; Haziran sıcağında serinlemek amacıyla buz gibi bir bira yudumlamakta sorun görmezdim.)

Latife Tekin'in yaşadıklarının ardından, Ankara Film Festivali'nde ödül alan, Karadeniz Otoyolu konulu "Son Kumsal" belgeselinin İnebolu'daki gösterimi sırasında benzer kahramanlarla benzer bir olay gerçekleşti. Belgesel'in yönetmeni Aydın Kudu anlatmış:

“Filmden önce Duru Havuzlu Park’ta toplanan 200’den fazla kişiye, filmin arka planını ve şu andaki projeyle ne amaçlanmak istendiğine dair bir konuşma yaptım. Sahillerini deniz dolgusu yüzünden kaybeden bir kasabanın trajedisini anlatıp, benzer durumun başka yerlerde daha az sayıda yaşanmasını amaçladığımızı anlattım. Filmin yedinci dakikasında, Başbakan’ın otoyolun açılışında yaptığı konuşmada birkaç cümle yer alıyor. Başbakan’ın görüntülerinden hemen sonra, İdris Güleç beni yanına çağırtıp, sadece kendi masasında oturan altı, yedi kişi tarafından duyulabilecek şekilde ‘Sen politika yapıyorsun. Başbakanımızı nasıl kötü gösterirsin?’ dedi. Kendisine, ‘Nereden böyle bir yorum çıkarıyorsunuz? Filmi size vermiştim, izlemediniz mi?’ deyince, ‘İzlemedim. Ben sizin ne yapmak istediğinizi anladım, amacınızı biliyorum. Şimdi anında tasınızı tarağınızı toplayıp burayı terk edin’ diye karşılık verdi. ‘Başkanım filmin tamamını izlerseniz sonunda konuşabiliriz daha rahat...’ dedim ancak, ‘Senin şimdi kırarım ağzını burnunu dağıtırım. Sen beni ne sanıyorsun... Defolun gidin buradan...’ diye karşılık verdi." (Radikal, 24 Temmuz 2008)

AKP'li belediye başkanı insanı (bu kez resmini gördüm, bu seferkinin bıyıklı olduğuna eminim) gösterdiği tepkiyi haklı çıkarmak içinse şunları söylemiş: "Bugün de aynı düşüncedeyim ve yarın da Başbakanıma karşı bir hakaret, haksızlık yapıldığında aynı şekilde müdahale ederim. Beni de reklam edip meşhur ettiği için kendisine teşekkür ederim. Hem ilçemin adı duyuldu, hem de ben meşhur oldum. Benim de en az beş puanım artmış oldu. Bu konuda da teşekkür ediyorum." (Radikal, 25 Temmuz 2008) Birkaç defa daha (büyük harfle) "Başbakanım" deseymiş on puan da artarmış bence "puan"ı.

Fakat puanını artırmak isteyen daha çok bıyıklı belediye başkanına sahip bir ülkede yaşadığımız için, hemen ardından Aydın Kudu ve belgeseli için sorunların bitmediğini de öğrendik:

“Abana’da CHP’li Belediye Başkanı Şevket Yazkan’dan gösterim için izin istedik ve İnebolu’daki olay hakkında bilgi verdik. Sayın Yazkan filmi izleyip, tepki gösterilecek içeriğin olmadığını, onay verdiğini söyledi. Başvurumuzu kaymakamlığa iletti. İki saat sonra Emniyet Müdürlüğü’nden çağrıldık ve kaymakamla görüşmemize fırsat bulamadan izin verilmediği tarafımıza tebliğ edildi. Bir belediye başkanının izleyip onay verdiği ve kaymakama olur bilgisi verdiği bir ortamda, kaymakamın filmi görmeden reddetmesinin açıklaması olamayacağını tebliğde yazılan nedenleri de kınadığımızı bildirerek Abana’dan ayrıldık." (Radikal, 25 Temmuz 2008)

Yazar Latife Tekin kendi yaşadığı olayın ardından "Sesimin kesilmesi boğazımın sıkılması anlamına geliyor geliyor. "İn aşağı!" dedi bana. "Seni sanat festivaline çağırdık, siyaset konuş diye mi çağırdık, konuşamazsın" diye konuşuyordu. Ben sonunda 'Ben bu ülkenin yoksullarının yazarıyım, halkın içinde büyümüş bir yazarım, onların vicdanıyım ve inandığım şeyler söylüyorum burada, siz beni susturamazsınız' dedim. Uçacaktım adamın üstüne, neyse ki meleklerim tuttu. Madımak olayı aklıma geldi. [...] Sessizce kalktım ve Karabük'ten ayrıldım. Beni alkışlayan Onur Caymaz tehdit edildi. Arkadan biri "boynunu kırarım" diyordu. Evet yani gerçekten onu hissettim. Orada insanları nasıl yaktılar, orada onu hissettim. Oradan ayrıldım." (Radikal, 29 Haziran 2008)

Belgeselci Aydın Kudu ise, "Küçük yörelerdeki yöneticilerin merkezden veya bilinmeyen bir yerlerden duydukları korkuya bire bir şahit olmak bizi çok üzdü. Bu küçük krallar saçma sapan nedenlerle kültürel etkinlikleri engellemesinler." demiş. (Radikal, 25 Temmuz 2008)

Sanatın toplumsal sorunları, sistemi ve siyaseti eleştirmekte de kullanılan bir araç olduğunu bilmeyen/bilen ama hazmedemeyen insanlar yönetiyor bizi. Onlara göre "sanatçı" "Sabah Sabah" programlar yapan, vücudunu ve özellikle bazı organlarını kullanarak şarkı söylediğine bizi ikna etmeye çalışan ve en önemlisi bizi uyutmaya çalışan kişi demek çünkü. 7/24 onları görmemizde hiçbir sakınca yok, düşünmemizi engelliyor onlar çünkü. "Yalnız ve güzel ülkemizin" yalnız ve güzel sanatçılarıysa kovulup duruyorlar sanatlarını yaptıklarında.

İlgili linkler:
- 29 Temmuz 2008, Sevin Okyay, "Oy deniz Karadeniz"

23 Temmuz 2008

"Son Şeyler Ülkesinde"


Bu kez Elif Şafak'tan değil, Paul Auster'dan:

"Art arda gelen şanssızlıklar, birtakım yanlış hesaplar, giderek zorlaşan koşullar. Yaşam, ortaya çıkan çeşitli acil durumların toplamından başka bir şey olamıyor. Ayrıntılar ne ölçüde değişirse değişsin, temelde, her hikâyede rastlantılar, gelişigüzel gelişmeler rol oynuyor." (Auster, 140)

"Her şeyi kağıda dökmeye, çok geç olmadan bitirmeye çalışıyorum, ama kendimi kandırdığımı ancak şimdi anlıyorum. Sözcüklerle yapılacak iş değil bu. Sözcükler buna olanak tanımıyor. Sonuna yaklaştıkça söylenecek şeyler çoğalıyor. Son denen şey soyut bir kavram çünkü. Yarıda bırakmamak için kendi kendine belirlediğin bir bitiş noktası. Oysa o noktaya asla ulaşamayacağını anladığın bir an da geliyor. Kesmek zorunda kalabilirsin, ama bu, zamanın tükendiği içindir yalnızca. Keser bitirirsin, ancak bitirmiş olman sonuna gelmiş olman demek değildir." (Auster, 176)

Sanırım, Auster'ın "Yanılasamalar Kitabı"ndan sonra okuduğum en iyi romanıydı.

2000ler ve Meryl Streep


1949 doğumlu Meryl Streep'in imdb'deki sayfasına girdiğinizde; siyah-beyaz, tarihi bilinmeyen bir fotoğrafı karşılıyor sizi. "Won 2 Oscars. Another 63 wins & 68 nominations" ibaresi, adeta iki üst satırda yazan "Considered by many movie reviewers to be the greatest living film actress." cümlesini doğruluyor.

Meryl Streep'in ilk çıkışını yaptığı ve ilk Emmy'sini kazandığı "Holocaust" mini-dizisinin üzerinden 30 yıl geçmiş. Kendisi, yirminci yüzyılın son iki onyılında onlarca filmde birbirinden tamamen farklı; ama hepsi canlandırması-yetenek-isteyen karakteri canlandırmış ve etkilemiş bizleri. 2000li yıllarda da tam gaz devam ediyor etkilemeye. Hollywood'da 40 yaşını geçen aktrislerin işsizlikten yakındığı bir dönemde, her yıl 2-3 filmde izliyoruz onu.

Meryl Streep şu anda 14 adaylıkla Akademi tarihinde en çok Oscar adayı olmuş oyuncu rekorunu elinde bulunduruyor. Aktrisin Akademi finalistliği elde ettiği 14 film; "Deer Hunter" (1978), "Kramer vs. Kramer" (1979), "Fench Lieutenant's Daughter" (1981), "Sophie's Choice" (1982), "Silkwood" (1983), "Out of Africa" (1985), "Ironweed" (1987), "Evil Angels" (1988), "Postcards from the Edge" (1990), "Bridges of Madison County" (1995), "One True Thing" (1998), "Music of the Heart" (1999), "Adaptation" (2002) ve "Devil Wears Prada" (2006). Ve önümüzdeki yıllarda oynayacağı filmler ve sergileyeceği kuvvetle-muhtemel-inanılmaz performansların sayısı düşünülürse; 2002 yılı sonunda solladığı eski rekortmen Katharine Hepburn'ün "12"sine kaç kat fark atacağı öngörülebilir.

(Bunun dışında prestijli ödüller arasında sayılan Golden Globe Ödülleri'ne 21 kez aday olup 6 kez, BAFTA Ödülleri'ne 11 kez aday olup 1 kez ve Emmy Ödülleri'ne 3 kez aday olup 2 kez yılın en iyi başrol ya da yardımcı kadın oyuncusu seçilmiş Meryl Streep.)

Bence de gelmiş geçmiş en iyi oyuncular arasında yer alan bu hayatımın-kadınısın-varlığı üzerine - en azından sinema bilincimin gelişmiş olduğu 2000li yıllarda yaptıkları üzerine - bir şeyler yazmak istedim, vizyondaki "Mamma Mia!" vesilesiyle.

Varsın Meryl ablamın 2000s Top5'i olsun:

5) "Mamma Mia!" (2008) - Donna: Geçtiğimiz hafta vizyona giren, yakın geçmişte Broadway'de ABBA şarkılarıyla bir müzikal yapma fikrinden ortaya çıkmış eğlencenin film verisyonunda; Meryl Streep'i ilk kez bir müzikalde seyrettik. Cennetimsi bir Yunan adasına yerleşmiş eski çapkınlardan Donna'nın, kızının düğününde 3 eski yaz aşkını birden karşısında bulmasını mütakiben gelişen şarkıl..şey..olaylar silsilesinin içinde; şarkı da söyleyebildiğini, koşabildiğini, dans edebildiğini ve lateks kıyafetlerin içinde bile oyunculuğunu konuşturabildiğini kanıtladı Streep. Benzerlerine çok rastlanmış; vasat filmlerin içinde kendini eğlendiren, ama çaktırmadan yine harikalar yaratan usta oyuncu prototipi.

4) "Hours" (2002) - Clarissa Vaughan: Üç kadının hikayesinin birleştiği bir roman uyarlamasında Nicole Kidman ve Julianne Moore gibi kendisinin peşinden koşarak harikalar yaratan iki insanla beraberdi Meryl Streep. Baştan ayağa kadın kokan bir filmde, cinsel hayatında da kadınlarla birlikte olmayı seçmiş bir editör, bir eski eş ve bir anneydi bu kez.

3) "Adaptation" (2002) - Susan Orlean: Kendisiyle alakası olmayan romanının sinema uyarlamasının kendisinin de içine girdiği bir senaryo ile çekileceğini duyan yazar Susan Orlean neler düşünmüştür bilemiyorum ama, kendisini Meryl Streep'in oynayacağını duyduğunda eminim heyecanlanmıştır. Charlie Kaufman'ın senaryosunu hayali ikizi Donald Kaufman ile yazdığı "Adaptation", 2002 yılının en kafa karıştırıcı filmlerinden biriydi sanırım. Ve bu karmaşanın içinde Meryl Streep, mutsuz hayatını uyuşturucu bir bitki ve onun kaçakçılığını yapan adamla renklendirmeye kalkışan bir kadın yazarı yine ustalıkla canlandırmıştı.

2) "Angels in America" (2003) - Rabbi/Hannah Pitt/Ethel Rosenberg/Angel of Australia: 2003'te oyuncu kadrosuyla ve geri kalan her şeyiyle ortalığı yerinden oynatan Mike Nichols mini-dizisinde Meryl Streep de vardı. Ve bu varlık yalnızca 1 karakteri canlandıran bir oyuncuyla sınırlı kalmıyor, 4 karaktere birden bürünüveriyordu Streep. Kadın-erkek, haham-melek-anne demeden; on parmağında on marifet misali...

1) "Devil Wears Prada" (2006) - Miranda Priestly: Sophie's Choice'taki insanı duyguya boğan anne rolünü de bu kadın canlandırmış olamaz denecek kadar başarılı biri oynamıştı Miranda Priestly adlı zalim moda editörünü. Yalnızca bedeniyle ya da mimikleriyle değil, gözbebekleriyle oynamıştı çünkü. Ve bence son yıllardaki en iyi performansıydı Streep'in.


Meryl Streep, önümüzdeki sezon da bizi yalnız bırakmıyor. "Doubt"ta Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams eşliğinde döktürmesini heyecanla bekliyoruz...

3 Temmuz 2008

Beyoğlu Sineması Neden Kapanıyor?


Bildiğiniz gibi; yıllardır Halep Pasajı'nın altında popüler kültüre karşı koyup gerçek sinema filmleri gösteren, İstanbul Film Festivali süresince festival programındaki en ağır filmleri oynatan ve duvarlarındaki şirin resimlerle dikkat çeken Beyoğlu Sineması parasızlıktan kapanmak üzere.

SİYAD, İKSV, TÜRSAK gibi birçok kuruluş bunu engellemek ve sinemaya destek vermek için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yarından itibaren 14 gün boyunca, SİYAD'ın seçtiği 2006 yapımı 14 film oynayacak Beyoğlu Sineması'nda.

7 Temmuz: Babil (Babel)
17 Temmuz: 13 (13 Tzameti)


"(Sinemanın işletmecisi) Temel Kerimoğlu, “İki hafta boyunca SİYAD seçkisini göstereceğiz. Ondan sonra İstanbul Film Festivali’nde beğeni toplayan Nicole Kidman’ın başrolünde oynadığı ‘Kızkardeşim Evleniyor’ filmi var. Sonrası belirsiz. Ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Bizim Zonguldak Ereğli’de de bir sinemamız var. Üç yıldır oradan alıp buranın açıklarını kapatıyorduk. Ama sonunda biz de tükendik. Çıkış yolu bulamazsak kapatmaktan başka çare yok” diye konuşuyor. Ereğli’deki sinemanın kar edip İstiklal Caddesi gibi günde 1 milyondan fazla kişinin geçtiği bir cadde üzerindeki sinemanın zarar ediyor olması arasındaki çelişkiyi Kerimoğlu gülerek şöyle yanıtlıyor: “Çünkü orada ‘Recep İvedik’ gösteriyoruz. Burası Eurimages sineması, burada öyle bir şansımız yok.”"

Peki acaba suç sadece Recep İvedik'i tercih eden yurdum insanında mı? İstanbul Film Festivali, !F ve Filmekimi boyunca salonları dolduran, kapış kapış bilet alan o kadar insan festival dışında nereye kayboluyor? Sadece 3 seanslık insan mı var koskoca İstanbul'da bu filmleri izlemek isteyen? Yoksa olay festivalde boy göstermek mi?

Sanırım "Recep İvedik"e en sevdiğim film diyen kitle kadar; festivalde kaçırdığı filmleri -internetten indirmeyi bırakın- korsan kopyasına para ödeyerek izlemeyi tercih eden, sonra da "neden İstanbul'da sinematek yok" diye yakınan kültürlü kesimden korkmalıyız.

Sinema filmi, sinemada izlenir. Beyoğlu Sineması bunu bildiğini düşündüğü bir toplum için çırpınıyor.