29 Kasım 2010

Kuzeyden, Bölüm II: Moderna-Utställningen


Stockholm'ün hayran kaldığım modern sanat müzesi Moderna Museet'in 2 Ekim 2010 - 9 Ocak 2011 tarihleri arasında evsahipliği yaptığı sergi, "Moderna-Utställningen" (The Moderna Exhibition), çağdaş İsveç sanatının en iyi örneklerini bir araya getirmişti. Müzenin, ilkini 2006'da düzenlediği ve bundan böyle geleneksel olarak 4 yılda bir düzenleyeceği serginin bu ikincisinde; aralarında İsveç'te yaşayan uluslararası ve yabancı ülkelerde yaşayan İsveçli sanatçıların da bulunduğu toplam 54 sanatçının eserleri sergileniyor.

Sergi eserlerinin yanısıra gerek küratörü Fredrik Liev'in yerinde seçimleriyle, gerekse (ücretsiz dağıtılan) 180 sayfayı aşan muazzam kataloğu ile de sanatseverlerin gözlerini kamaştıracak nitelikte. Serginin sorduğu "What is the role of contemporary artist? Is it even possible to talk about 'Swedish contemporary art' in an increasingly globalised world? And if so, what does it mean?"* soruları ise modern sanatın globalleşen dünya ile birlikte gelmeye başladığı noktayı sorgulaması açısından dikkat çekici.


Sergilenen fotoğraflardan enstalasyonlara, tablolardan videolara birçok eser arasından özellikle üçü dikkatimi çekti. Tuvallere 2007'den bu yana sürekli dev çikolatalar boyayan Viktor Kopp; çikolata ve kapılar, gerçek ve gerçekdışı arasında gidip gelmenizi sağlıyor. (Yanda "Choklad" (2009)) Olav Westphalen imzalı (yukarıda) "Drums" (2010), iki renkli petrol varili ve onlardan sızan petrolden oluşan bir pop-art heykel. Westphalen, modern çağın başarısızlıklarına petrol referansı ile değinmekle kalmamış; heykelini petrol ile aynı elementten gelen elmas reklamları çizimleri ile de tamamlamış. (DeBeers (2010), Cartier (2010)). Son olarak, bence sergideki en etkileyici eser olan Runo Lagomarsino'nun enstalasyonu "Las Casas Is Not a Home" (2008-2010)... Bir duvar boyunca uzanan raflar, rafların üzerinde onlarca farklı obje, objelerin üzerinde yazılar, rafların arasındaki çerçevelerde fotoğraflar. Kültürlerin yok edilmesi, kolonizasyon, asimilasyon, farklı olanın dışlanması/küçümsenmesi gibi birçok konuda sembolik anlamlar taşıyan obje ve metinler ile büyük laflar etmiş sanatçı. Hele metinler arasında öyle ikisi vardı ki, hem yüzümde bir gülümsemeye hem de kafamda bolca düşünceye neden oldu: "Geometry is hope."** ve "If you don't know what the South is, it's simply beacuse you are from the North."***

2014'teki sergide yine Stockholm'ü ziyaret eder miyim bilinmez, fakat Moderna-Utställningen sayesinde karşılaştığım bu 3 sanatçıyı çoktan bir köşeye not ettim bile.

Sırada: Nationalmuseum, Stockholm

*"Çağdaş sanatçının görevi nedir? Hem zaten gittikçe globalleşen bir dünyada 'İsveç çağdaş sanatı'ndan bahsetmek mümkün müdür? Mümkünse, ne anlama gelmektedir?" / **"Geometri umuttur." / ***"Eğer Güney'in ne olduğunu bilmiyorsanız, bu Kuzey'den olduğunuz içindir."

28 Kasım 2010

Kuzeyden, Bölüm I: Moderna Museet - Stockholm

Nordic Kültürü hayranlığım, beni bir kez daha kuzeye savurdu geçtiğimiz tatilde. Paris'e uğradıktan sonra Stockholm-Kopenhag-Malmö güzergahında soğuk, dudak-çatlatan, saat-4'ten-sonra-karanlık ama dolu dolu bir gezi oldu. Wayne's Coffee'lerde wireless'a koştuğum, metro-tren-uçak üçlüsünü defalarca kullandığım, H&M'de umduğumu (bkz. indirim) bulamadığım, parama kıyıp ilk Björn Borg boxer'ımı aldığım ve Carlsberg'e ve sanata doyduğum bir gezi... Gezi notlarının bu ilk bölümünde Stockholm'ün sanat mabedi Moderna Museet koleksiyonu ile karşınızdayım:

Moderna Museet, Stockholm'ün eski depolarının bulunduğu yeni kültür adası Skeppsholmen'in üzerinde 1998 yılında açılmış, dünyanın en iyi koleksiyonlarından birine sahip olan modern sanat müzesi. Dışarıdan bakıldığında harika bir mimariye sahip, içeriden bakıldığında ise harika bir manzaraya... Moderna Museet'in mimarı ise Sydney Opera Binası projesinde de imzası bulunan Rafael Moneo.

Şehrin tüm karanlığına rağmen aydınlık bu müzede huzur buluyorsunuz sergi salonları arasında gezerken. Alt katta dev bir oditoryumda sinema etkinlikleri düzenleniyor, müzenin modern sanat koleksiyonunun yanısıra geniş bir fotoğraf ve film koleksiyonu bulunuyor ve pahalı olmakla beraber hoş bir restoranı var. Müzenin kalıcı koleksiyonunda dünya ve İsveç modern sanatının eşsiz örnekleri 1900-1945, 1946-1970 ve 1971-... şeklinde üç ana bölüme ayrılmış olarak giriş katında 3 ayrı salonda sergileniyor. Bu koleksiyon dışında, oldukça geniş bir geçici sergi salonu bulunuyor. Bu serginin ortalama bir lise kimya kitabı büyüklüğündeki kataloğu ile sesli rehberinin; zaten içeride görecekleriniz düşünüldüğünde bir hayli ucuz olan müze giriş ücretine dahil olması ise yurdum özel müzelerinin hizmet anlayışında örnek alması gereken hoş hareketler.

Moderna Museet'in her sanatseveri heyecanlandıracak olan kalıcı koleksiyonunda bulunan isimleri saymak, modern sanat tarihinin en önemli isimlerini saymak demek oluyor aslında: Bacon, Brancusi, Chagall, Dalí, Duchamp, Kandinsky, Malevich, Magritte, Matisse, McCarthy, Miró, Modigliani, Mondrian, Munch, Picasso, Pollock, Warhol... Çılgınca değil mi? Marcel Duchamp'ın o meşhur pisuvarının müzede bulunmayışı (ve görevlilerin nereye gönderilmiş olduğu konusunda bilgisi olmaması) beni üzdü; 60'lı 70'li yıllara ait birçok eserin geçici olarak müzenin Malmö'deki şubesine gönderilmiş olması ise Malmö'de de bu zevkin devam edeceğinin habercisiydi. Listeleme manyağı bir blogger olarak, liste yapmadan durmam beklenemezdi. Karşınızda Moderna Museet'in en beğendiğim 10 eseri:

1. P.McCarthy, "Ketchup Sandwich", 1970: İster modern olsun, ister klasik; sanat çok güçlü bir şey. Klasik sanattaki mitolojik ve dini referansların yerini, modern sanatta toplumsal ve popüler kültüre referansların alması ise bu gücü daha beyin jimnastiğine elverişli ve daha eğlenceli kılıyor. Düzgün kesilmiş camlardan oluşan dev bir küp ve ketçap şişeleri... Karşısında durduğunuzda çok farklı şeyler hissediyorsunuz "Ketchup Sandwich"in. Eserin adıyla alakası olmayan, birçok olası farklı yorumun birleştiği nokta ise kuşkusuz "kan"... (Müzede bulunduğum 3 saat boyunca "Ketchup Sandwich"in yanına defalarca gittim. Her gidişimde aklıma tek bir şey geldi: "True Blood". Al sana 70'lerde yapılan eserin 2000'lerin popüler kültürüne referans verebilmesi. Olay kafamızın içinde çünkü, herkesin bir popisi var.)

2. Erró G., "Foodscape", 1970: Kapitalist dünyanın, tüketim çılgınlığının bir özeti. Rengarenk bir yemek cümbüşü. Ön saflarda yer alan "gerçek" yemeklerin, tatlıların, peynirlerin, meyvelerin; arkalara gittikçe yerini kutulanmış, hazır yiyeceklere bırakması... Birbirinden lezzetli gözüken onlarca çeşit iştah açıcı besinin, yerini köşeli kutularda soğuk ve fabrikasyon besinlere bırakması. Yıl daha 1970... Düşünüyorum da, Erró bu resmi günümüzde yapsaydı, "gerçek" yemeklerin o tuvaldeki oranı ne kadar olurdu.

3. C.Edefalk, "Another Movement", 1990: İsveçli çağdaş portre sanatçısı Edefalk'ın "Another Movement"ı, bir kadın ve bir adamın protresi değil. Bir dokunuşun portresi adeta. Fonda hiçbir detay yok. Hatta adamın vücudun yarısı karışıyor o fondaki maviye. Yalnızca ten var, his var tuvalde.

4. P.Tillberg, "Blir du lönsam, lille vän?", 1972: 20. yüzyılın en önemli İsveç eserlerinden biri "Will You Be Profitable, Little Friend?". Sıradan bir kentin, sıradan bir okulunda, sıradan bir sınıf; tek tip öğrenciler. IKEA kültürünün ürünü bu düzende, sınıfın atmosferini değiştirmek için asılan tablonun, pencereden görünen manzaradan farkı yok. O hayranı olduğum Nordic Sosyal Düzeni'ni sorgulayan bir başyapıt. En can alıcı detay ise, 27 kişilik sınıfta camdan dışarıya bakan o tek kız.

5. M.Ernst, "L'été imaginaire", 1927: Ay'ı bir tepsi gibi değil, parlayan bir halka gibi tasvir ediyor Ernst. Binalarıysa merdivenler gibi. Birçok altmetni vardır tüm bunların. Saatlerce analiz edilir. Bense yormak istemedim kendimi o an, şu anda da yormaya niyetim yok. Yalnızca kapkaranlığın ortasında parlayan o halka dikkatimi çekti. Çok güzel gözüküyor çünkü. (bkz. Sanat Eleştirisi Fail)

6. H.Matisse, "Apollo", 1953: Modern sanatın aşkı anlatma şekli. Matisse'in son eserlerinden biri olan "Apollo", bizi Apollo ve Daphne'nin hikayesine götürüyor. Daphne akla geldiğinde, gözünüz en alttaki ağaca kayıyor. Dalları bütün eseri kaplayan bir kalp şekli çizen ağaca... İki yandaki kolonlar, tepede parlayan bir güneş, Apollo ve Daphne... Aşk defalarca daha güzel şekilde anlatıldı belki, ama bu da yeterice iyi sayılır.

7. S.Dalì, "The Enigma of Wilhelm Tell", 1933: Oğlunun kafasındaki elmayı vurması istenen Tell'in hikayesini bilinçaltı ve sürrealizm ile birleştiren Dalì, bir kez daha küçük detaylarla baş döndürücü bir eser ile çıktı karşıma.

8. M.Sturtevant, "France d'après Raysse", 1969: Pop art'ın önemli temsilcilerinden Sturtevant, bir Warhol kadınına eklediği neon ışıkları ile kendisi için küçük ama sanat için büyük bir adım atmış. Sokakta görüp dudaklarının büyüsüne kapılınan bir kadının duvardaki hali gibi...

9. D.Judd, "Untitled", 1965: "Untitled" serisinin birbirine benzeyen onlarca versiyonunun ilk örneklerinden biri ve minimalizmin öncülerinden Judd... Judd'ın IKEA raflarını anımsatan (ya da onlara ilham veren) eserinin IKEA'nın anavatanında düşündürdükleri çok farklı gerçekten.

10. R.Magritte "Le modèle rouge", 1935: Klasik bir Magritte var karşımızda. Bu kez botlara başkalaşmış bağcıklı ayaklar ile... Magritte'in gerçek ve gerçeküstünü bir araya getirişi, "gerçek"i sorgulayış şekli, kendisini tanımaya başladığım ilk günden beri aklımı almıştır zaten.

Sırada: Modernautställningen

24 Kasım 2010

Öğretmenler üzerine...

Bugün öğretmenler günü.

Bundan tam bir yıl önce, 7 yılımı geçirdiğim Eyüboğlu Eğitim Kurumları'nda yaptığım günün anlam ve önemi belirten konuşmanın metnine yer vermek, bugünü anmak istedim.

Tüm öğretmenlere, ve kendini öğretmen hissedenlere sevgilerimle.

İyi okumalar...

------
24 Kasım 2009

Öncelikle tanımayanlarınız için, ben 2005 IB mezunlarından Emre Eminoğlu. Sabancı Üniversitesi Üretim Sistemleri Mühendisliği Programı’ndan geçtiğimiz Haziran ayında mezun oldum.

Bugün 24 Kasım, yani öğretmenler günü. Öğretmen olanlar da ben değil, sizsiniz. Dolayısıyla her sabah uyandığınızda bilincinde olduğunuz bir durum ve yıllardır yapmakta olduğunuz işle ilgili bir konuşma yapmamı ne siz istersiniz, ne de ben becerebilirim. O yüzden sizlere en iyi bildiğim ve son 16 yıldır uğraştığım meslekten bahsetmek istiyorum, o da öğrencilik.

1993 yılında Anaokulu’ndan başarıyla mezun olarak sektöre emek vermeye başladım. Çalışma arkadaşlarıma göre oldukça önde başlamıştım işime, çünkü zaten okumayı da yazmayı da biliyordum. Ama rekabetli bir ortamdı, ben de kurnazca davranarak, bilmiyormuş gibi sayfalar dolusu çizgi çizmekle başladım mesleğe. Ofisimiz 60 kişilikti. E devlet kurumu tabii. 5 yıl boyunca çekirdek aile ve geniş ailenin farkından, çarpma-bölme işlemlerine, üçgenin iç açılarının toplamından, blok flüt çalmaya, şanlı ordumuzun kazandığı büyük zaferlerden, yapım ve çekim eklerine, hatta havuz problemlerine kadar birçok konuyu öğrenerek hizmet verdim.

Sonra 1998’in Eylül ayında, kendimi bir anda burada buldum. Özel sektörün öğrencilik mesleğine sağladığı tüm imkanları tanıyan kocaman bir kampüste, şu yandaki altı katlı binanın ilk çalışanlarından biriydim. Üstelik bu kez bedavaya değil, üstüne para vererek çalışıyordum. Yine çalışma arkadaşlarıma göre biraz öndeydim ve bu kez kendi dilimi okuyup yazıyor olmam değil, başka bir dili anlıyor olmam etkili olmuştu bunda. Buradaki ilk üç yılımda, dönem ödevleriyle, laboratuar ve gözlemevi denilen şeylerle, power pointle, kompozisyon sınavlarıyla, hatta beden eğitimi sınavlarıyla, resim çantalarıyla ve müzik odalarıyla, ikinci bir yabancı dille, öğrenci kulüpleriyle, kütüphaneyle kısacası bambaşka bir dünyayla tanıştım. Transfer zamanı geldi, gitmek istemedim, kaldım burada.

Lise yılları bizim mesleğin zor zamanlarıdır bilenler bilir. Bir taraftan hormonlarla, bir taraftan patronlarla uğraşır; çalışma arkadaşlarına uyum sağlamaya çalışırsın. Uğraştığın işler de zorlaşmıştır ayrıca. En basitinden artık kompozisyon değil edebi eleştiri yazmak; problem değil denklem çözmek; dağların isimlerini değil nasıl oluştuklarını bilmek, maddenin hallerini değil tepkimelerini öğrenmek durumundasındır. Hayatı öğrenmek içinse hayat bilgisi yoktur artık. Tüm bunlar bir yana dersler sorgulamayı, eleştirmeyi öğretirken; neyin sorgulanıp neyin sorgulanmayacağını ayırt edecek olan da sensindir.

Övünmek gibi olmasın ama lisedeyken ben bu okulda çok şey yaptım. Yazmış olmak için değil, okunmak için yazmaya burada başladım. Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri gerçek anlamda anlamaya burada başladım. Şarkı söylemeye burada başladım, mikrofon tutmayı bile burada öğrendim. Şu an pek alakam kalmamış olabilir evet, ama arkeolojiyle de astronomiyle de burada tanıştım.

Bu kez ayrılık zamanı gerçekten geldiğinde, nereye transfer olmam gerektiği konusunda oldukça zor zamanlar geçirdim. Yurtdışı tekliflerine açık değildim. Yurtiçi de teklif etmeyip, zorluk çıkarıyordu. Sonuç olarak bir şekilde öğrencilik kariyerime üniversitede devam ettim. Yine bilenler bilir, üniversite de bizim mesleğin genel müdürlüğü gibi bir şeydir. Artık CEO’luk dışında gidecek fazla yer yoktur. Emeklilikten önce mesleğin tadını çıkarma zamanlarıdır yani. Ama işler o kadar fazladır ki, tadını çıkarmaya vakit bulamazsın. Üniversitede de ortama uyum sağlamakta pek zorlanmadım. Çünkü lisenin son iki yılında uğraştığım şeylerden pek bir farkı yoktu ilk başlarda. Sonra da zaten alışıyor insan. Tam notlarım alışamadığımı söylemeye başlamıştı ki, bir anda bitiverdi.

Şu an beni tanımayanlarınız, büyük ihtimalle beni kendini övmeyi seven, arada espri yaptığını sanan, iki lafı bir araya getiremeyen biri olarak görüyor. Fakat tanıyanlarınız - ki sayınızın her sene biraz daha azalması sizin değil ama benim yaşlandığımı gösterip korkutuyor beni - “Emre bu, kesin bir bildiği vardır, nereye getirecek bakalım lafı?” diye bekliyordur şu anda.

Ben biraz önce anlattıklarımda kendimden bahsettim evet. Ama siz öğretmenlerim - ki 1999 yılından itibaren nedense “hocam” demeye başlamışımdır - siz olmasaydınız bu cümleleri kurma ihtimalim olabileceğini sanmıyorum. Düşünüyorum mesela, “Emre, sen yazarak kendini daha iyi ifade ediyorsun.” demeseydi ilkokul öğretmenim, yazmayı sevemezdim ben. Lisede edebiyat öğretmenim matematik dersinin ortasında sınıfa dalıp, “Emre sen ne kadar mükemmel bir şey yazmışsın!” diye şaşkınlığını haykırmasaydı sınıfa, yazdıklarımın kayda değer şeyler olduğunu algılayamazdım. Coğrafya öğretmenimle hiç sinema konuşmamış olsam, şu an onunla okul koridorlarında değil, film festivallerinde karşılaşıyor olamazdım. Ortaokulda ısı transferini buzlu kola içerek anlatan, lisede havuzda fizik deneyi yaptıran öğretmenlerim olmasaydı şu an mühendislik diplomam olamazdı büyük ihtimalle. Öylesine girdiğim müzikal tiyatroda beni sesimin güzel olduğu konusunda ikna eden bir müzik öğretmenim olmasaydı; bugün duş dışında başka bir yerde şarkı söyleme cesaretim olamazdı.

8. Sınıfın sonunda annem ve babamı okula çağırıp, burada kalmam konusunda ikna eden bir öğretmenim olmasaydı tüm bunları yapmış olamaz, şu anda karşınızda konuşuyor olmazdım. Bu liste uzayıp gider. Beni ben yapan her özelliğimin ailemden çok sizden aldıklarımla bir bağlantısı olması tesadüf olamaz yani. Bana öğretmek zorunda olduklarınızın hepsini, kitaplardan okuyarak, internetten araştırarak da öğrenebilirdim ben. Ama öyle şeyler var ki yapmak zorunda olmadan yaptığınız, hayatını değiştiriyor insanın. İşte o zaman anlaşılıyor neden öğrenciliğin değil ama öğretmenliğin bir meslek olduğu. Ve okuduğum okullarda yalnızca ben yoktum, benim gibi yüzlercesi vardı karşınızda. Zayıf bir noktanızı bulmak için pusuda yatan bir ergenler ordusu arasında, her birinin kişiliğini ortaya çıkarmak, hepsine kitaplarda yazmayan şeyleri göstermek ne kadar zordur hayal bile edemiyorum. Bu okulda karşılaştığım ilk öğretmenim, yıllar sonra her konuşmamızda o günü anar. Kendisi saniyede 25 kelime hızla anlamadığım bir dilde, hem de matematikten konuşurken karşısında gördüğü şaşkın gözleri hala unutamadığını söyler. Ama kendi neden olduğu o şaşkınlığı üzerimizden atmaya yardımcı olan da, kendisinden başkası değildir. İşte o şaşkınlığın aşılıp, okulun bir alışkanlık haline gelmesi sürecinde çoğunuzu bir öğretmenin yanı sıra bir arkadaş gibi yanımda buldum ben. Ve aranızda en korktuğumuzun bile yalnızca beni değil, en haylazımızı bile sevdiğine eminim.

Karanlığa doğru giden bir ülkenin, onu aydınlığa geri döndürecek olan geleceği bizim ellerimizde olabilir, doğru, ama bizim geleceğimiz de sizin ellerinizde. Ülkemiz standartlarına göre çocuk sayısı en az 3 olarak belirlenmişken, ondan çok daha fazla çocuğu ve fazlasıyla görevi var hepinizin. O yüzden pes etmeden, bizi sevmeye her zaman devam edin.

Öğretmenler gününüz kutlu olsun hocam.
EMR.

14 Kasım 2010

En İyi Oyuncular: 2009, Bölüm II

Oyunculuk, geride iz bırakacak ve akıllara kazınacak denli rolü yaşamak olmalı diyenlerdenseniz, 2009 sinemasının en iyi performansları karşınızda... Yazının bu ikinci bölümünde sıra erkeklerde. Kimi zalim ve acımasız, kimi masum mu masum, kimi güçlü, kimi güçsüz,kimi çocuksu, kimi ciddi ve sert, kimi genç, kimi yaşlı 20 adam. Etkileyici ve yaralayıcı performanslar hepsi de... (Oyuncular soyadı sırasına göre sıralanmıştır.)

Erdem Akakçe (Karanlıktakiler) Egemen: Evinin paşası, acımasız hayatınsa sadece bir piyonu olan Egemen'in hikayesini anlatıyordu Çağan Irmak'ın "Issız Adam" sonrasındaki karanlıktaki hikayesi. Erdem Akakçe ise Meral Çetinkaya ile karşılıklı döktürüyor, büyük bedene hapsolmuş masum bir çocuğu canlandırıyordu. (SİYAD, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

George Clooney (Up in the Air) Ryan Bingham: Otel odaları, havaalanları ve uçaklar evi olmuş bir kapitalist düzen adamının ülkenin etrafında dönüp duruşunun kahramanı Ryan Bingham, George Clooney'nin bedeninde hayat buldu. İşi insanları işsiz bırakmak olan bir adamın da aslında bir insan olduğunu perdede görmemizi sağladı Clooney'nin yeteneği. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Matt Damon (Invictus) François Pienaar: Damon "Invictus"ta, Güney Afrika Rugby Takımı Kaptanı'nı canlandıran Matt Damon, aynı yıl içinde bir de yalanlarıyla casusları çileden çıkaran bir adamı canlandırdı "Informant!"ta. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı (Informant!))
Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes) Sherlock Holmes: Dedektiflik maceraları tarihinin en önemli karakterlerinden olan Sherlock Holmes, 21. yüzyılda Robert Downey Jr.'ın bedeninde canlandı yeniden. Bu kez Guy Ritchie'nin kusursuz yönetmenliği sayesinde snob bir Londralı değil, adeta bir süperkahraman vardı karşımızda. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Ödülü)

Öner Erkan (Bornova Bornova) Hakan: Filmin başından sonuna doğru ilerledikçe izlediğimiz bir saatli bombaydı Hakan. Masum, saf, hayattaki tek amacı kadrolu bir taksici olmak olan bir Bornova delikanlısının, liseli bir kıza aşık olmasıyla işler karışıyordu. Öner Erkan, tiyatro kökenli oluşunun da etkisini gösterdiği başarılı bir oyunculuk sergiliyordu. (Yeşilçam, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; SİYAD, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)
Mert Fırat (Başka Dilde Aşk) Onur: Sağır ve dilsiz bir gencin call-center'da çalışan bir kızile yaşadığı aşktı söz konusu olan. Mert Fırat, çok kolay abartıya kaçabilecek, duygu sömürüsüne dönüşebilecek bir rolün altından çok iyi kalkmıştı. İlksen Başarır'ın ilk filminde hem başrolü üstlenen, hem de senaristliği onunla paylaşan Fırat; yönetmenin ikinci filmi "Atlıkarınca"da da aynı şekilde karşımızda olacak. (Yeşilçam, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü; SİYAD, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Colin Firth (A Single Man) Prof. George Falconer: 20. yüzyılın ortasında siyah-beyaz bir dünyaya hapsolmuş eşcinsel bir akademisyenin hayatının son günü olmasına karar verdiği gün dünyayı gördüğü renkleri anlatan bir duygusal hikayenin en iyi yanlarından biriydi başroldeki Colin Firth'ün yeteneği. İntihar girişimi sahnesindeki komediden, filmin geneline yayılan romantizme kadar her duyguyu çok iyi verebilen bir yetenek... (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Morgan Freeman (
Invictus) Nelson Mandela: Yakın tarihin en önemli politik figürlerinden biri olan Nelson Mandela'yı daha önce birçok oyuncu canlandırsa da, gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan olan Morgan Freeman'ın yeri tabii ki ayrıydı. Usta oyuncu, bu rolde de her zamanki gibi o kadar doğal oynuyordu ki, onun Nelson Mandela olduğuna inandım denilebilir. Tıpkı "Bruce Almighty"den sonra bir süre, "Eğer bir Tanrı varsa, Morgan Freeman gibi gözüküyordur." diye düşündüğüm gibi. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Joseph Gordon-Levitt (
(500) Days of Summer) Tom Hansen: Son yılların yükselen yıldızlarından Joseph Gordon-Levitt, Heath Ledger'ı anımsatan yüzü ile romantik komedilerde baş göstermeye başladı. Yılın en iyi filmlerinden "(500) Days of Summer"da umutsuz bir aşığı oynayan ve Summer adındaki kızdan çekmediği kalmayan Tom ile karşımızdaydı. Aklımdan hiçbir zaman gitmeyecek "You Make My Dreams" eşliğindeki sahnede kendisine özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)
Engin Günaydın (Vavien) Celal: Taylan Biraderler'in kara komedisi "Vavien"de Binnur Kaya ile karşılıklı muhteşem bir uyum yakalayan, aynı zamanda filmin çok iyi senaryosunun altında imzası bulunan Engin Günaydın; nefret ettiğim televizyon oyuncularından olsa da "Vavien" ile yeniden doğdu benim için. Aynı anda hem bu kadar güldüren, hem de bu kadar hüzünlendiren bir rolü hem yazmak, hem de oynamak zor iş çünkü. (Yeşilçam, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; SİYAD, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Woody Harrelson (Messenger) Captain Tony Stone: Şehit askerlerin ailelerine bu haberi verme görevinde uzmanlaşmış bir asker. Ve aynı görev için başkalarını eğitmekle görevlendirilmiş bir asker. Geçtiğimiz yıl "2012" ve "Zombieland" filmlerinde de çok iyi olmayan oyunculuklarını gördüğümüz Harrelson, "Messenger" gibi düşük bütçeli bir yapımda kariyerini kurtarmaya çalışmış, iyi de yapmış. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)
Jae Head (Blind Side) S.J. Tuohy: Sandra Bullock'a Oscar'ını getiren "Blind Side"ın en güzel yanlarından biri oğlu rolündeki Jae Head idi. Annesinin evlerine getirdiği ve oğlu gibi sevdiği devasa boyutlardaki çocukla en iyi anlaşanlardan biri olan SJ'in filmdeki görevi büyüktü ve Jae bu görevin altından Sandra Bullock'tan rol çalarak kalkmıştı.
Christian McKay (Me and Orson Welles) Orson Welles: Yardımcı bir karakter olsa da, gerçek insanları canlandırmak zor bir iştir. Richard Linklater'ın Zac Efron'u başrole koyduğu ve geçmişin Broadway'ine saygı duruşu niteliğindeki filmi "Me and Orson Welles"ın Orson Welles'ı, pek tanımadığımız oyuncu Christian McKay oldu. Harika değildi belki ama, son ana kadar adı Oscar aday adayları arasında geçti, ve bu listeye girmeyi hak etti.
Alfred Molina (An Education) Jack: Kızını, geleceğini etkileyecek hatalarından korumaya çalışan, fakat işin ucunda kaleyi içten fetheden bir damat olunca her şeyi görmezden gelebilen bir babayı canlandırdı Alfred Molina.
Clive Owen (Duplicity) Ray Koval: Aksiyon filmlerine çok yakışan asık suratlı yıldız Clive Owen, bu kez Julia Roberts ile mükemmel bir ikili oluşturdu. 2004'teki "Closer"dan sonra ilk kez bir araya gelen oyuncular, filmin iki ajanı olarak "Mr. and Mrs. Smith"ten çok daha eğlenceli bir çift olarak karşımızdaydı.

Jeremy Renner
(
Hurt Locker) Sergeant First Class William James: Yılın en iyi filmlerinden "Hurt Locker"ın cesur, kural-sınır tanımayan bomba imha uzmanı William James'e hayat veren Jeremy Renner, harika bir çıkış yakaladı. Karakterin psikolojisini çok iyi yansıtan Renner, bu ilk önemli rolü ile Oscar adayı olmayı da başardı. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Sam Rockwell
(
Moon) Sam Bell: Bütün filmi tek başına ayakta tutan ve kendi ile karşılıklı oynayan bir oyuncu... Hollywood'un hak ettiği ilgiyi ve takdiri hiçbir zaman görememiş oyuncularından Rockwell, ne yazık ki yine yeterince takdir edilmedi 2009'daki başarısı ile.
Settar Tanrıöğen (Vavien) Cemal: Filmin ana kahramanı Celal'in, en az onun kadar saf olan abisini canlandıran Tanrıöğen, özellikle televizyona sazı ile eşlik ettiği sahne ile adını başarılı oyuncular listesine altın harflerle yazdırdı. (Yeşilçam, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; SİYAD, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü)

Luis Tosar (Celda 211) Malamadre: Bir İspanyol hapishanesinin reisi, bir hapishane ayaklanmasının zeki lideri ve harika bir oyunculuk. İzlemeden anlayamazsınız.

Christoph Waltz (Inglourious Basterds) Col. Hans Landa: Sinema tarihinin kötü adamlar listesine üst sıralardan giren bir karakterin kelimeleri kifayetsiz bırakan oyuncusu. İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşarak; dört dilde de aynı mükemmeliyeti yakalayan Christoph Waltz, "Bunca yıldır neredeydin?" diye sordurttu. Tarantino'nun en iyi filmlerinden "Inglourious Basterds" Christoph Waltz olmadan bu kadar iyi olmayabilirdi sanki. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü)

13 Kasım 2010

thebalkabaa feat. Penguen

Bundan yaklaşık bir yıl önce, 2002 yılından beri zevkle okuduğum haftalık mizah dergisi Penguen'e özel bir liste oluşturmuş; derginin 365 sayısını tarayarak Dünden Bugüne En İyi Penguen Kapakları'nı seçmiştim. Bunu yapabilmemin nedeni, Eylül 2002'den beri tek bir sayısı bile eksik olmayan bir Penguen arşivimin bulunmasıydı.

4 Kasım günü çıkan Penguen'i kaçırmam, bu arşiv için bir felaket demekti. Durumu fark ettiğimde günlerden 9 Kasım Salı'ydı ve gecenin o saatinde hiçbir yerde açık gazete bayii kalmamıştı. 10 Kasım Çarşamba sabahı sorduğumda ise, dergi İstanbul'da bir gün önceden dağıtıldığı için, eski sayılar çoktan iade edilmiş, her yer 11 Kasım sayısı ile dolmuştu.

Çareyi twitter'da buldum. 10 Kasım gecesi "Yardım edin! 2002'den beri biriktirdiğim Penguen arşivim 4 Kasım 2010 sayısını almayı unuttuğum için eksik kaldı." tweet'ini yazmam ve arşivimin bir fotoğrafını eklemem, hem o arşivimi kurtardı, hem de sosyal medyanın hayatımdaki önemli yerine bir artı daha eklemiş oldu. (Bu sayının Erdil Yaşaroğlu'nun "Sosyal Mecra" karikatürlerinin bulunduğu sayı olması ise hoş bir tesadüf.)

Dün ofise Selçuk Erdem imzalı bir adet 4 Kasım 2010 Penguen'i geldi! Başta @selcukerdem olmak üzere, konuyla ilgilenen @musmulapenguen ve @gokcheozer 'e teşekkürü bir borç bilirim. Nice sayılara Penguen!

1 Kasım 2010

2010'da Türk Sineması (Temmuz-Eylül)

2010 Türk Sineması, 9 ayda yaklaşık 15 milyon seyirci rakamına ulaşmış durumda. 17 milyon civarındaki 2009 toplam seyirci rakamı düşünüşdüğünde ve sezon henüz yeni açılmış, "Av Mevsimi", "New York'ta Beş Minare" gibi gişeyi sarsacak iddialı yapımlar daha vizyona girmemiş olduğuna göre; geçtiğimiz yılın seyirci rakamlarına fark atacak bir yıl olduğunu söylemek şimdiden mümkün 2010'un. Diğer yandan geçtiğimiz 3 ay, "yazın sinemaya gidilmez" yersiz düşüncesini benimsemiş seyirciden midir, "yazın bu filme giden olmaz" diye düşünüp filmini vizyona sokmayan dağıtımcıdan mıdır bilinmez; alışıldığı gibi yılın en durağan ayları oldu Türk Sineması açısından.
Temmuz ve Ağustos aylarında vizyona hiçbir Türk filmi girmezken; Eylül ayında sırasıyla "Adı Aşk Bu Eziyetin", "Paramparça", "Büyük Oyun" ve "3 Harfliler: Marid" sinema salonlarında yerini aldı. Dini motifleri kullanarak korkutmayı amaçlayan filmlerimize bir yenisinin daha eklenmesine vesile olan "3 Harfliler: Marid", 160 bin civarındaki seyirci sayısı ile yılın en çok izlenen yerli yapımları arasında anca 13. sıraya yükselebildi. Diğer 3 yapım ise 20 bin seyirciyi bile bulamadı.

Haziran ayında düzenlenmesi planlanmış olan, fakat film festivallerinin zil takıp oynanan birer eğlence organizasyonu olduğunu düşünen yerel yönetimlerce Eylül ayına ertelenen 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, değerli konuklarından ve jüri üyelerinden fire vermeden gerçekleşti. Ulusal Yarışma'da geçtiğimiz yıldan yadigar "Kıskanmak" ve "Nefes" gibi filmlerin de kazananlar arasında yer aldığı sonuçlara bakıldığında görülen "Beş Şehir"in 4 önemli ödül (Senaryo, Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu) ile öne çıktığı idi. "Bal", En İyi Film ve Bora Altaş'a verilen Jüri Özel Ödülü dışında bir ödül kazanamadı. "Kavşak" ise Selim Demirdelen'e En İyi Yönetmen ve En İyi Müzik ödüllerini, başrol oyuncusu Sezin Akbaşoğulları'na ise En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazandırdı.

Uluslararası festivallerde Türk Sineması'nın tanıtımı açısından da oldukça verimli bir yaz oldu. Temmuz ayında Karlovy Vary'de yarışan Semih Kaplanoğlu imzalı "Bal" ve Ağustos'ta Locarno'da yarışan Tayfun Pirselimoğlu imzalı "Saç" ödülsüz geri dönseler de, Orta Avrupa'da sinemamızı tanıtan filmler oldu. Eylül ayındaki Toronto Film Festivali ise Türk Sineması'na özel bir yer ayırmıştı. İstanbul, festivalin geleneksel "City to City" bölümünün bu yılki konuğu idi. Festivalin bu bölümünde "11'e 10 Kala" (Pelin Esmer), "40" (Emre Şahin), "C-Blok" (Zeki Demirkubuz), "Bahtı Kara" (Theron Patterson), "Uzak" (Nuri Bilge Ceylan), "Saç" (Tayfun Pirselimoğlu), "Çoğunluk" (Seren Yüce), "Hayat Var" (Reha Erdem) ve "Tabutta Rövaşata" (Derviş Zaim) gösterildi. Belma Baş'ın filmi "Zefir" ise festivalin Keşif bölümünde yer aldı. Yine Eylül'de Yeni Sinemacılar'ın arasına yeni katılan Seren Yüce, önemli bir ödüle layık görüldü. Venedik Film Festivali'nde Yüce'nin ilk filmi "Çoğunluk", Geleceğin Aslanı Ödülü'nün sahibi oldu.

Ekim ayında vizyonu işgal eden tarihi dramlar bir yana, Kasım ve Aralık aylarının iddialı yapımları ile 2010 yılı seyirci rakamlarında önemli bir artış olacağı belli. Yılın son çeyreği bakalım Türk Sineması için ne sürprizlerle dolu.

Not: Seyirci rakamları boxofficeturkiye.com sitesinden alınmıştır.