28 Haziran 2010

Efes Pilsen One Love Festival 9'un Ardından...

Bu yıl 9. kez düzenlenen ve 19-20 Haziran'da (birkaç ay içinde okulum demeye başlayacağım) Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsünü bir karnaval alanına çeviren Efes Pilsen One Love Festival'a bu yıl ilk kez, o da limitli bir şekilde, katılma fırsatı buldum. Hayati Krizi ile başlayan, yağmur krizi ile devam eden ve muhteşem birer Sophie Ellis Bextor ve The Ting Tings performansı ile sonlanan festivalin havasını soluduğum 4-5 saat boyunca benim de hem yüzümü güldüren, hem de canımı sıkan yönleri oldu. Buyrun, izlenimlerim:
Festivalden yaklaşık bir hafta önce, Efes Pilsen One Love Festival 9'un basın bülteni, sosyal medya başta olmak üzere gündeme bomba gibi düştü: Hayati'ler adı verilen görevli gençlerimiz, katılımcıların yarışmada kazandığı birer servis olarak hizmet verecek, şanslı izleyiciler sahneyi görebilsin diye onları omuzlarında taşıyacak, tuvalet ve yiyecek/içecek sıralarında onlar yerine bekleyeceklerdi. Üstelik bu durum festivalin en büyük hizmeti olarak lanse edilmekte, Hayatiler üzerinden festival pazarlanmaktaydı. Bülteni okuyan her bilinçli insanın "modern çağda kölelik" temalı yorumlar yapmasına neden olacak kadar yanlış bir uygulama, ya da yanlış bir kendini ifade ediş biçimi vardı ortada. Efes Pilsen One Love Festival sayfası, @EfesPilsen ve @efesonelove durumun sosyal medya dışında fazla büyümesine fırsat vermeden geri adım attı. Ya da daha doğru bir tabir ile "Çevir kazı yanmasın." metoduna başvurdu. Reklamın iyisi kötüsü olmazdı aslında, bu kölelik yakıştırması bir hafta içinde unutuldu, yerini alan şeyse festival coşkusu oldu.

Festivalin ilk gününe; bir Chopin resitalini yeni tanışacağım ve hakkında hiçbir fikrim olmayan gruplara tercih ettiğim için katılmadım. Bu ilk günün kaçırdığım önemli grupları arasında; müzik zevkine çok güvendiğim hunterofphoenix tarafından çok beğenilen The Whitest Boy Alive; ve gördüğüm/duyduğum kadarıyla görsel bir şölen vadeden, ama genelde müzikal yetenekleri bu renk ve ışığın arka planında kalan Fischerspooner ve birçokları tarafından heyecanla beklenmiş olan Groove Armada bulunuyordu. The Whitest Boy Alive'ın fotoğraflarına (yukarıda) bakıyorum da şimdi (albümlerini de en kısa zamanda dinlemeyi görev edindim kendime), giyim tarzlarından bile anlıyorum tam benlik bir grup olduklarını.


İkinci gün ise Babalar Günü ve sonrasında yağmurdan tırsmam sebebiyetiyle evden geç çıkmam nedeniyle anca saat 6 gibi festival alanına ulaşabildim. Şöyle ki, enim evden çıkamama engel olan yağmur festival alanında İlhan Erşahin sırasında etkisini göstermiş ve Hayatiler yağmurluklarla (ücretli mi değil mi emin değilim, ama ücretlidir herhalde) insanların imdadına yetişmiş. Bu noktada beni "Yağmur burada da başladı. Ama çok güzel. Don't be a pussy." mesajı ile gaza getiren hunterofphoenix'e tekrar teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü kendisi olmasaydı One Love millisi olmamış olabilirdim henüz.


One Love, daha servislerine bindiğim anda kalbimi fethetmişti, çünkü servisler ücretsizdi. Girişe geldiğimde ise, bu kez giriş düzenine hayran kaldım. Benim davetiyem var, benim iki günlük biletim var, benim biletim var ama evde, ben içerden çıkmıştım yeniden giriyorum şeklindeki farklı kombinasyonlarla çeşit sayısı iki basamaklı sayılara ulaşabilecek insan gruplarını kategorize ederek giriş sağlayan güzel bir düzende çıkabilecek sorun sayısı minimize edilmeye çalışılmıştı. Organizasyon ile ilgili söylenebilecek tek olumsuz şey sanırım bira fiyatları ile ilgiliydi. Sevgili Efes Pilsen, bir Türk markası olarak, Türk gençlerine Türkiye'deki bir festivalde -ki uçuk bilet fiyatları ödeyerek ayağına gelmiş insanlar olurlar- 40'lık birayı neden 6 TL'ye satarsın? Hem de bu insanlar birkaç hafta önce Freshtival'de 50lik Miller'ı 5 TL'ye içmişken ve herhangi bir gece dışarı çıkması halinde 70'lik birayı 6 TL'ye içebiliyorken...

Diğer yandan festivalin ortamına ise diyecek söz bulamıyorum. Hayatımda gördüğüm en renkli, en pozitif, en güzel, en eğlenceli insanlar biraradaydı. Festival dışındaki hayatta nerede bu insanlar dedirtti etrafımda gördüklerim. Elimde rengarenk fırıldağım, festivalin adına layık bir şekilde fazlasıyla aşık olası gelmiş bir modda dolaştım sahneye odaklanmam gerekene dek. (Ki Sophie Ellis Bextor sahnedeyken bir ara tuvalete bir gezi düzenlemem gerekti, o sırada da bazı SEB şarkılarını etrafımdaki güzel insanlara hayran hayran bakarak arkadaşlarımdan uzaklarda söyledim.) Festival alanı bedavacılar için de tam bir cennetti: USB bileklikler, parmaklıklı gözlükler, boyna asmalık ve çakma bagetlerle vurulması halinde vuvuzeladan daha sinir bozucu bir ses çıkaran çakma davullar, Mariachi Dark ikramları ve bilimum sponsorun promosyon ve etkinlikleri iki gününü Santral'de geçiren insanları baya bir oyalamış olsa gerek.


Derken lise yıllarımın popçu ve rockçı arasında gidip gelen bünyesini dans hitleri ile daha da kavram karmaşasına çeviren, dilimden düşmeyen şarkıları ve bacakları ile bir zamanlar çok sevdiğim, şimdiyse dünya ahiret bacım olan Sophie Ellis Bextor sahneye çıktı. Kendisi hakkında kötü bir şey yazmamam konusunda tehditler aldım, ama zaten kötü ne yazabilirim ki... Gerek ultra mini eteği, İngiliz beyazı teni ve upuzun bacakları ile fiziksel anlamda; gerekse yeni albümünden şarkı söylemek için izin istemesi, "you've been such a great date, hope you will ask me out again" gibi laflarıyla duygusal anlamda fethetti seyircisini. "Murder on the Dancefloor", "Get Over You" ve "Groovejet" gibi olmazsa olmaz hitleriyle coşturdu. Yine de "I Can't Change You" gibi çok şirin ve sevdiğim bir şarkısını söylemedi (ya da ben o sırada işiyordum) ve kırdı beni.

Ardından festivalin son bombası The Ting Tings aldı sahnedeki yerini. Hatta pat diye bitiverdiler sahnede. İkilinin performansını bir endüstri mühendisi olarak "multi-tasking"in dalağını yarmış ve sahne optimizasyonunun kralını gerçekleştirmiş olarak tanımlayabilirim. Katie White ablamız elinde gitarı oradan oraya hoplayıp zıplarken, eğlenceli şarkıları ardı ardına sıralarken, arada gümbür gümbür davulunu çalarken ve Mika kadar olmasa da şirin bir Türkçe ile "Türkçem bok gibi. O yüzden susucam ve sizi dans ettiricem." gibi cümleler kurarken; Jule de Martino abimiz hem vokallerde sesini duyurup hem de davulun başında boyunda gitarı asılıyken oturmayı başarıyordu. Tam festival ruhuna uygun, eğlenceli bir seçimdi ana grup olarak The Ting Tings. "Shut Up and Let Me Go" ve "That's Not My Name" ile seyircinin çığlıkları da tavan yaptıktan sonra ise bir hüzün çöktü Santral'e. Birkaç parti vardı ufukta, ama insanlar yorgun ya da kalmaya hevesli olmalarına rağmen erken uyanmak zorundaydı Pazartesi sabahına.

Efes Pilsen One Love Festival, çok eğlenceliydi. 10.sunda da Efes adını kullanabilmesini diliyorum. Bir festival daha böylece bitmiş oldu. Sırada birçok etkinlik var ama benim için sırada ne var, zaman gösterecek.

Fotoğraflar için yıldızlaşma yolunda emin adımlarla ilerleyen fotoğrafçı Emircan Soksan'a teşekkürler!

20 Haziran 2010

Biraz da Tiyatro: Dušan Kovačević

1948 doğumlu ünlü bir Sırp oyun yazarı, tiyatro yönetmeni, senarist ve sinema yönetmeni Dušan Kovačević'in büyük bir tesadüf eseri iki ay içinde iki oyununu izleme fırsatı buldum: Nisan'da İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan "Profesyonel", Mayıs'ta ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'ndan "İntiharın Genel Provası" adlı oyunları izledikten sonra anlatımına hayran kaldığım bir insan oldu Kovačević.

İlk oyunu "III. Radovan"ı 1973 yılında yazan Kovačević, hepsi daha sonra filmlere uyarlanan ve kendisini Balkanlar'ın ünlü oyun yazarlarından ve yönetmenlerinden biri haline getiren "Maraton Ailesi" (1973), "Buluşma Noktası" (1982), "Balkan Ajanı" (1982) ve "Profesyonel" (1990) gibi oyunlarını yazdı. 1995 yılında Emir Kusturica'nın yönettiği Altın Palmiyeli "Underground"un senaryosunu eski bir oyundan uyarladı. Yazarın son oyunu ise "İntiharın Genel Provası" (2008).

"Profesyonel" (Yazan: Dušan Kovačević, Yön: Işıl Kasapoğlu, İstanbul Devlet Tiyatrosu, 09/10)
Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler'in oynadığı ve upuzun bir diyalog üzerine kurulan oyun, yazıldığı 1990'dan beri ikinci kez sahnelendi bu sezon İstanbul'da. Oyunun 2004 tarihli, Dušan Kovačević tarafından yönetilmiş film verisyonu da İstanbul Film Festivali'nde ülkemizde gösterilmişti. Oyun, parantez içlerinde yaşananlar üzerine demek oldukça yerinde olur. Biri sistemin değiştirmeye çalıştığı, belki de değiştirdiği bir aydın, diğeri ise sistemin bir parçasıyken o aydın tarafından değişmiş bir polisin farkında olmadan birbirlerini ne denli etkilemiş olduklarını anlatan bir oyundu "Profesyonel". Oyun boyunca hiç kaybolmayan akıcılık ve heyecan, sürpriz bir sonla zirveye çıkıyor. Bülent Emin Yarar'ın ustaca oynadığı polis karakteri ile geçtiğimiz aylarda Afife Ödülleri'nde En Başarılı Erkek Oyuncu ödülünü kazandığını da belirteyim.
"İntiharın Genel Provası" (Yazan: Dušan Kovačević, Yön: M. Nurullah Tuncer, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 09/10) İntihar etmeye çalışan bir adam ve ona engel olmaya çalışan insanlar ve ona engel olmaya çalışan hayat. Sevgilisi, bir balıkçı ve her biri birbirinden uç noktalarda dolaşan 4 gizemli kardeş. Serhat Mustafa Kılıç'ın karakterden karaktere bürünerek büyülediği, sahne tasarımcısı ve yönetmen Nurullah Tuncer'in her iki görevinin de fazlasıyla hakkını verdiği 85 dakikalık bir oyun. Serhat Mustafa Kılıç'a, İbrahim Can, Bennu Yıldırımlar ve Bora Seçkin eşlik ediyor. "Kurt neden ot yemez?" diye sormuş bu kez Dušan Kovačević. Oyunun her türlü 21. yüzyıl sahne teknolojisini kullanmış olması ve özellikle sahne tasarımı ile ışık konusunda ön plana çıkması oyuncuların, yazar ve yönetmenin başarısını gölgelememiş. "İntiharın Genel Provası", geçtiğimiz sezonun Afife Ödülleri'ne en çok aday olan oyunlarından biri olsa da 6 daldaki ödüllerin hiçbirini kazanamadı: Yılın En Başarılı Prodüksiyonu, Yılın En Başarılı Yönetmeni (M.Nurullah Tuncer), Yılın En Başarılı Müzikal/Komedi Erkek Oyuncusu (Serhat Mustafa Kılıç), Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal/Komedi Erkek Oyuncusu (İbrahim Can), Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı (M. Nurullah Tuncer), Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı (Fatih M. Haroğlu).
Dušan Kovačević'in bir sonraki oyununu ve İstanbul'daki sahnelenişini heyecanla bekliyorum şahsen.

18 Haziran 2010

"Masumiyetin Ziyan Olmaz"

Türkiye’de alternatif rock denilince akla gelen ilk isim ve bana göre ülkenin en iyi müzik grubu olan Mor ve Ötesi geçtiğimiz ay “Masumiyetin Ziyan Olmaz” adlı albümleri ile yine mtlu etti sevenlerini. Grubun 7. albümü (2008 tarihli, içinde eski şarkıların konser kayıtları ve grubun Eurovision için bestelediği 3 şarkı bulunan “Başıbozuk” sayılırsa 8.) de, son birkaç albümlerinin olduğu gibi kendi müzik şirketleri Rakun Müzik etiketi ile çıktı ve halen çok satanlar listesinde bulunuyor.

Harun Tekin, Burak Güven, Kerem Özyeğen ve Kerem Kabadayı’dan oluşan Mor ve Ötesi, yılın ilk yarısının en iyi albümlerinden birine, belki de en iyisine imza atmış son yıllarda hep olduğu gibi sürekli yükselen kaliteleri ile. Albüm adını “2012” adlı sondan bir önceki şarkısında geçen ve sürekli tekrar edilen bir cümleden alıyor ve 11 şarkının hepsi sembolik, toplumsal ve politik anlamlar içeriyor hemen hemen. “Masumiyetin Ziyan Olmaz”, popüler müziğe yakınmış gibi gözüken, bu müziğin dinleyicisini kolaylıkla kendine çekebilen ama aslında çok daha derin dertleri olan, bir şeyler anlatmaya çalışan ve bunu kaliteli bir müziğin eşliğinde yapan bir albüm.

Albümde dördüncü sırada yer alan çıkış şarkısı “Yorma Kendini”, tam da yukarıda bahsettiğim gibi bir şarkı. Geçtiğimiz yıllarda grup elemanları arasında da popülerlik ve alternatiflik arasındaki seçimden kaynaklanan anlaşmazlıklar olduğu söyleniyordu ve Eurovision zamanı bu söylentiler tavan yapmıştı. Her iki tarafı da çok iyi temsil eden bir albümün, iyi seçilmiş çıkış şarkısı “Yorma Kendini” de. Çünkü sözlerine bakacak olursanız, “Aşkım, bebeğim, yorma kendini. Ben seni unuttum, Bebek’te başkasının kucağında geziyorum. Ayrıca Allah belanı versin!” tarzı bir “Yorma Kendini” söylemi söz konusu değil. “Yorma kendini / Yorma aynı yanlışlarla / Her şey geçer / Altı üstü bir eğlence” deyip toplumsal bir eleştiriye yönelmeyi seçiyor Mor ve Ötesi. Diğer yandan eklemek gerekir ki, şarkının Murat Onbul yönetimindeki videosu pek olumlu tepkiler almadı.

“Masumiyetin Ziyan Olmaz”, “Korkma” diyerek başlıyor. Az sözlü, ama özlü bir şarkı “Korkma”. Yine de ben olsam albümün açılış şarkısı olarak tercih etmezdim. Ardından gelen “Meksika”, albümün içinde yer alan birçok şarkı gibi çağrışımsal bir ada sahip ve bir açılış şarkısı olarak çok daha iyi olurmuş bence. Şarkıda Meksika’nın M’si bile geçmiyorken buram buram Meksika kokuyor “Meksika”. Aynı durum “Festus”, “Nakba” ve “2012”de de görülüyor ve Mor ve Ötesi’nin sadece bir müzik grubu olarak değil, bir edebiyatçı, bir düşünür olarak da sözlere ve diğer detaylara ne kadar önem verdiğini gösteriyor.

Farklı olanlarla ilgili ve farklı olanların yanında bir albüm “Masumiyetin Ziyan Olmaz”. “Meksika”da “Aynı sınıftan olsak ya” diyerek başlıyor bu durum. İstanbul polisinin elinden sağ kurtulamayan Nijeryalı Festus Okey’i anıyoruz “Festus” ile: “Beyoğlu artık güvenli / Lacivert ordu beni de yendi / Sordum onları ne gerdi / Farklı olanlar onların derdi”. “Nakba” ise İsrail’de bayram, Filistin’de ise felaket günü olarak anılan günün adını taşıyor ve şöyle diyor: “Kutlayanım var, ağlayanım da / Bak sana bayram, bana bomba / Kutlayamazsan ağla yanımda / Ruhumu al da yüzleş aklınla”. “Araf”ta arada kalmış ruhların piskolojisine, “Kara Kutu”da ise kendini bir kazadan kurtarılmayı beklermiş gibi hissedenlerin dertlerine yoğunlaşmış sözler.

Albümde dikkat çeken bir başka durum, grubun gaza getirici vokallere fazlaca yer vermiş olması. Kolpa’nın gerek kendi şarkılarında, gerekse coverlarında çok kullandığı ve seyirciyi en çok eğlendiren gruplardan biri olmalarını sağlayan ögenin ta kendisi yani. (İşte tam da bu noktada Mor ve Ötesi’nin popüler müziğe yaklaştığı konusu tekrar akıllara geliyor.) “Korkma”, “Yorma Kendini” ve “Kara Kutu”da karşımıza çıkan o-oooo-ooo ve na-naa-na şeklindeki vokallerin şarkılara ve albüme kattıkları olumlu yönde bana kalırsa. Diğer yandan bunun tam tersi bir deneyselliklteki “Masumiyetinziyanolmasumiyetinziyanolmasumiyetinziyanolmaz” zincirlemesinin ve genel olarak az sözlü, görece yavaş bir şarkı olan “2012”nin de popülerden uzak Mor ve Ötesi’ne yakışan bir güzellik olduğu muhakkak.

Kişisel favorilerim olarak “Araf”, “Kara Kutu”, “Yorma Kendini” ve “Camgezer”i gösterebilirim. Bir yanda “Kalbin işine bak, yüzüne bakamaz / Ağlar durur sen uyurken” diye başlayan “Araf”, bir yanda cam kadar kırılgan kalpleri anlatan “Camgezer”, bir yanda “Kurtar beni” diye yalvaran “Kara Kutu”… Albümün son şarkısı “Bisiklet”e ise hayran olduğumu söyleyemesem de çok tatlı bir şarkı olduğunu; genelde albümün son şarkısı olan ve Burak Güven’in sesinden duymaya alışkın olduğumuz tarzda dinlendirici bir Mor ve Ötesi şarkısı olduğunu düşünüyorum. Tıpkı “Balıklar”, “İyi”, “Sonu Belli” (albümün son şarkısı olmasa da) gibi…

Albümün müzikal anlamdaki detaylarına fazla girmek ve haddimi aşarak konuşmak istemiyorum her zaman olduğu gibi. (Yine de çok görkemli sololara denk gelmediğimi, ama hoş intro ve riffler duyduğumu söyleyebilirim.) Fakat hem şarkı sözlerindeki derinlik anlamında hem de bir dinleyici olarak bana ulaşan sonuç anlamında “Dünya Yalan Söylüyor” seviyesinde ve kalitesinde bir albüme imza atmış grup. Kişiliklerinden bir şey kaybetmeden popülerliğe oynamış, popülerliğe kendi kişiliklerinden bir şeyler katmışlar hatta.


"Kaza raporu okur gibiyim
Kendime bakarken
Kanatlarım donmuş
Yüzüm düşmüş yerlere"

15 Haziran 2010

İKSV'ye Açık Mektup

Hayatımı değiştiren, kültür seviyemi tavan yaptıran, dünyanın kültür/sanat dünyasını ayağıma getiren, her zaman beni memnun eden, pek çok sevdiğim, sevgili İKSV;


Bu kez sana laflar hazırladım.


38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali de, yıllardır katıldığım İKSV imzalı her festival gibi, henüz programı çıkar çıkmaz heyecanlandırmayı başardı beni. Lang Lang, Arvo Pärt, Ricardo Muti, Viyana Filarmoni, BİFO, Academy of Ancient Music... Daha neler neler. Hele ki "Dört Mevsim ve Ötesi" konserini, mekanını ve programını gördüğümde; şu hayatta klasik müziğe dair en büyük dileklerimden birinin gerçekleşeceğini anladım. Bunu fırsat bilerek başta Sayın Yeşim Gürer Oymak olmak üzere, (bazı Fazılsay eksiklikler dışında) yıllardır kalitesinden ve başarısından ödün vermeden çalışan tüm festival ekibine bir kez daha teşekkür ederim. Aşağıda yazacaklarım bunca yıldır aynı tutarlılık ve kaliteden ödün vermezlik ile devam eden bir festival organizasyonunda eleştirilecek çok küçük detaylar olabilir, farkındayım. Ama küçücük bir hata görüp, tüm organizasyonu yerden yere vurmak yerine önce gerekli uyarıları yapan, ilgili insanlara ulaşmaya çalışan, elimden geldiğince yıkıcı değil yapıcı eleştiriler yapmaya çalışan bir insan olduğumdan ve her zaman haddimi bildiğimden; bu detaylar konusundaki eksiklikler sürdüğü için yazıyorum bunları.


Bu yıl Müzik Festivali ile sorunlarım, henüz önsatıştan bilet alma sürecinde başladı. Bendeniz, Lale Kart üyelerine tanınan en güzel ayrıcalık olan önsatıştan bilet alma, biletleri anında tükenen etkinliklere yer bulabilme şansı ve bu şansın öğrencilere de tanınması nedeniyle 4 yıldır Sarı Lale üyesiyim. Geçtiğimiz 3 yıl da, sorunsuz bir şekilde, önsatış başlar başlamaz telefona hücum etmem sayesinde yaklaşık 20-30 adet bulunan öğrenci biletlerine sahip olabildim. Bu yıl ise şöyle bir sorunla karşılaştım: (Saatler yaklaşık olarak verilmiştir.) 10.00'da satışa açılan biletler için saat 10.03'te arayıp, İKSD üyelerine özel hatta yaklaşık 15 dakika bekledikten sonra (normaldir, önsatıştır, heyecanlı insanlar vardır, saldırıp kitlerler, sorun etmiyorum. hem hatta beklerken klasik müzik dinletiyorlar.) görüştüğüm Biletix görevlisi, seçtiğim 5 konserden Süreyya'da olanlar dışında hiçbirine (Dört Mevsim ve Ötesi, Lang Lang, Viyana Filarmoni) öğrenci bileti kalmadığını söyledi. Bu yüzden, ekonomik sebeplerle, içim kan ağlayarak, yalnızca Süreyya'daki iki konsere bilet alabileceğime karar verdim. İnanamamıştım, sordum: "25 dakika oldu, nasıl tükenir hemen?" sorusuna aldığım cevap, "Bu yıl yalnızca 10 öğrenci bileti ayrılmış." oldu. Süreyya'daki konserler içinse geçtiğimiz yıllarda yaşadığım sorunları yaşamamak adına şu soruyu yönelttim: "Öğrenci biletleri nereden, 2. kat localardan mı? Eğer öyleyse başka kategoriden bilet alayım." Cevap: "1. kat balkondan ayrılmış öğrenci biletleri. Kaç tane istiyorsunuz?" Sonuç: Süreyya biletlerim 2. kattaki localardandı ve aşağıda okuyacağınız üzere, aynı sorunları yaşamaya devam ettim.
Çok istediğim konserlere gidemeyecek olmanın verdiği hayalkırıklığı ile telefona sarıldım. İKSV'den 3 kişiyle görüştüm, hiçbiri bilgisi/konusu olmadığını söyledi ve beni başka yerlere yönlendirdi. Öğrenci biletleri ve en ucuz kategori biletleri arasında 70 lira fark varken, neden sadece 10 öğrenci bileti olduğunu öğrenmek istiyordum. Kimseden cevap alamayınca cevap almama ihtimal bile vermeyerek Yeşim Hanım'a bir e-posta yazdım. Koskoca festival direktörü, festival telaşı içinde 4 saatten kısa bir sürede cevap verip şaşırttı beni. Sorunun Biletix'ten kaynaklandığını, istediğim 3 konser için de halen 5-30 arası sayılarda öğrenci bileti olduğunu bildirdi bana. (Film Festivali zamanıydı, evden çıkmıştım, cevabı çok geç gördüm ve o biletleri kaçırdım. Ama evde olsaydım, çok çok minnettar olacağım bir hareketti. Çok teşekkür ediyorum kendisine.) Diğer yandan aldığım cevabın "Merhaba Emine Hanım," şeklinde başlıyor olmasını yine gereksiz bir ayrıntı olarak görüp kimseye söz etmedim. Hala da aldığım cevabın ismimin ve cinsiyetimin algılanamamış olmasından çok daha önemli ve değerli olduğunu düşünüyorum.





Asıl önemli sorun ise dün geceki "Chopin Romantizmi: Baladlar ve Noktürnler" konserinde olanlar... Dün gece (14 Haziran 2010), saat 20.00'de Süreyya Operası'ndaki konserde, yine yukarıda bahsettiğim süperzeka Biletix görevlisi ya da süper işleyen Biletix sistemi sayesinde son 2 yıldır olduğu gibi sahnenin zor gözüktüğü ve mutlaka ya yerleşimde ya da program tedarikinde sorun yaşanan 2. kat localardaki yerimi aldım.

Bundan önceki 2 Müzik Festivali'nde Süreyya'nın öğrencilere ayrılmış 2. kat locaları ile ilgili yaşadığım sorun(lar) şöyleydi: 1) Koltuklar localara öyle bir yerleştirilmişti ki, en az 2 kişi hiçbir şey göremiyordu. 2) Koltuklarda numara yoktu. Fakat 4 koltuk bulunan ve sadece 2 tanesi sahneyi görebilen bu yerlerden kimin iyi olanlara oturacağına karar vermek için katta hiçbir görevli de bulunmuyordu. 3) Katıldığım ve bahsedilen yerde oturduğum hiçbir konserde (2 sene önce fuayede dağıtılan bir konser hariç) yukarıdan görüldüğü üzere 1. balkon ve salondaki tüm koltuklarda program olmasına rağmen, koltuklarımızda program bulunmuyordu. 4) Durumu fark edip fellik fellik program arama çalışmaları (katta da görevli olmadığı için aşağı katlardaki görevlilerden gelen) "Programlar koltukların üzerinde.", "Tüm programlar salondaki koltuklara dağıtıldı, elimizde kalmadı.", "Fazla programımız yok." cevapları nedeniyle başarısız olmuştu ve konser arasında ya da çıkışında salonda oturanlardan, fazla program dilenmiştim. Bu sorunların hepsini 2 yıl boyunca 5 konserden 2'sinde konser çıkışı görevlilere bildirdim.

Bu yıl, dünkü konserde ise durum şuydu: 1) Eleştiriler dikkate alınmış, koltuklar, birer adedi devre dışı bırakılmak fedakarlığını göstererek, 3 kişinin de aynı açı ve kolaylıkla sahneyi görebilmesini sağlayacak şekilde yerleştirilmişti. Görüdüğümde çok sevindim. Centilmenlik yapıp, kötü yere oturup konserden hiçbir şey anlamama durumu elenmişti. Güzeldi. 2) Koltuklarda yine numara yoktu, ama 1. maddeden dolayı önemi de yoktu zaten. 3) Yukarıdan görüldüğü üzere 1. kat balkon ve salondaki tüm koltuklarda program bulunmasına rağmen, 2. kat localarda yine program yoktu. Ve ben bu durumu, fuayede İKSV'nin her yıl, her festivallerinde büyük bir sabır ve yardımseverlikle doldurduğum anketlerini doldurmakta olduğumdan yerimize konsere 5 dakika kala gittiğimiz için geç fark ettim. 4) Durumu fark ettiğimde, katta yine hiçbir görevli yoktu. 1. kata indim, orada da yoktu. Giriş katında, bir arada bulunan 5 görevliye "2. kat localarda program yok" şikayetinde bulundum. Her yıl olduğu gibi "Programlar koltukların üzerinde.", "Tüm programlar salondaki koltuklara dağıtıldı, elimizde kalmadı.", "Fazla programımız yok."cevaplarını aldım. Ve ne yazık ki 5) Gelelim asıl meseleye. Bu noktada karşınızda halen ısrarla program isteyen biri varsa sizden "Şu an konser başlamak üzere, arada fazla programımız varsa size ulaştırabiliriz, lütfen yerinize geçin." ya da ne bileyim "Konser başlıyor, siz geç kalmayın, ben ilgilenip sizi bilgilendiririm." gibi yapmacık bir cevap bekliyor insan en azından. Aldığım cevabın beni Emine Hanım sanılmaktan çok daha üzdüğünü belirtmeme gerek yok: "Hadi, konser başlıyor. Kapıyoruz kapıları, girin artık içeri."

Sevgili İKSV, eğer bu yazdıklarımı okuduysan, sosyal medyayı biraz olsun ciddiye alıyorsan, senden tek bir isteğim var. Hayır, hayır.. Özür bile değil istediğim. Organizasyon psikolojisi ile insanların gergin olabildiklerini biliyorum. Küçük detaylara takmış, 25 yaşından küçük, parasız, 2. kat locada oturmaya mahkum, ezik öğrencilerin size para kazandırmadığını, sponsorlarınızın en ön sıralardan dağıttıkları bedava biletlerle gelen misafirlerinizin çok daha önemli olduğunu, bu nedenle ikinci sınıf seyirci muamelesi görmek zorunda olduğumu da kabul edebilirim. Ama artık e-posta'mı ister *.pdf formatında mı yollarsınız, adresimi ister eve mi yollarsınız, (ki ikisini de istemenize gerek yok, çünkü 4 yıldır her türlü kaydınızda varım) ben o programı istiyorum. Çünkü her festival sonrası olduğu gibi, izlediğim konserlerden övgüyle bahsetmek için o programda yazanlara ihtiyacım var. Tabii Cumartesi tekrar aynı yerde izleyeceğim konserde artık koltuğumda bir program bulabileceğimi düşünerek söylüyorum bunları.

Saygılarımla,

Emre Eminoğlu
Edit: 19 Haziran Cumartesi günü, Süreyya Operası'nın 2. kat localarında her koltuğun üzerinde program, katta ise bir görevli vardı. Diğer yandan benim halen bir konser programım olmayışı, bu olumlu gelişmede bu yazının pek etkisi olmadığını gösteriyor. Yine de, gözlemlediğim kadarıyla Caz Festivali'nin twitter ve facebook gibi mecraları oldukça verimli bir şekilde kullanıyor oluşu İKSV'nin sosyal medya konusuna önem vermeye başladığını gösteren sevindirici bir gelişme.

11 Haziran 2010

SİYAD'ın Seçtikleri Beyoğlu Sineması'nda

SİYAD, her yıl olduğu gibi bu yıl da Haziran ayını, bir önceki yılın en iyilerinden seçtiği 10 filmle Beyoğlu Sineması'nı yaşatmaya ayırıyor. Beyoğlu'nun sinemasız kalma yolunda üzücü bir şekilde hızla ilerlediği şu günlerde daha da değer kazanıyor derneğin bu etkinliği. "SİYAD'ın Seçtikleri 2010", geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz yönetmen Zeki Ökten anısına düzenleniyor.

Ülkemizde 2009 yılında vizyona girmiş filmler arasından dernek üyelerin seçtiği 2008 ve 2009 yapımı 10 'En İyi' film şöyle sıralanıyor: "Hunger" (2008 - İrlanda - Yön: Steve McQueen), "District 9" (2009 - ABD - Yön: Neill Blomkamp), "Avatar" (2009 - ABD - Yön: James Cameron), "Wrestler" (2008 - ABD - Yön: Darren Aronofsky), "Milk" (2008 - ABD - Yön: Gus van Sant), "Reader" (2008 - ABD - Stephen Daldry), "Okuribito" (2008 - Japonya - Yön: Yôjirô Takita), "Slumdog Millionaire" (2008 - İngiltere - Yön: Danny Boyle), "Capitalism: A Love Story" (2009 - ABD - Yön: Michael Moore), "Gake no ue no Ponyo" (2008 - Japonya - Yön: Hayao Miyazaki).

SİYAD'ın yılın en iyisi seçtiği "Hunger", fazla bunaltıcı bir atmosfere sahipmiş gibi gözükse de merak uyandıran bir film. Yönetmeni Steve McQueen'in ilk filmi, kendisine Cannes'da bir Altın Kamera, İngiltere'de ise bir BAFTA kazandırmış; başrol oyuncusu Michael Fassbender'in performansı da takdir toplamıştı. Diğer yandan Akademi tarafından 2008'in En İyi Film adayları arasında yer alan 3 film de bulunuyor seçkide: En İyi Film dahil 8 dalda ödülü kazanan pek sevimli pek Hintli film "Slumdog Millionaire"; eşcinsel aktivist Harvey Milk'in hayatını anlatan ve Sean Penn'e ikinci kez En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'nı, Dustin Lance Black'e ise En İyi Orijinal Senaryo Oscarı'nı kazandıran "Milk" ve Kate Winslet'e gecikmiş Oscar'ını (kanımca yanlış film ile) kazandıran "Reader"...

Benimse bu filmler içerisinde özellikle tavsiye ettiğim, Neill Blomkamp'in bir ilk film olduğuna inanılmayacak derecede iyi iş çıkardığı ve En İyi Film dahil 4 Oscar adayı olan bilimkurgu filmi "District 9". Johannesburg üzerine 'park eden' bir uzay gemisinden dünyaya 'mülteci' olarak inen uzaylıların ötekileştirilmesini konu alan ve fazlasıyla sembolik toplumsal mesaj içeren bu film; reklam kampanyası ve yapımcısı Peter Jackson'ın adıyla da bolca anılmış ve büyük takdir toplamıştı.

Seçkide dikkat çeken başka bir nokta ise Amerikan filmlerinin hakimiyetindeki listede 2 de Japon yapımı filmin bulunması. 2008'in En İyi Yabancı Film Oscarı sahibi "Okuribito" ve Miyazaki'nin son animasyonu "Ponyo"... Vizyonda ya da festivallerde 8'ini izleme şansı bulduğum bu filmlerden eksiklerimi tamamlamak için kaçırılmayacak bir fırsat sunup; vizyon açısından kısır geçen yaz aylarını renklendiriyor bir kez daha SİYAD. Tüm sinemaseverlere de Beyoğlu Sineması'nı yaşatmak için bir bahane bulmuşken kullanmak kalıyor.

7 Haziran 2010

MTV Movie Awards 2010

Popüler kültürün en önemli sinema ödülü, kuşkusuz dünyanın dört bir yanındaki gençlerin vazgeçilmez müzik kanalı olan MTV'nin ödülleridir. Her yıl, ergen kızların hayran olduğu starlar ve starletler başta olmak üzere; gişe filmlerinin yıldızları boy gösterir kanalda. Aptalca hareketler yapmak, sahnede kıçını açmak ya da bir hemcinsini öpmek gibi hareketlerse alışıldık olmaya başlamıştır artık söz konusu törende.

6 Haziran 2010 gecesi, MTV Movie Awards 19. kez sahiplerini buldu. Gecenin en çok konuşulan anı "Generation Award"ın sahibi olan Sandra Bullock'un ödülü takdim eden Scarlett Johansson ile öpüşmesiydi. (Sandra Bullock aylar önce En İyi Kadın oyuncu ödülünü Meryl Streep il paylaştığı bir törende de ünlü aktris ile öpüşmüştü.) Bunun dışında Tom Cruise'un "Tropic Thunder" filminde canlandırdığı menajer karakterine bürünüp Jennifer Lopez ile dansetmesi de bir başka ilginçlik olarak ödül töreni ile ilgili okuduklarıma damgasını vurmuş durumda.

Tahmin edileceği üzere, "Twilight Saga: New Moon" filmi ve yıldızları Robert Pattinson ile Kristen Stewart gecede dağıtılan en önemli ödüllerin sahibi oldu. Film "En İyi Film" ödülüne layık görülürken, En İyi Erkek Oyuncu Performansı ve En İyi Kadın Oyuncu Performansı ödüllerine filmin başrol oyuncuları sahip oldu. İkili "En İyi Öpüşme Sahnesi" ödülünü de öpüşerek kabul etti. "Twilight Saga: New Moon"u 2 ödülle "Hangover" takip etti.

Gecede dağıtılan tüm ödüller şöyle:

Best Movie: Twilight Saga: New Moom
Best Global Superstar: Robert Pattinson
Generation Award: Sandra Bullock
Best Comedic Performance: Zach Galfianakis (Hangover)
Best Male Performance: Robert Pattinson (Twilight Saga: New Moon)
Best Female Performance: Kristen Stewart (Twilight Saga: New Moon)
Best Breakout Performance: Anna Kendrick (Up in the Air)
Best Scared-as-S**t Performance: Amanda Seyfierd (Jennifer's Body)
Best Badass Star: Rain (Ninja Assassin)
Best WTF Moment: Peek-a-BOOty! Ken Jeong pops out of a trunk naked right into Bradley Cooper's face. (Hangover)
Best Villain: Tom Felton (Harry Potter and the Half-Blood Prince)
Best Fight: Beyoncé Knowles & Ali Larter (Obsessed)
Best Kiss: Robert Pattinson & Kristen Stewart (Twilight Saga: New Moon)

4 Haziran 2010

Miller Freshtival'in Ardından...

Birkaç ay önce "Mika Türkiye'ye geliyormuş" haberini duymamla beraber bir anda benim için bu yılın en önemli organizasyonu durumuna gelmiş olan "Miller Freshtival"in ikincisi, 29 Mayıs'ta (geçtiğimiz Cumartesi) Maçka Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşti. 14:00'te kapılarını açan ve Sakin, The Phenomenal Handclap Band, Prins Thomas, The Raveonettes ve Mika'nın sahne aldığı Freshtival, yazın ilk önemli festivali olarak oldukça eğlenceli ve capcanlı bir gün geçirmemizi sağladı.

Frestival alanı ve ortamı; yerlere serilmiş olan yapay çimenleri, şirin mi şirin sapsarı dev papatyaları (eğer o şeyler papatya değilse çok özür diliyorum, doğayla aram kültür/sanat ile olduğu kadar iyi değil), rengarenk giyinmiş trendy insanları, bardak bardak Miller biraları ve enerjik kalabalığıyla kusursuzdu. Mika hayranı 18 yaş altı (sayısı azımsanamayacak olan) kitlenin, anne-babası eşliğinde alanda bulunması ise yaş ortalamasını hesaplanamaz hale getirmekteydi. Yine de, en azından kendi yaşıtlarıma (±3yaş) bakıldığında, neredeyse herkesin fiziksel olarak hoş/güzel/taş, tarz olarak ise takdir ettiğim/kıskandığım/özendiğim şekilde giyinmiş olduğunu söyleyebilirim.

Cumartesileri de çalışan bir insan olarak ne Sakin'i dinleyebildim, ne de dönmedolaptan ve güneşten faydalanabildim. Fakat okuduğum ve festival alanına erkenden giden arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla gündüz de capcanlı bir Freshtival söz konusuymuş. Sakin'i dinleyememiş olsam da, kendilerini defalarca dinlemiş bir insan olarak çok iyi olduklarını tahmin edebiliyor ve meraklısını geçtiğimiz Aralık'ta Sakin ile yaptığım röportaja yönlendiriyorum. Diğer yandan duyduğum hepsi de olumlu yorumlar nedeniyle The Phenomenal Handclap Band'i fazlasıyla merak etmiş bulunuyorum. Yazıda eksik kalan bu kısımlar için buraya, göz atabilirsiniz.

Freshtival'in Mika öncesi kısmında yalnızca The Raveonettes'i dinleme fırsatı bulabildim. Festival izleyicisinin genelinin aksine "The OC" ya da "Gossip Girl"ün soundtrack'inde şarkıları yer aldığı için değil; yalnızca Danimarkalı oldukları için merak ettiğim bir gruptu The Raveonettes. Ve yine izleyici genelinin aksine; The Ravenoettes'in beklenilenden sert oluşu da, indie'den öte rock oluşu da hoşuma gitti. Özellikle "Last Dance", grubun takip ettiğim gruplar arasına girmesi için yeterli bir sebep oldu. Birkaç yıl önce SUŞenlik'te izlediğim Estonyalı Brainstorm'u saymazsak da ilk Nordic rock grubunu İstanbul'da dinlemiş olmaktan da bir hayli mutluydum. İkilinin 'hatun' kişisi Sharin Foo ise hem değişik ve rock'a yakışan sesi, hem de davula geçtiğindeki şaşırtıcı performansıyla ayrıca dikkatimi çekti.


Derken beklenen an geldi ve The Raveonettes sahneden indi. Yaklaşık 40 dakikada fazlasıyla dolu/renkli/göz dolduran bir sahneyi hazırlamayı başaran ekip kitleyi sıksa da, zoru başardı bence. Ayrıca sahnenin yanındaki ekranlarda Mika ruhuna yakışan rengarenk çizgileriyle canlı yayında çizim yapan arkadaşa da çokça güldüm. Diğer yandan sahneye getirilen piyanonun dizaynı beni benden aldı. (Piyanonun arkası çatlamış bir cam/ayna görüntüsündeydi.) Çığlıklar doruk noktaya ulaştığında, "Mika! Mika! Mika!" sesleri yükselmeye başladığında duyurulduğu gibi 22:50 olmasa da 22:52'yi falan göstermekteydi saatler. (ki bu da yine organizasyonun bir başarısı ya da Mika ekibinin profesyonelliğinin bir göstergesi, ya da her ikisi birden) Merakla beklenen renk seçimi konusunda oldukça şaşırtan bir Mika çıktı sahneye: Beyaz bir pantolon, kırmızı çizgili bir tshirt ve gri bir ceket giymişti. İlk şarkı ise "Relax, Take It Easy" oldu.

1.5 saatten az süren konseri boyunca, kendisinden beklendiği gibi, rengarenk, eğlenceli, dinamik ve sürprizlerle dolu dakikalar yaşattı Mika. Gerek sahnenin kullanımı, gerek hareketleri, gerek bir parça ekleyip çıkararak hemen hemen her şarkıda değiştiriverdiği tarzı, gerek grubu ve seyircisi ile iletişimi ile sahneye de kalplere de sığmadı bence. "Big Girl You're Beautiful"da şişme bir dev topuklu ayakkabı giymiş şişman kadın bacağının seyircinin üzerine doğru şişmesinde olduğu gibi, sahne o kadar seyirciye doğru taşıyordu ki; "Rain" sırasında yağmur (ya da belki bira) yağacak diye korkmadım değil.

Seyircisi üzerine papatyalar attıkça (bkz. onların papatya olduğunu düşünmekte direnen Emre) onları eline alıp şovunun bir parçası yapan, yeri geldiğinde piyano çalıp şarkı söyleyen, yeri geldiğinde ise piyanosunun üzerine mikrofon ayağı ile çıkarak orada tepinen bir Mika vardı sahnede. Ve en bombası, seyircisi ile Türkçe konuşan bir Mika! Hem de "Şimdi size bir arkadaşımın hikayesini anlatıcam!" ya da "Ve ben ölüyorum! Üçe kadar saydığımda herkesin zıplamasını istiyorum!" diyebilen bir Mika! (Bu cümlelerin Mika tarafından öğrenilmesinin arkasındaki isim ise, 2 gün boyunca Mika'nın rehberliğini yapmış olduğu için ölümüne kıskandığım sevgili saraysoytarısı)

Mika, konserinin sonuna geldiğini belli etmeye başladığında ne "We Are Golden", ne "Grace Kelly" ne de "Lollipop" vardı ortada. "Grace Kelly"nin son şarkı olacağını bazı Milanolu arkadaşlarım sayesinde öğrenmiş olduğumdan, büyük panik yaşamama neden oldu bu durum. Fakat sırasıyla bu 3 şarkıyı da söyleyerek ayrıldı Mika sahneden. Hem de karnaval gibi bir finalle. Kendine yakışan ve hayranlarının hak ettiği şekilde.

Mika'nın sahneden inmesi, benim için gecenin en önemli kısmına sıra geldiği anlamına gelmekteydi. Miller'ın Freshtival öncesi sosyal medyadaki varlığını gayet başarılı bir şekilde kullandığını kanıtladığı, twitter ve facebook üzerinden düzenlediği yarışmada kazanan 6 kişiden biri olmam sonucunda yüzüme festivalden önceki üç gün boyunca aptal bir gülümseme yerleştiren bir ödül kazanmış oldum. Mika ile tanışmak! Kulise giriş yapana dek bilmesek de, bu "tanışma" yaklaşık 15 saniyeden ibaret olsa da, kendisine "hey!" demek, elini sıkmak, bir grup fotoğrafı ile sınırlı olsa da fotoğraf çektirmek, albüm imzalatmak gerçekten heyecan verici ve inanılmazdı. Gözlerinin rengi çok güzelmiş bu arada belirtmek isterim.

Konserden Mika fotoğrafları için, seyircinin arasında bulunan onlarca yabancıdan biri olan Fransız Bénédicte Maurice'e çok teşekkür ediyorum. (Diğer fotoğraflar ise kendim, arkadaş grubum ve Millercılara ait.) Sırada 19-20 Haziran'da Santral'deki Efes Pilsen One Love Festival var! Heyecanla bekliyoruz!

Son olarak toplumsal bir konuya değinmek gerekiyor Freshtival ile ilgili. Aynı gün, Küçükçiftlik Park'ın hemen yanıbaşındaki İnönü Stadı'nda İstanbul'un Fethi Kutlamaları (ya da Fetih Şenlikleri) organizasyonu (!) vardı. Kabataş'ta metrodan inip Maçka'ya yürürken stadın etrafında toplanmış takkeli, cüppeli ve sakallı vatandaşlarımızca giyimim nedeniyle yediğim laflar, maruz kaldığım bakışlar ve "Cehenneme gideceksin!" (evet aynen bunları söyledi oturduğu duvarın üzerinden) gibi yorumlar bu ülkenin bir gerçeğini bir kez daha tiksindirici bir şekilde anlamamı sağladı. Birkaç kişinin daha Frehstival vs. FetihKutlaması katılımcıları arasındaki nefret dolu bakışlar konusunda konuşmasından anlayabileceğimiz üzere, toplumun birbirine tahammül edemeyen iki kesime ayrılmış olması gerçekten can sıkıcı.

"The Cove"

Geçtiğimiz yıl dağıtılan tüm belgesel ödüllerini silip süpüren (birkaçını ise en büyük rakibi "Food, Inc."e bırakan) "The Cove"; Mart ayında son ve en büyük ödülü olan Oscar'a da sahip olarak büyük bir başarıya imza attı ve "Yılın En İyi Belgeseli" ünvanını sonuna dek hakettiğini kanıtladı. Yönetmen Louie Psihoyos, başta aktivist ve eski yunus eğitmeni Ric O'Barry olmak üzere; aktivist, dalgıç, belgesel yapımcısı ve sinemacılardan oluşan cesur ve becerikli bir ekiple çalışmış.

Belgesel, Japonya'nın Taiji köyündeki gelenekselleşmiş bir katliamı konu alıyor. Yunuslarla özdeşleşmiş bir köy olan Taiji'de bulunan yunus gösteri merkezlerine ve yunusların sempatik bir simge olarak kullanılmasına rağmen köyün yasaklı bölgesinde her yıl yapılan ve 'koy'u adeta kırmızıya boyayan bir katliamı kaçak bir şekilde görüntüleyip dünyaya duyuran bir ekip var karşımızda. Ekibin her şekilde engellenmeye çalışılması, tüm bunlara rağmen hem cesaretlerini hem de teknolojinin nimetlerini kullanarak başarıya ulaşması da takdire layık bir yan hikaye olarak belgesele bir macera filmi havası katıyor.


60'lı yıllarda "Flipper" dizisinin yunuslarının eğitmenliğini yapan Ric O'Barry; yıllarını bu hayvanlara adadıktan sonra onları daha iyi tanımış ve bilinçli, akıllı hayvanlar olduklarını, esir tutulmamaları gerektiğini savunan bir aktiviste dönüşmüş. Bu radikal değişim, ne yazık ki dizinin kitlelere sevdirdiği yunusların eğlence parklarına, "dolphinarium"lara hapsedilmelerine ve bu amaçla yakalanmalarına engel olamamış. Japonya'da olanlarsa sadece bununla kalmıyor, eğitmenler tarafından seçilmeyen avlanmış yunusların Taiji'de denizin ortasında katledilip etlerinin balina eti olduğu söylenerek satılmasına kadar varıyor.

29. İstanbul Film Festivali programında da yer alan "The Cove", 4 Haziran'da vizyonda. Ayrıca bu Cumartesi, 5 Haziran Dünya Çevre Günü'nde, NTV Yeşil Ekran'ın katkılarıyla, filmi Cinebonus Kanyon sinemalarında öğrenciler ücretsiz, öğrenci olmayanlar ise yarı-fiyatına izleyebilecek. Doğaya ve hayvanlara karşı yapılan bu katliamı etkileyici bir şekilde anlatan belgeseli kaçırmayın.

Ayrıca filmi izledikten sonra, siz de bu katliama karşı daha da bilgilenmek, hatta sesinizi duyurabilmek için ekibin hazırladığı websitesini ziyaret edebilirsiniz.

2 Haziran 2010

ESC 2010'un Ardından, Bölüm II

Konuk Yazar: Burak Hazine

Her yarıfinalin ardından yapılan kuralarla belirlenen final sıralaması sonucu Azerbaycan finalde ilk sırada, Danimarka ise son sırada yarışacak şekilde 25 ülkenin tamamı 29 Mayıs gecesi Telenor Arena’da performanslarını sergiledi.

  • İspanya’nın performansı sırasında sahneye atlayan ve dansçıların arasına karışan bir hayran, İspanyol delegasyon üyeleri ve sanatçısı tarafından yapılan şikâyet sonucu İspanya’nın 26. sırada tekrar performans sergilemesine sebep oldu. Bu olay, Eurovision tarihinde bir ilke imza atarak tarihe geçti.
  • Çoğu senelerde olduğu gibi bu sene de oylama konusunda bir ilk yaşandı ve izleyicilere yarışma başından itibaren oy kullanabilme hakkı tanındı. Bu hak kimilerine göre iyi, kimilerine göre kötü, kimilerine göre ise etkisiz bir sistem olarak görüldü.
  • Ünlü Norveçli grup MADCON’ın Glow isimli parçası ile yapılan Eurovision tarihinin en büyük flashmob’u sıfatına sahip koreografi, Telenor Arena başta olmak üzere Avrupa’nın birçok şehrinden binlerce Eurovision hayranı tarafınca gerçekleştirildi. Fakat ne yazık ki TRT bu flashmob’u yayınlamak yerine reklam vermeyi tercih etti.
  • Eurovision Şarkı Yarışması, tarihinde ilk kez 3 boyutlu olarak yayınlandı. Hepimizin bildiği 3 boyutlu görsellere özgü gözlüklerle izlenebilen yayını sadece Norveç ulusal kanalı NRK ve Eurovision resmi web sitesi bu formatta yayınladı.

25 ülkenin sergilediği 26 performans sonrasında Eurovision izleyip izlemeyen, seven sevmeyen herkesin heyecanla beklediği oylama kısmına geçildi. Romanya ile başlayıp Ermenistan ile sonlanacak oy verme işleminde Avrupa genelinden 39 ülkeden %50 halk oylaması, %50 jüri oylaması olmak üzere oylar tek tek açıklandı. Oyların açıklanma işleminin ortalarına doğru Almanya zaferini ilan ederken ikincilik, üçüncülük ve dördüncülük yarışı tüm oylama boyunca kıyasıya devam etti. Son olarak Ermenistan’ın oylarını açıklamasıyla 25 ülkenin Eurovision 2010 dereceleri belli oldu. İşte dereceye giren ülkeler:

1.Almanya: Tarihinde sadece bir kez zafere ulaşmış Almanlar, Eurovision 2010’da on yıllardır süren bir tabuyu yıkarak ikinci kez zafere ulaştılar. 12 tam puan aldığı 9 ülkeden 6’sının Baltık ülkeleri olması ise Eurovision’daki siyasi oylamalar devrinin artık kapanmaya başladığının göstergesi oldu. Lena’nın şarkısı, Youtube’un Eurovision sayfasında 5 milyondan fazla kez izlenerek en yakın rakibine 10 kata yakın fark atmıştı.

2.Türkiye: Almanya gibi katıldığı seneden beri sadece bir kez birinci olma başarısına ulaşan Türkiye, Eurovision tarihindeki en büyük ikinci başarısına ulaştı. Katıldığı seneden beri Türkiye’ye oy vermeyen bir takım ülkeler bu sene eli açık davranırken, neredeyse her sene oy aldığımız bazı ülkeler ise bu sene Türkiye’ye hiç oy vermedi.

3.Romanya: 1994’ten bu yana 11 defa yarışmada yer alan Romanya, 2005 yılında elde ettiği ve tarihindeki en iyi başarı olan üçüncülüğü egale ederek 162 puanla yarışmayı tamamladı. Romanya tarihinde en çok oy verdiği ülkeler sıralamasında toplamda 59 puanla Türkiye, ikinci sırada yer almakta.

4.Danimarka: 1957 yılından beri yarışmaya katılan Danimarka, tarihinde 2 kez birincilik elde etmiş ülkelerden. Şu ana kadar Eurovision’da yarışan 51 ülke arasında ise başarı sıralamasında 18. sırada yer alıyor. Bu sene favorilerden gösterilen Danimarka’yı Chanée & N'evergreen ikilisi temsil etti ve finalde 149 puan toplayarak dördüncü oldular.

5.Azerbaycan: 3 yıldır Eurovision’da yarışan Azerbaycan sırasıyla yedinci, üçüncü ve beşinci olarak Eurovision tarihinin en başarılı ülkesi sıfatına kavuştu. Bu üç yılın üçünde de finallerde 12 tam puanı Türkiye’ye, 10 puanı ise Ukrayna’ya vererek istikrarlarını sürdürdüler. Bu sene yarışmaya çok önem verip, oldukça iddialı ve bahislerde ilk sırada olmalarına rağmen finalde 145 puan toplayarak beşinci sırada yer aldılar.

6.Belçika: Tarihinde sadece 1986 yılında birinci olabilen Belçika, bu sene sahneye “kendisi ve gitarı” ile çıkan Tom Dice’ı Eurovision’a layık gördü. Belçika, birinci yarıfinalden ilk sırada çıkarken finalde 143 puan toplayarak altıncı sırada yer aldı. İlginçtir ki Oslo’ya, Belçika adına, sadece Tom Dice ve delegasyon başkanı gitmiş; devlet televizyonunu temsilen yayın yapacak olan spiker Oslo’dan değil Belçika’dan yayın yapmıştır.

7.Ermenistan: Eurovision tarihinin en başarılı 3. ülkesi sıfatına sahip Ermenistan, favorilerden gösterilmesi ve bahis sitelerinde ilk 3 sırada yer almasına rağmen yarışmayı 141 puanla yedinci sırada tamamladı. Bu seneki ulusal finalinde yarışan Sonya’nın “Never” şarkısının Hadise’nin “Evlenmeliyiz” bestesinin birebir aynısı olması dikkat çekti, sonrasında Sonya’nın sağlık problemleri sebebiyle ulusal finalden çekildiği haberi çıkarıldı. Ermeni temsilcisi Eva Rivas, Eurovision finalinden önce, siyasi şarkıların yasak olduğunu bile bile, şarkısının bir 'soykırım' şarkısı olduğunu dile getirdi fakat EBU, Ermenistan’ı diskalifiye etme kararı almadı.

8.Yunanistan: 1974 yılından beri 6 yıl dışında her sene yarışmaya katılan Yunanistan, tek birinciliğini 2005 yılında Elena Paparizou’nun “‘My Number One” adlı şarkısı ile elde etti hepimizin bildiği üzere. Bunun dışında iki üçüncülüğü olan Yunanistan, bu seneki Eurovision’da toplamda 140 puanla sekizinci sırayı aldı. Yunanistan’ın en çok puan aldığı ve en çok puan verdiği iki ülke sırasıyla Kıbrıs Rum Kesimi ve İspanya imiş.

9.Gürcistan: Eurovision tarihinde 3. kez yarışan Gürcistan’a en iyi derecesini bu yıl yarışan Sofia Nizharadze 136 puan alıp finalde dokuzuncu olarak getirdi. Geçtiğimiz sene Rusya başbakanı Vladimir Putin’e hakaret içeren sözlere sahip şarkısı “We Don’t Wanna Put In”, Avrupa Yayın Birliği’nce diskalifiye edilmişti.

10.Ukrayna: Bir birinciliği ve üst üste iki ikinciliği bulunan Ukrayna’yı bu sene yarışmanın en güçlü sesine sahip olan Alyosha, Sweet People isimli şarkısı ile temsil edip 108 puan topladı ve finali onuncu sırada tamamladı. Ukrayna ulusal finali bu sene bir ilki yaşadı ve ülkenin yarışmaya katılmaya başladığı 2003 senesinden beri ilk defa halk, kendi seçtikleri temsilciden vazgeçerek ulusal finalin tekrarlanmasını istedi. Bunun sonucunda Vasyl Lazarovich yerine Alyosha, Ukrayna’yı 55. Eurovision Şarkı Yarışması’nda temsil etmeye hak kazandı.

Bunların dışında göze çarpan ve hayal kırıklığı yaratan ülkelerden bazıları ise şöyle:

  • İsrail: Şu ana kadar 3 kez birinci olmuş ve bu birinciliklerinden ikisini ardı ardına elde ederek Eurovision tarihine geçmiş İsrail bu senenin en büyük favorilerinden gösterilmekle kalmayıp, ülkenin ilk 5’te yer alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Senenin en güçlü balladlarından birini gönderen İsrail, yarıfinali sekizinci, finali ise on dördüncü sırada tamamlayabildi.
  • Norveç: Yine en büyük favorilerden gösterilen ev sahibi Norveç, toplamda 35 puan alarak yarışmayı 20. sırada tamamlayabildi.
  • İrlanda: Eurovision tarihi boyunca 7 kez birinci olmuş ve bu birinciliklerden üçünü ardı ardına elde ederek kırılması zor rekorlara imza atan İrlanda, 1993 senesinde ülkesine yedi birinciliğinden birini getiren Niamh Kavanagh ile şansını tekrar denedi fakat ilk 10’da yer alacağına kesin gözüyle bakılmasına rağmen toplamda 25 puan alarak yarışmayı sondan üçüncü sırada bitirdi.
  • Birleşik Krallık: 5 birincilik ve 15 ikincilik ile Eurovision tarihinin en başarılı 4. ülkesi olan Birleşik Krallık, geçen seneki beşinciliğinin ardından bu sene Josh Dubovie ile şansını denedi fakat tarihinde üçüncü kez yarışmayı son sırada tamamladı. Televoting sistemine geçildiğinden beri ülkenin son sıralarda yer alması ise gözden kaçmıyor. Antrparantez olarak belirtmek isterim ki, her sene Malta’dan aldığı puanlar ile kendini avutan Birleşik Krallık’a bu sene Malta’dan puan çıkmadı.

Gelelim Türkiye değerlendirmemize… Eurovision tarihindeki en büyük ikinci başarımıza imza atan maNga, Oslo’ya gerçekten iddialı gitmişti. MTV Avrupa ödülünün kendilerine kazandırdığı Avrupalı hayran kitlesi, yaptıkları şarkının müzikalitesi, promo turları, sahne şovları ve kendilerine güvenleri ile derece almayı kesinleştirmişti maNga. Bahislerde önceleri ilk 10’a giremeyen Türkiye, maNga’nın ikinci yarıfinal performansı sonrası 4. sıraya yükseldi; büyük final öncesi ise kısa bir süreliğine 2. sırayı gördü. Finaldeki tek rock grubu olmaları ile ilginç koreografileri ve sahne ışıklandırmaları ile Azerbaycan, Fransa ve sürpriz bir şekilde Hırvatistan’dan 12 tam puanı kapan maNga, beklentilerimin üstünde yarışmayı 2. sırada bitirdi. Sahnedeki altıncı kişinin kim olacağı konusundaki meraklar ilk provada sona erdi ve bu altıncı “power ranger” bazı kesimlerce olumlu, bazılarınca ise olumsuz karşılandı. Yarıfinalde kaskını düşürmesi ve izleyen herkeste “Acaba şu soyunma işlemini zamanında bitirebilecek mi?!” telaşı yaratan kızımız, finalde gayet kendinden emin olması ve her şeyi saniyesi saniyesine yapmasıyla göz kamaştırdı. Çoğu zaman puan alamadığımız ülkelerden puan aldık, çoğu zaman puan aldığımız Malta’dan ise puan alamadık. 39 ülkenin 26’sından aldığımız toplam 170 puan ile Türkiye olarak yarışmayı ikinci sırada bitirdik sonuç olarak.


Şahsi yorumlarıma gelince… Yarışmadan tam iki ay önce, 28 Mart’ta, Eurovision 2010’da yarışacak tüm şarkıları indirmiş ve iPod’uma atıp her gün dinlemiş biri olarak favorim en başından beri Almanya oldu –öyle ki iTunes Play Count sıralamasında Satellite 5. sıraya yükseldi. Fakat korkum Almanya’nın referans üyesi olmasından ötürü puan kaybına uğrayacağıydı. Bu durumda Azerbaycan’ın birinci olmasını bekliyordum; çünkü hem çok çalışmışlardı, hem de gerçekten başarılı bir şarkı, ses ve klipe sahiplerdi. Bir yandan da seneye Eurovision’ı, bizzat yapılacağı arenada izlemek istiyordum; bundan ötürü Azerbaycan kazanmalıydı yani eheh. Ama puanlar açıklanırken yerimde duramadım çünkü Almanya açık ara farkla birinciliğe gidiyordu! Türkiye’den Almanya’ya 10 puan gideceğini biliyordum, zaten kendilerine tarafımca 7 oy atıldı. [Sadece bundan ötürü bile 10 puan almış olabilirler, evet, Almanya’yı ben birinci yaptım!]

Yarıfinalde elenen ülkeler de işin içine katılırsa şahsi favorilerim şu şekilde efendim:

  1. Almanya: Nedenini daha fazla açıklamama gerek yok kanımca. Ama bunca yıllık ESC hayranıyım, hiçbir ülkenin kazanmasını bu kadar istemiş değilim –Türkiye dâhil.
  2. Azerbaycan: Çok güzel bir ritmi ve nakaratı var. Ama keşke Safura “How to stop…” kısmını telaffuz ederken “Harısta…” demese. Bu sene en çok dinlediğim ikinci ESC şarkısı.

  3. Hırvatistan: Fazla iyi bir şarkı ile katılan bu üç hanım kızımızın yarıfinalde elenme sebebi muhtemelen tüm Slav ve Balkan ülkelerinin ilk yarıfinalde yarışması ve kendilerinin ikinci yarıfinalde yalnız kalması. Çok üzüldüm elenmelerine, elenmemiş olsalardı finalde Slav ve Balkan oylarının tümü kendilerine gidecek ve belki de ilk 10’da yer alacaklardı. Hala severek dinliyorum Lako Je Sve’yi.
  4. İsviçre: Yarıfinaller dâhil tüm Eurovision 2010’un sonuncusu İsviçre’ye karşı ayrı bir sempatim vardı bu sene. Şarkıları “Il Pleut De L’Or”u fazla beğeniyorum nedense ve hala dinliyorum.
  5. Ermenistan: Taa Ermeni ulusal finalinde yarışacak adaylar duyurulduğunda Eva Rivas’ı ve şarkısını favorim ilan etmiştim. Seçileceği kesin bile değildi çünkü Ermeniler Emmy&Mihran’ı destekliyordu. [Mihran isimli abimiz Madonna ve Ricky Martin’in dansçılığını yapmış bir isim.] O zamanlar orada burada Emmy&Mihran destekçilerine “Eva Rivas size daha iyi bir derece getirir yahu!” diye çığırdığımda insanlar takmıyordu beni ama haklıydım; o ikili bu yarışmaya katılsaydı daha beter bir sonuç alacakları aşikârdı.
  6. İspanya: Büyüyünce benzemek istediğim Daniel Diges isimli beyefendi ve şarkısı, İspanya’nın yıllardır gönderdiği en güzel şarkıdır kanımca. Klipi ile gönlümüzde taht kuran şarkı Algo Pequeñito, “küçücük bir şey” demek.
  7. Gürcistan: Bu seneki yarışmanın en güzel kızı seçtiğim Sofia, mükemmel ve “detone yılı” olarak nitelendirdiğim 2010 senesinde hiç detone olmamış sesiyle söylediği “Shine” isimli şarkısı ile uzun zamandır beni benden alıyor. Sahnede ise ekibi ile resmen bir müzikal canlandırdı.
  8. İsrail: Sevdiğim bir ballad. Adam da hoş filan. Ağlatma potansiyeli olan bir şarkı, depresyona girdiğimi düşündüğümde açıyordum.
  9. İsveç: Bu sevimli kız ve güzel şarkısının finale çıkamamış olması benim için bu senenin en büyük şoklarından biridir. Her şeyi sonuna kadar hak ediyordu. Şarkısı ise dinleyeni başka dünyalara götüren bir cinsten.
  10. İrlanda: Niamh Abla’yı ve şarkısını çok sevdim, hep sevdim. Sözleri çok güzel, ses güzel, sahne duruşu güzel; daha ne olsun! Ama gel gör ki 23. sırada tamamladı finali.

Efendim bir yıllık bir maratonun sonucunda Eurovision’ın seneye Almanya’da düzenleneceği dışında pek de bir şey kazanmadım aslında 29 Mayıs günü, kazandığım şeyler o günden çok önce kendini göstermişti. MTV EMA’i harika bir şekilde halleden Almanların Eurovision konusunda da altta kalmayacaklarından eminim. Son olarak Emre’ye bu jestinden ötürü teşekkür ediyorum ve seneye Almanya’da görüşmek üzere diyorum.