28 Haziran 2008

"What the Fuck Have You Done Lately?"


Sanırım sinemada popüler aksiyon filmleri kategorisinin altında yepyeni bir türle karşı karşıyayız: Yüksek egolu, sürrealist aksiyon filmleri... Seyredince nefesinizi kesen, bol silah sesi duymanızı, bol kadın ve/veya bol araba görmenizi sağlayan tüm diğer aksiyon filmleri gibiler. Ama Dali tablolarını, Marquez romanlarını andıran bir sanatsallık barındırıyorlar. Esprilerle dolular ama ciddiye de alınabiliyorlar. O kadar inanılmaz şeyler oluyor ki perdede, kendinizi ezik, işe yaramaz hissediyorsunuz. Nasıl astronomi dersinde bilmemkaç parsek yarıçaplardan bahsedince küçücük hissediyor insan kendini; bu filmleri izlerken de öyle şeyler yapıyor ki perdedeki adam/kadın, "ben neyim ki? ne işe yarıyorum ki? hayatımın anlamı ne?" sorularıyla boğuşarak koltukta küçüldüğünü hissediyor seyirci.


Geçtiğimiz yıl izlediğim ve bittiğinde heyecandan, kahkahadan, şaşkınlıktan ve zevkten dört köşe olmuş bir şekilde salondan çıkmamı sağlayan "Shoot'em Up"tan sonra; şimdi de "Wanted" vizyonda.


Wanted, Rus sinemasını Amerikanlaştırmakla çokça suçlanan Timur Bekmambetov'un ilk Hollywood filmi. Soğuk savaş yıllarındaki zihniyet hala sürüyor olsa gerek; adam birkaç güzel film çekti diye Rus sanat camiasınca "Pis Amerikancı" damgası yemiş, fakat diğer yandan oldukça kalabalık bir hayran kitlesi edinmiş ülke ve dünya çapında kendine okuduğuma göre. Seyretmediğim, fakat fragmanlarından anladığım kadarıyla bir Rus'tan beklenmeyecek büyüklükte bir korku/gerilim serisi çekmiş/çekmekte Bekmambetov. "Night Watch" ve "Day Watch"tan sonra, şimdi de serinin sonuncusu "Twilight Watch"un çekimlerini sürdürmekte imiş.


Üçlemesinin arasına sıkıştırdığı film "Wanted" ise ilk paragrafta bahsettiğim türden, heyecan ve aksiyon dolu bir film olmuş. Bir çizgi roman uyarlamasına yakışır derecede elle çizilmiş gibi duran bir film çıkmış ortaya. James McAvoy, ilk aksiyon deneyimi için oldukça başarılı. Angelina Jolie tüm karizması ve tüm dudaklarıyla her zamanki gibi karşınızda. Filmde tek hoşuma gitmeyen şey olarak da (ki kendisinin hayranlarından biriyimdir) Morgan Freeman dahil olmuş kadroya. Freeman'ı yadırgayışımın gerçek nedeni nadir bulunan kötü performanslarından birini sergiliyor oluşu mu, yoksa canlandırdığı karaktere ısınamamış olmam mı bilemiyorum. Kısacası filmde mükemmel değil, vasatın üstünde oyunculuklar olsa da, rahatsız edici değil hiçbir şey.


Filmin senaryosu orjinal çizgi roman hikayesine Angelina Jolie'nin canlandırdığı Fox karakterinin eklenmesi dışında, hemen hemen hiçbir değişiklik yapılmadan uyarlanmış. Seyrettiğinizin bir çizgi roman olduğunu düşünerek; insanların arabalarla ya da silahlarla neler yapıp neler yapamayacağını sorgulamadan ya da fantastik denebilecek birkaç detayı hazmedebilerek seyrederseniz rahatsız edici hiçbir öge yok hikayede. Her ayrıntı kullanılmış, hiçbir şey sonuçsuz kalmamış. Özellikle ofis sahneleri, hem karakterin dönüşümünü anlatmak hem de filmi "tip"ler ve esprilerle süslemek için çok güzel oturmuş yerine. Klişelerden uzak, sürprizlerle dolu ve tahmin edilemez şeylerin döndüğü bir film olmuş.


Film diğer Hollywood aksiyonlarına oranla çok daha düşük bir bütçeyle çevrilmiş. Ve buna rağmen gerek silahlı, gerek arabalı sahneler; gerekse filmin en gösterişli bölümü olan tren sahnesi gayet tatmin edici. Yönetmenin birkaç numarası da yalnızca aksiyon sahnelerini değil, küçük detayları ve esprileri de o kadar anlamlı bir hale getirmiş ki, zevkle izlenebilecek bir film çıkmış ortaya.


Son olarak filmin her sahnesini daha da güzelleştiren, silah seslerini davul sesleriyle renklendiren ve salondan ayrıldığınızda beyninize kazınmış bir melodi bulmanızı sağlayan müziklerin sahibi var: Danny Elfman.


Seyrettiğiniz 13 Oscarlı bir drama değil tabii ki, bir aksiyon filmi. Ama bir aksiyon filminin olabileceğinden daha sanatsal ve daha kaliteli bana göre.


Böyle filmleri seyredince insanın kendini ezik ve işe yaramaz hissettiğinden bashetmiştim. Filmin son cümlesi de bunu kanıtlar nitelikte:


"What the fuck have YOU done lately?"

36. İstanbul Müzik Festivali'nin Ardından...


Haziran ayı denildiğinde aklıma finaller dışında bir de klasik müzik gelmesinin nedeni olan İstanbul Müzik Festivali'nde gittiğim konserlerin sayısı hemen hemen her yıl olduğu gibi bu yıl da 4 oldu. Festival'in bu yılki tanıtım kampanyasında çokça bahsedildiği üzerine klasik müzik herkese faydası olan bir şey. Kadın-erkek, genç-yaşlı, bebek ya da deli olabilirsiniz; önemli değil. Bir inek, bir tavuk, bir saksı çiçeği, hatta bir Atilla Koç'un bile bulabileceği çok şey var klasik müzikte.


Bu festivalden çıkardığım dersleri İstanbul'da park sorunu bulunduğu ve Uluğ Çapar'ın her yerden çıkabileceği gerçekleriyle özetleyebilirim. Ayrıca "parça aralarında boğazını temizleyen amca", "kapı gıcırtısına şşşştleyen teyze", "alkış başlamadan 'bravo' nidasıyla kitleyi gaza getiren ön sıra kişisi" ve "çiçeğini baş kemancı hatuna veren orkestra şefi/solist" tiplemelerini de bir kez daha gözlemleme fırsatı buldum.


7 Haziran Cumartesi: "Klasik Bir Akşam", Viyana Senfoni Orkestrası, Gabriela Montero (piyano)

Bir konserde hem Mozart, hem de Beethoven eserlerine yer verilmesi, tarafımdan gidilme zorunluluğu olarak yorumlanmakta. Gabriela Montero'nun yaptığı bis ise görülmeye/duyulmaya değer cinstendi. Kendisi orkestraya birkaç nota çalmalarını söyledikten ve Straus'tan bir kuple valsi kaptıktan sonra, öyle bir jazz varyasyonlarıyla süsledi ki, bütün Aya İrini ağzı açık dinledi. Konser çıkışı önümüzde yürüyen Viyana Snefoni Orkestrası çellistlerinin Apple logolu case'leri de süperdi.


12 Haziran Perşembe: "3 Piyanist, 3 Konçerto", Milli Reasürans Oda Orkestrası, Alexander Melnikov (piyano), Muhiddin Dürrüoğlu (piyano), Özgür Aydın (piyano)

Süreyya Sineması, Süreyya Operası olduğundan beri bir türlü gidemediğimden, benim için geç bir siftah niteliği taşıdı bu konser. Yerimizin de en güzel locada olması binayı çok fazla beğenmemde rol oynamış olabilir. Milli Reasürans Oda Orkestrası birkaç senedir tesadüfen gittiğim konserlerde çalan orkestra olmayı ısrarla sürdürüyor. Yıllardır eserlere bakarak seçim yapmama rağmen, seçtiklerimi çalanlar onlar oluveriyor. Bundan sonra eserlerin yanı sıra "Milli Reasürans" adını gördüğüm konsere de gitmem gerektiğini düşünüyorum. Aramızda duygusal bir bağ oluştu :P Konser, Beethoven'ın Coriolan Uvertürü ile başladı ve beni benden aldı. Beethoven hayranlığım tavan yaptı -ki tavana yakın bir yerde oturmamla alakasız-. Sonrasında iki ve üç piyanolu 3 konçerto vardı programda; Beethoven, Mozart ve Bach'tan. Piyanistler -biri hariç- oldukça sempatik ve -istisnasız hepsi- oldukça başarılıydılar. Yaşanan tabure trafiği ise gülünmeye değer bir mizahi öge olarak süsledi konseri. Konserin en bomba, en süper, en inanılmaz anı ise 3 piyanistin aynı piyanonun başına oturarak 6 el "Figaro'nun Düğünü" patlatmasıydı. Mekandan tarif edilemez duygular içinde ayrıldım. Damat tarafı olarak, Figaro'ya sonsuz mutluluklar dilerim.


14 Haziran Cumartesi: Zürich Oda Orkestrası, Johannes Moser (viyolonsel)

Mendelssohn, Haydn ve Tchaikovsky. Viyolonsel. Ezan sesiyle mücadele. Şimdi fazla anlatacak bir şey olmayınca kötü bir konser izlenimi yaratabilir ama, vallahi güzeldi.


27 Haziran Cuma: F.P.Zimmermann (keman), Enrico Pace (piyano)

Beni, Sakin + Mor ve Ötesi + Travis'ten eden konser. Ama aynı zamanda beni Bach ve Brahms ile barok bir "Tudors" alemine götüren, sonrasında Hindemith ile tanıştıran ve her nedense "1. Dünya Savaşı"nı ve "Atonement"ı anımsatan; ve nasıl olduysa Beethoven'dan da sıkılabileceğimi göstererek beni şaşırtan konser. İlginç bir deneyimdi. Kişisel not: Hindemith araştırılacak :P


Son olarak yılın festival insanı olarak iki konserde de "sayfa çevirici" olarak karşıma çıkan converse'li muhtemelen konservatuar öğrencisi kardeşi seçiyorum. Saçları çok tarzdı, kıskandım. Ayrıca konserleri seyrettiği mesafeyi de kıskandım. Ama stresli iş tabi, çevirsem mi, çevirmesem mi vesaire...


Klasik müzik... Herkese faydası var.

24 Haziran 2008

Shyamalan üzerine...


Hint asıllı yönetmen Manoj Night Shyamalan, 1999 yılında yazdığı ve yönettiği "Sixth Sense" ile olay yaratarak çıkıvermişti karşımıza. 27 yaşında hem "En İyi Yönetmen", hem de "En İyi Orijinal Senaryo" dallarında Oscar Ödülü'ne aday gösterilerek Akademi tarihinin bu dallardaki en genç adaylarından biri olmuştu. "Sixth Sense", "I see dead people." repliği ile Haley Joel Osment'i, müzikleri ile James Newton Howard'ı hayatımıza sokmuş, 6'sı Oscar olmak üzere sayısız ödüle aday gösterilmiş veya layık görülmüş ve milyonlarca insanı korkutmuştu.

Böyle büyük bir başarı ister istemez markalaşmayı kolaylaştırdı sonra. İki-üç senede bir güzel bir afişin üzerinde "M.Night Shyamalan'dan ..." ibareleri dikkat çekmeye başladı. Bruce Willis'in ardından Mel Gibson, Joaquin Phoenix, William Hurt, Sigourney Weaver, Adrien Brody, Paul Giamatti gibi usta oyuncular da bu yönetmenle çalışmak için kuyruğa girdi adeta.

Halen seyretmediğim için bir yorum yapamayacağım "Unbreakable" (2000) filminden sonra, 1999'da bir anda elde ettiği başarıyı aynı hızla kaybedebileceğinin sinyallerini vermeye başladı Shyamalan. 2002'de "Signs", bir taraftan din eleştirisi bir taraftan sosyolojik göndermeler yapıp, uzaylıları simgesel-imgesel bir bulamaca banıp, bir de olayın içine mısır tarlalarını ve görsel medyayı katınca ortaya "Scary Movie" serisine tonlarca malzeme çıkaracak bir film çıktı. (Mel Gibson'ın dini filmler çekmekle antisemitist söylemlerde bulunmak arasında gidip gelen ve yeryüzünden silinmiş dillerde filmler çeken alkolik bir yönetmene dönüşme kararını almasının nedenlerini de aynı dönemde aramalıyız kanımca.) "Signs", birkaç kaliteli gerilim sahnesi dışında ne seyirciye ne de sinema tarihine bir şey katmayı başarabildi.

2003 yılında yönetmen, kadrolu bestecisi James Newton Howard'ın kızı Bryce Dallas Howard'ı keşfetti ve "Sixth Sense" ile markalaştıktan sonra kendisiyle özdeşleşen "sürpriz son" fenomenini yeniden kullanacağı bir film yapmakta olduğu haberi ile sinema dünyasına bomba gibi düştü. Teaser ve fragmanları neredeyse bir yıl boyunca izleyicinin merakını (fakat ne yazık ki beklentilerini de) artıran "The Village", 2004 yılında vizyona girdi. "Signs"a kıyasla çok daha iyi eleştiriler aldı, fakat sonuç yine "Sixth Sense" kadar olumlu değildi. Yönetmen yine sosyolojik ve psikolojik ve fakat bu kez kriminal olaylara parmak basmış; izole bir topluma odaklanmış ve gerilimi bilinmeyen yaratıklarla sağlamıştı. Kör bir kız, deli bir adam ve ilginç bir ihtiyar heyeti usta oyuncularca canlandırılmış; Bryce Dallas Howard usta olmamasına rağmen onlarla aynı kefeye konacak bir performans sergilemişti. Çektiği filmle Shyamalan olmasa da, yaptığı müzklerle James Newton Howard Akademi Ödül Töreni'nde filmin adının geçmesine katkı sağlamıştı.

Burada benim aklıma gelen soru "Acaba Shyamalan da bir iyi, bir kötü film yapan; filmografisi inişli çıkışlı yönetmenlerden mi?" olmuştu. Ve bunu doğrularcasına 2005 yılında "Bir M.Night Shyamalan filmi" nidalarıyla dört nala sinema perdelerinde teaserlarını, 2006 yazında da kendisini gördüğümüz "Lady in the Water" çıkageldi. Başrolündeki Paul Giamatti'nin bile kurtaramadığı; Bryce Dallas Howard'ın vampirleşmiş Türkan Şoray bakışlarıyla ıslak ıslak sırıttığı film izleyiciyi hayal kırıklığının alasına maruz bırakmakla kalmadı; eleştirmenleri de filmde ilginç bir monolog eşliğinde ölen sinema eleştirmeni karakteri nedeniyle oldukça kızdırdı. 7 yıl öncesinde övgüye boğulan "En İyi Yönetmen" adayı Shyamalan, bu film sayesinde sinemanın en kötülerine verilen Razzie Ödülleri'ne 4 dalda aday olmuş ve "En Kötü Yönetmen"in yanı sıra "En Kötü Yardımcı Erkek Oyuncu" ödüllerini kariyerinin utanç dolabına yerleştirmiş oldu.

Sanırım bu ödüller kendisine yönetmenliğinin kötüye gittiği ve oyunculuğunun beğenilmediği mesajlarını vermiş olacak ki, bu yıl karşımıza çıkan ve bir sonraki paragrafın konusu olacak olan "The Happening", beklentileri yükseltmemek adına son birkaç aya dek minimum tanıtımla vizyona girdi. Ve Shyamalan oynayamadığının bilincinde bir insan olarak bu kez kendi çektiği filmde egosunu tatmin amacıyla küçük bir rolde bile olsa oynamaktan da kaçındı.

"The Happening" (2008) ne yazık ki, "bir iyi, bir kötü film çeken; inişli çıkışlı yönetmen" tezimi çürütürcesine kötü bir filmdi. Oscar Adaylığı olan oyunculardan Mark Wahlberg dahil herkesin (artık Shyamalan sıla hasreti çekiyor da, sette referans olarak Bollywood filmlerini mi kullanıyor nedir) ilkokul müsameresi kıvamında oyunculuklar sergilediği; gerilim minimize edilirken senaryo hataları ve saçmalıkların tavan yaptığı film Shyamalan için tehlike çanlarını avaz avaz bağırttırmış durumda sanırım.

Shyamalan, eserlerinin kalitesiyle ters orantılı bir şekilde seyreden egosunu bir kenara bırakıp; oyuncu yönetmenliği ve senaryo yazımı konularında biraz geliştirmek zorunda kendisini. 1999'da gelen şöhreti gitgide kaybetmekte ve artık yapımcılığını da üstlendiği filmlerinin para kazanması için "Bir M.Night Shyamalan filmi" ibaresi de işe yaramayacak duruma gelmekte çünkü.

Shyamalan, son günlerde sinema dünyasında yeni bir proje ile gündemde. Nickelodeon'ın sevilen çizgi filmi Avatar'ı sinemaya uyarlaması gündemde olan Shyamalan için Sinema dergisinin Haziran 2008 sayısında şöyle deniyor: "Shyamalan açısından bundan sonrası çok daha önemli. Çünkü yönetmenin uzun zamandır üzerinde çalıştığı bir proje olan ünlü Nickelodeon serisi "Avatar: The Last Airbender"'ın sinema uyarlamasının akıbeti tamamen "The Happening"e baplı olabilir. Eğer "The Happening" özellikle gişede beklenen ilgiyi görmezse Shyamalan'ın "Avatar" hayalleri suya düşebilir." (Yurtsever, 2008) Artık sonuç ne olur hep beraber görürüz. Ama senaryoyu başkası yazdığı sürece bir animasyon filmi batıracak denli kötü bir yönetmen olduğunu sanmıyorum Shyamalan'ın.

Ayrıca söylemeden geçemem. Yönetmen, filmleri ne kadar kötü olursa olsun hiçbir zaman kalitesinden ödün vermeyecek bir koz barındırıyor elinde: James Newton Howard. "The Happening"in övgüye değer tek yanı olan müzikleri en az öncekiler kadar iyi.

Shyamalan filmleri aşık olmak gibidir. Bi boka benzemeyeceğini bilsen de, her seferinde yeniden bir şans verirsin.

16 Haziran 2008

Becoming Senior...

Bir yıl daha geçti. Üst sınıftan arkadaşlarım diye bir şeyin kalmayacağı, derslerin sayısının azalıp, gelecek planlarının yeniden gündeme oturacağı bir başkasına bırakmak üzere terkediyor bizi. Korkuyorum.

Geçtiğimiz yıl ne kadar güldüğümüzü, ne kadar eğlendiğimizi düşünüyorum sonra. Bunlar yaşanmasaydı çekilmeyecek, bunlar olmasaydı geçmeyecek bir yıl. Ve bunlarsız gelmeyecek bir gelecek.

Bakalım kim, ne demiş 2007-2008 eğitim-öğretim yılında.

Derslerden SPS303 - Law and Ethics:
> "Mehmet Sağır" (Hocamız Mehmet Ağır demeye çalışıyor.)
> "Engli-engli-engli-engli-engli-engli-engli-engli..." (English demeye çabalıyor.)

Derslerden HUM212 - Major Works of Modern Art:
> "Is it a dog, is it a wife, is it a picnic tube?" (Monet'nin bir tablosundaki belirsiz cisim hakkında)
> "It is really really really really really really, i mean REALLY far. If you wanna go away, go to Tahiti, you cannot go any further." (Hocamız Gauguin'i destekliyor)
> Hoca: Guess the name of this painting... Come on, what is on it?
Sınıftan ses: Christ?
Hoca: Hmm. No, but you are in the same range of people.
("The Prophet" adlı tablo üzerine)

Derslerden MS302 - Stochastic Models in Operational Research:
> "Chill out." (Kerem'e)
> "Sometimes you shouldn't be that brave." (Almul'a)
> "You guys scare me time to time."
> "Olay böyle bir noktaya gelince, artık susacaksın, başka yapacak bir şey yok. Konuştukça batıyorsun." (Kerem'e)
> "Benim içim rahat etmiyor sana bulaşmazsam. Neyse, ismin de kolaymış, onu da öğrendim." (Kerem'e)
> "Ben şaka yapabilirim, siz gülemezsiniz. ... Şaka, şaka!"
> "Ben zamanında "mrb hcm" diye mail almış insanım. Tamam anladık, sesli harfleri sevmiyorsunuz da, çüş denilen bir şey var.

Derslerden MS304 - Adı neydi..
> "Ama hep aynı insanlar kendi aralarında konuşmasın olur mu? Biraz da farklı insanlar kendi aralarında konuşsun."
> "Bu şimdi integer programming örne... Aaa! İngilizce! Sorry. This is an integer programming example."
> "Sıfırbirikiüçdörtbeşaltıyedise...(nefes alır)...kizdokuzononbironiki..."
> Hoca: Bunu Şafak sormuştu.
Şafak: Yoo, hayır.
> "Feasimal"
> "Yıllarca, yüzyıllarca, ışıkyıllarınca uğraşır, yine de çözemez."
> Hoca: Bu çok önemli bir şey, bu yüzden lütfen bir dakika... (üzerinde düşünün demek isterken)
Sınıftan ses: Saygı duruşu?
> "Aa burada da Mitsubishi. Burada da Mitsubishi. Demek ki onların Mehmet'i gibi bir şey bu herhalde."
> "GAMSız hayat olmaz" (Hocamız GAMS programının önemini anlatıyor)
> "Bugünün goodyleri bunlar."
> "Programa "Mustafa bak birazdan Ahmet gelecek" diyorsun, Ahmet geliyor. Onun gibi.. Deklare ediyorsun."
> "Bugüne kadar çok fazla sağa ya da çok fazla sola vurmuş olabilirim ama hiçbir zaman sağ gösterip sol vurmadım."
> "Haaaaaaaaaaaayııııııııııııııırrrrrrrrrrr!" (Hocamız dosyayı save etmeyi unuttuğunda)

Derslerden MS307 - Work Analysis and Design:
> "Who got the horses, are now in Üsküdar."
> "There is a joke about this: Two man talk. "How is your wife?", "Based on what?" "
> "Unnnnnnnnnnnbelieveable.."
> "When I was in Puerto Rico..."
> "I did disturb them I guess." (Dışarıdan geçenlerin sınıfın kapısını kapaması üzerine.)
> "There are people doing it, but they don't work in industries, they work in circuses."
> "If you be this slow in the exam, don't cry for me argentina."

Derslerden MS303 - Decision Economics:
- "Sizin 5 dakkanız kaça?"
- ".... is optimizing." (Hocamızın facebook iletisi.)

Derslerden MS305 - Simulation:
- "Kontünyuslu"
- "Let me make a remark."
- "Edvençıt"
- "Senin adın neydi ya hep unutuyorum? Apu, apul, apungaç?" (Hocamız Almula'nın ismini hatırlamaya çalışırken)
- "Kerem, yaşam enerjimi içimden çekip çıkarıyorsun ya!"
- "Almula sen kalk oradan! (Amfiden iki kişi kopar.) Noldu yine mi yanlış söyledim?

Derslerden MS401 - Production and Service Systems Operations:
- "Previously on Lost." (Hocamız son derste yaptıklarını tekrar etmeden önce)
- Hoca: What is the reason of doing this?
Kızın biri: Yannız Türkçe söliceaamm. Trendini daha efficient olarak forecast edebilmek için olabilir mi?

Ve biz:
> "Yok yok, bu Google'dakiler kesin bana yazıyor." - Nilay
> "Şahan Irmak" - Sezin
> "Liu Cong Meng bile CEO oluyo, biz olamıyoruz be Nilay." - EMR.
> "Ömer Seyferttin galaksileri" - Sina
> "Ama seks yani..!" - İsmini vermek istemeyen izleyici
> "Çizgili giymeye cesaretin var mı?" - Kerem & Almul
> "Olm aynı şey deil. Sen bir mühendis parçasısın. Bense tanrıyım." - Fikret'in ego patlaması
> EMR.: Haftaya haftasonu işin yoksa bi Brad Pitt falan yaparız. (Assassination of Jesse James'e gideriz anlamında)
Işıl: Ben de isterim, keşke Brad Pitt'i yapsak.
> (Fikret'e facebook rakı sofrasından acılı ezme yollamam üzerine)
Fikret: Ama ben acılı ezme sevmem ki.
EMR.: Aaa başka bir şey yollayalım hemen.
Fikret: Ama ben rakı da sevmem.
Fikret: Neden o sofrada olduğumu bile bilmiyorum.
> "Şu anda gelecek için plan yapamıyorum." - Nilay (evine koltuk getirecek mobilyacılara telefonda)
> "Giresuun, Öööö, Zonguldaaak, Giresuuun, Ay ay ay! Eee, Eee!, Giresuuun, İiii, Rizeee! - Nilay (soyadını kodluyor)

İyi tatiller herkese..

3 Haziran 2008

Yalnızlık üzerine...

"She never took the train alone / She hated being on her own"

Reamonn'ın 2006 sonbaharında hayatıma soktuğu şarkıda seslendiği kız ile aramda inanılmaz bir ruhsal benzerlik olduğunu düşünüyorum.

Yalnızlık, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ne kadar işe yarayan ve terapi etkisi gösteren bir kavramsa; geriye kalan zamanlarda da o kadar çekilmez bir şeydir. Ve bu geriye kalan zamanlarda yalnız başına kalmaktan ölesiye korkan insanlar, en güzel anlarını ve en kötü anlarını yalnız yaşamaya mahkum olurlar genelde.

Son 4 yılda, o yılın en çok beğendiğim filmlerinin 4ünü de (2004 - Les Choristes, 2005 - Crash, 2006 - Children of Men, 2007 - There Will Be Blood) tek başıma seyretmiş olduğumu görüyorum şimdi geriye baktığımda mesela. Hepsini hangi tarihte, hangi sinemada, hangi koltukta ve kimler tarafından reddedilmiş olarak seyrettiğimi hatırlıyorum.

Ben zayıf bir insanım. Yanımda biri olmadan yemek yemek, film seyretmek, konser dinlemek, alışveriş yapmak, tatil yapmak, yolculuğa çıkmak işkence gibi gelir bana. Çünkü yalnızlığı sevmiyorum. "I never take the train alone / I hate being on my own".