29 Aralık 2008

Haftanın Şarkısı #5: "Santa Baby"

Bu haftanın şarkısı Ayla Dikmen'den bile öncesine götürecek hepimizi. Christmas ve Yılbaşı arasındaki şu dönemde, yeni yıl havasına uygun bir şarkı seçmek istedim ve en sevilen Chritmas şarkılarından biri olan "Santa Baby" ile karşınızdayım.

1953 yılında Joan Javitz ve Philip Springer tarafından yazılan "Santa Baby", aynı yıl ilk kez Eartha Kitt tarafından seslendirildi. Şarkı yıllar boyunca kendi döneminin süperstarları olan onlarca şarkıcı tarafından coverlandı ve yüzlerce Christmas albümünde yer aldı. Şarkıyı bugüne dek söylemiş olanlar arasında Marilyn Monroe, Madonna ve Kylie Minogue gibi isimler bulunuyor. "Ally McBeal" dizisinin 3. sezonunda Calista Flockhart, "Mona Lisa Smile" filminin soundtrack albümü içinse Macy Gray tarafından seslendirilmiş ayrıca.

Şarkının Noel Baba'ya yavşayan ve ondan pahalı hediyeler isteyen sözlerine uygun olarak, kim söylerse söylesin bunu seksi bir yorum katarak yaptığı aşikar. 1927 doğumlu Eartha Kitt ise bunu en iyi yapan ve ilk yapan isim. Şarkıcı, aktris ve kabare yıldızı olan Kitt, bir zamanlar Orson Welles tarafından "dünyanın en heyecan verici kadını" olarak tanımlanmış. Kendisinin geçtiğimiz 80 yıl içinde kazandığı onlarca Emmy ve Tony ödülü mevcut. Müzik dünyasında "Santa Baby" ile anılan yıldızın televizyon dünyasında çağrıştırdığı figür ise "Cat Woman". Kitt, 60lı yılların "Batman" dizisinde bir dönem bu karakteri canlandırmış.

"Santa Baby" ile özdeşleşen Eartha Kitt'in, ironik bir şekilde Christmas gününde (25 Aralık 2008) 81 yaşında hayata veda ettiğini öğrendiğimde bu yazıyı yazmaya çoktan başlamıştım. Hayatın espri anlayışı işte...

"Santa baby,
So hurry down the chimney tonight

Come and trim my christmas tree
With some decorations bought at Tiffany's
I really do believe in you
Let's see if you believe in me "

25 Aralık 2008

2008'de Hayatıma Giren 30 "Şey"

Koca bir seneyi daha geride bırakırken, bir geriye dönüp bakayım dedim; neler olmuş diye. Her yıl özenle listelediğim "Yeni Yıl Hedefleri"min 25'inden 10'unu gerçekleştirebilmişim mesela sadece. Ama gerçekleştiremediğim 15 şey bir yana; aşağıda listelediğim 30 "şey" 2008 yılı içinde hayatıma girerek, güzelleştirmiş beni.

30 Seconds to Mars: İlk kez MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nden sonra dinlediğim rock grubu.

Armani Code: Yakın çevremde kullananların sayısından dolayı aşina olduğum ve bayıldığım koku.

Ben & Jerry's: Dünyanın en güzel ve en pahalı dondurmalarından. "Cookie Dough" favorim.


Billy Elliot: "Ben niye dansedemiyorum!" dedirten, keyiflendiren ve ağlatan, 2000 yapımı film.

Chuck: Senaristler grevi sırasında hayatıma girmiş dizilerden ilki. 40 dakikalık teknoloji ve casus komedisi.

Danimarka: Eylül sonundaki bir haftalık gezim sonucu sanatını, sinemasını, kültürünü, insanını vebenzerini sevdiğim ülke.

Fall, The: Bir başyapıt denilebilecek Tarsem Singh filmi. 2008 yapımı masalımsı.

Greek: Ekim ayında Fatih sayesinde seyretmeye başladığım ve tiryakisi olduğum Amerikan gençlik dizisi.









H&M: Bugüne kadar çok duyduğum ama Aarhus'taki mağazasında Euro'larımı saçana kadar hiç alışveriş yapmamış olduğum ucuz ama tasarımdan anlayan İsveç hazır giyim zinciri.

High School Musical: İtiraf ediyorum. Seyrettim. Sevdim. Hem de hepsini.

How I Met Your Mother: Üçüncü sınıfın ilk döneminin final haftası öncesi izlemeye başladığım, finallere çalışmamama bahane olan ve hala severek izlediğim, etrafımdaki herkese de zorla izlettiğim, -en sevdiğim- dizi.

In Treatment: Gabriel Byrne'nın başroldeki psikolog olarak döktürdüğü, değişik bir sezon konsepti olan, psikolog seansları konseptli dizi. 25 dakikalık dram.

Juno: Artık hakkında susmam gerektiğini düşündüğüm, 2007'nin en iyi filmlerinden biri.

Katy Perry: Yazın "I Kissed a Girl" ve "Hot n Cold" ile müzik arşivime katılmış, MTV Avrupa Müzik Ödülleri sunuculuğundan sonra daha da beğenimi kazanmış Amerikalı şarkıcı.

K.E.N.S.A.: Kerem. Emre. Nilay. Seyran. Almula. Born Losers.


Küçük Beyoğlu: Zaten -özellikle festival zamanları- sıkça girmekte olduğum Emek Sineması'nın sokağına daha fazla uğramama neden olan süper mekanlar silsilesi. Ayrıca: Trinity.





Låt den rätte komma in (Let the Right One In): Belki de ben bu satırları yazarken ülkesi dışında bir ödül daha kazanmış olabilecek, vampir filmlerine bambaşka bir boyut kazandıran, saf aşkı çok güzel anlatan Tomas Alfredson'un yönettiği 2008 yapımı İsveç filmi.

Lise Harlev: Kopenhag'daki Ulusal Sanat Müzesi'nde işlerini gördükten sonra çalışmalarını çok beğendiğim, kelimeleri görsel bir sanata dönüştüren Danimarkalı sanatçı.

Ludo: "Love Me Dead" şarkıları ile müzik arşivime katılmış, sonrasında tarzlarını ve sözlerini çok sevdiğim birçok şarkılarını bulduğum Amerikalı rock grubu.

Mahşerin 5 Shotlısı: Kafepi'nin vazgeçilmezi. Tavsiye edilen içiş sırası: Ursus roter, fındıklı votka, Smirnoff North, tekila, Beyindeki Ur.

Onur Ünlü: Bu yıl izlediğim -ve başka da yok zaten- iki filmiyle ("Polis" ve "Güneşin Oğlu") stiline taptığım yeni nesil Türk yönetmen.

Palladium Alışveriş Merkezi: Alışveriş hayatımı kolaylaştıran, sineması en sanatsal filmi bile oynatan, markaları göz kamaştıran, haftasonu sığınağım haline gelen evimin dibindeki alışveriş merkezi.

Paul Thomas Anderson: Bu yıl sırasıyla "There Will Be Blood", "Magnolia", "Punch-Drunk Love" ve "Boogie Nights" filmlerini seyrederek tanıştığım, destansı filmler çeken yönetmen.

Pushing Daisies: Senaristler grevi sırasında hayatıma girmiş dizilerden ikincisi. 40 dakikalık şirinlik abidesi fantastik komedi.

Rafineri: Cihangir'de müdavimi olduğumuz mekan. "Nereye gitsek?" sorusunun kaçınılmaz cevabı.

Sabancı Üniversitesi Klasik Korosu: Okul hayatımdaki ikinci korom. Lacrymosa derim başka bir şey demem.

Sakin: Şubat ayında "Denek Hayatım" şarkılarını dinlediğim, Nisan'da albümlerini hatmettiğim yeni nesil Türkçe rock grubu.

Sangria: Caddebostan Barlar Sokağı'nda aynı adı taşıyan barda bu yıl çokça içtiğim, sonra gerçek bir İspanyol'un elinden bir kazan dolusunu gördüğüm/kazanın bir kısmını içtiğim efsanevi içki.







Unilever: 2.5 aylık stajımın güzel bir deneyim olmasını sağlayan şirket.



Yeşil Adidas Eşofman: Sokağa eşofmanla çıkmanın moda olmasına çok sevindiğim, üstüne her şeyi giyebildiğim; aynı anda hem güzel, hem rahat, hem cool, hem de trendy olabilen (şu anda da giydiğim) şey. Yeşilinin tonu da ayrı bir güzel.

23 Aralık 2008

Haftanın Şarkısı #4: "Everybody Knows You Cried Last Night"

İskoçyalı alternatif rock grubu (tarzları country-rock olarak da geçiyor, ama bu kadar sınıflandırmaya karşıyım) The Fratellis, 2005'te Glasgow'daki bir barda çalarak ün kazanmaya başlamış. Bu ünleri İskoçya'dan tüm Britanya'ya yayılmaya başladığında da ilk albümleri "Costello Music", 2006'nın Eylül ayında piyasaya sürülmüş. Grup isimlerini sırasıyla Jon Fratelli, Barry Fratelli ve Mince Fratelli olarak değiştiren; vokalist John Lawler, basçı Barry Wallace ve davulcu Gordon McRory'den oluşmakta.

Costello Music" albümünden çıkan "Henrietta", "Chelsea Dagger", "Whistle for the Choir", "Flathead", "Baby Fratelli" ve "Ole Black'n Blue Eyes" single'larından; Britanya dışında sesini duyurabilen tek şarkı "Chelsea Dagger" olmuş. Ve ülkelerinde 2007 BRIT Ödülleri'nde "Best British Breaktrough Act" ödülünü alsalar da uluslararası anlamda pek başarılı olamamışlar ne yazık ki. Grubun 2008 Haziran ayında çıkan ikinci albümü "Here We Stand"den ise, şu ana kadar "Mistress Mabel", "Lookout Sunshine" ve "A Heady Tale" single'ları çıkmış durumda. Umarım bu albümleri Avrupa ve Amerika'da yeterli ilgiyi görür de, grubun 'feel-good' havası ve 'eller-havaya-rock' konseptinden daha geniş kitleler faydalanır. İskoç aksanı da bonusu.

Grubun ilk kez duyduğum "Whistle for Choir" şarkılarına bir hayranlık beslesem (özellikle sözlerini o sırada başımdan geçmekte olan şeylerle çok güzel bağladığımdan dolayı) ve şu aralar ikinci albümlerini deşmekte olsam da; en sevdiğim şarkılarından biri olan "Everybody Knows You Cried Last Night"ı seçtim bu hafta. The Fratellis'in en sevdiğim yanı, yazdıkları şarkı sözlerinde biraz acı olsa da ara sıra; yine de hareketli, yine de neşeli, yine de canlı, yine de deli-dolu şarkılar söylemeleri. "Says her heart is black but her eyes are brown" da örneğin bu şarkıda geçen en damar satırlardan biri olsa da, o neşeli havasını ve hızını hiç kaybetmiyor şarkı burada da.

"Well, that's what you get
Oh don't get upset
Ridiculous you
Waiting in the queue oh whoopee doo
You could have been
The best that I've seen
Under the red light
Everybody knows you cried last night"

P.S: Birçok indie şarkıyı ve alternatif rock grubunu keşfetmeme yardımcı olduğu gibi, "Whistle for the Choir"ı bana yollayarak güzel bir şey yapmış olan Almul'a özel teşekkürler. :)

18 Aralık 2008

2008'de Ne Dinledim: Yılın En İyi Albümleri

Bir yılın daha sonuna gelirkene, bir kişisel ve subjektif ötesi listeyle daha karşınızdayım. 2008'de en çok dinlediğim ve en çok sevdiğim ve en çok beğendiğim ve en çok ezberlediğim 5 yerli ve 5 yabancı albüm karşınızda:

YABANCI LİSTE

1. Viva la Vida or Death and All His Friends - Coldplay
Favori Şarkılar: 42, Lost, Violet Hill, Viva la Vida

2. Pretty Odd - Panic at the Disco
Favori Şarkılar: Do You Know What I'm Seeing, Nine in the Afternoon, The Piano Knows Something That I Don't Know, She Had the World, That Green Gentlemen

3. Juno OST - Various
Favori Şarkılar: Anyone Else But You, Deerest, I'm Sticking with You, Tree Hugger

4. One of the Boys - Katy Perry
Favori Şarkılar: Fingerprints, Hot n Cold, One of the Boys, Ur So Gay, Waking up in Vegas

5. Once OST - Glen Hansard & Marketa Irglova
Favori Şarkılar: Broken Hearted Hoover Sucker Guy, Falling Slowly, If You Want Me, When Your Mind's Made Up




YERLİ LİSTE

1. Hayat - Sakin
Favori Şarkılar: Denek Hayatım, Edepsiz Komedya, İkarus Başarsa, Laleler Beyaz

2. Zaman Beklemez - Pinhani
Favori Şarkılar: Bir Anda, Ne Güzel Güldün, Sevmekten Usanmam, Zaman Beklemez

3. Düşünce - Özgür Çevik
Favori Şarkılar: Bir Daha Aşık Olamam, Düşüşüm, Farketmeden, Yalnızlık Korkusu

4. S'onsuz - Badem
Favori Şarkılar: Bir An İçin, Geceyedir Küsmelerim, Sensiz Kalacak Bu Şehir, Varsın Yoksun

5. Söz-Müzik Teoman - Çeşitli
Favori Şarkılar: Duş, İstasyon İnsanları, Kim, Senden Önce Senden Sonra, Sürpriz

15 Aralık 2008

Haftanın Şarkısı #3: "Do You Know What I'm Seeing?"

Çocukluk arkadaşı olan gitarist Ryan Ross ve davulcu Spencer Smith'in Blink-182 coverları çalmalarıyla temelleri atılan, sonradan (eski) basçıları Brent Wilson ve hiperaktif solistleri Brendon Urie'nin de aralarına katılmasıyla "Panic at the Disco!" adını alan grup, ilk albümleri "A Fewer You Can't Sweat Out"u 2005 yılında çıkardı. Sonradan Wilson'ın yerini yeni basçıları Jon Walker aldı. Grubun ismi, indie-rock grubu Name Taken'ın "Panic" adlı şarkısından geliyor ve geçtiğimiz yıl aldıkları bir kararla artık ünlem işareti içermiyor.


İlk albümleri "A Fewer You Can't Sweat Out" milyonlarca satan, "I Write Sins Not Tragedies" videoları ile 5 dalda aday oldukları MTV Video Müzik Ödülleri'nden "Yılın Videosu" (2006) ödülünü kazanan grup; ikinci albümleri "Pretty Odd"u bu yıl çıkardı. Albümün çıkış şarkısı "Nine in the Afternoon" oldu.


Alternatif rock, pop-rock, barok-rock gibi yakıştırmalardan en çok "emo" tarzı üzerlerine yapışan grubun tarzları hakkındaki görüşleri ise şöyleymiş: "Emo is bullshit. We want to be the new Radiohead."


Makyajları, şarkı sözleri, sahne performansları, upuzun şarkı isimleri (bkz. "There's a Good Reason Why These Tables Are Numbered Honey, You Just Haven't Thought of It Yet")videoları, gençlikleri ve haylazlıklarıyla; dinlediğim ilk günden itibaren (yaklaşık 1.5 sene önce) favori gruplarım arasındaki yerini alan Panic at the Disco'yu en iyi anlatan satırları ise yaklaşık 2 yıl öncenin Rolling Stone dergisinden alıntılıyorum: "Panic at the Disco!'nun kimliği, müzikal geçmişinden ziyade genel anlamda pop kültürün meyvelerini toplamaktan kaynaklanıyor. Şarkı sözlerinde Chuck Palahniuk'un romanlarından alıntı yapıyorlar; şarkılarının isimleri "Closer" filminden cümleler içeriyor, Queen'in "Killer Queen"i gibi canlı söyledikleri cover'lar, Guitar Hero oyunundan öğrenilmiş. Görünüşleri de, en çok sevdikleri ve tıpkı şarkıları gibi, lise yıllarında hayatlarından hiç de eksik olmayan kalp kırıklığı ve acıyla dolu filmlerin görselliğinden etkilenmiş - "Moulin Rouge", "Nightmare Before Christmas" ve "Edward Scissorhands"." (Jenny Eliscu - Şubat 2007, Rolling Stone Türkiye)


"Pretty Odd" albümünde en sevdiğim şarkı, "Do You Know What I'm Seeing?". Fakat tüm şarkılarını sevdiğim albümlerden bir favori seçmem gerektiğinde aklıma gelen ilk şarkıyı söylediğim anlardan biri gibi düşünülebilir bu seçimim.


I know it's sad that I never gave a damn about the weather,
And it never gave a damn about me.
I know it's sad that I never gave a damn about the weather,
And it never gave a damn about me.
No, it never gave a damn about me.

I know it's mad, but if I go to hell
Will you come with me or just leave?
I know it's mad, but if the world were ending
Would you kiss me or just leave me?
Just leave me?

14 Aralık 2008

Bir Sunucu Olarak Hugh Jackman

Akademi'nin (AMPAS) yaptığı açıklamaya göre, ortada dolaşan spekülasyonlardan sonra; 81. Akademi Ödülleri (Oscar) Töreni'ni Hugh Jackman'ın sunacağı resmileşmiş oldu.

2002 yılının filmlerinin ödüllendirildiği 2003 yılındaki 75. Akademi Ödülleri Töreni'ninden beri sabahın köründe uyanarak seyretmeye devam ettiğim bu önemli geceyi Steve Martin (2003), Billy Crystal (2004), Chris Rock (2005), Jon Stewart (2006, 2008) ve Ellen DeGeneres (2007) esprileriyle izleme fırsatı bulmuştum şimdiye kadar. Bu 5 komedyenden favorim Jon Stewart olmuş, Chris Rock ise en hazzetmediğim olarak beynimde yer etmişti.

Bu yıl Hugh Jackman ismini duyduğumda, kafamdaki Wolverine imajından mıdır, "Dünyanın En Seksi Erkeği" seçilmiş olmasından mıdır nedir; "Bu adam espri yapabilecek mi?" şeklinde şüpheler duymaya başladım. Fakat kısa süre sonra, hele ki izlediğim efsanevi videolardan sonra, Hugh Jackman'ın seyrettiğim en iyi Oscar Töreni'ne imza atabileceğini anladım.
Broadway tiyatro oyunları ve müzikallerinin ödüllendirildiği Tony Ödülleri törenlerini 2003, 2004 ve 2005'te (sırasıyla 57., 58. ve 59.) sunmuşluğu olan Hugh Jackman; özellikle En İyi Sunucu Emmy Ödülü'nü kazandığı 58. Tony Ödülleri Töreni'ndeki performansıyla dillere destan bir sunucu olabileceğini kanıtlıyor. Açılışında yılın tüm aday müzikal kadrolarıyla birarada, inanılmaz bir koreografi ile Dreamgirls'ten "One Night Only"i sahnelediği bu gösteri gerçekten görülmeye değermiş. Kariyeri boyunca "Oklahoma!", "Sunset Boulevard", "Beauty and the Beast" gibi müzikallerde oynamış olan Jackman; müzikal dünyasındaki en büyük çıkışını Broadway'e taşınan ilk Avustralya müzikali "The Boy from Oz"daki performansıyla yaparak aynı törende bir de "En İyi Erkek Oyuncu - Müzikal" Tony Ödülü'nün de sahibi olmuş. Yıldızımızın sunuculuğu sırasında bu müzikaldeki karakterini canlandırarak Sarah Jessica Parker'ın üzerine gittiği anlar ise gerçekten çok komik.

Kısacası, 22 Şubat 2009 geceyarısı uyandığımda; 81. Akademi Ödülleri Töreni'nden beklentilerim oldukça yüksek. Jackman'ın bu yılın Oscarlarına birçok teknik dalda aday olması muhtemel Baz Luhrmann filmi "Australia"da oynadığını da belirtmek lazım.

12 Aralık 2008

2007'nin En İyi 10 Kamera Arkası İnsanı


1. Julian Schnabel - Yönetmen (Le Scaphandre et le Papillon): Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby'nin geçirdiği kaza sonucu bir gözü dışında her yeri felçli olarak geçirdiği günlerinde kaleme (göze?) aldığı romanından uyarlanan bir filmdi söz konusu olan. "Before Night Falls"un yönetmeni Schnabel, görüntü yönetmeninin de katkısıyla usta işi bir filme dönüştürdü ülkemizde "Kelebek ve Dalgıç Giysisi" olarak gösterilen bu filmi. (Oscar, En İyi Yönetmen Adayı; Altın Küre, En İyi Yönetmen Ödülü)

2. Paul Thomas Anderson - Yönetmen (There Will Be Blood): P.T.Anderson; hırs, petrol, para ve kapitalizm üzerine olan son filminde; Daniel Day-Lewis'i yönetiyor olmanın da getirdiği kolaylıkla rahatsız edici güzellikteki filmlerine bir yenisini daha ekledi. (Oscar, En İyi Yönetmen Adayı)

3. David Cronenberg - Yönetmen (Eastern Promises): Şiddet içerikli filmlerin ustası Cronenberg, sinema tarihine hamamda geçen inanılmaz bir kavga sahnesi bahşettiği bu filmiyle yine karanlık ve yine şiddet dolu bir filme imza attı.

4. Diablo Cody - Yazar (Juno): Juno'yu seyrettiğimden beri o kadar bahsettim ki kendisinden, daha fazla övmek istemiyorum. (Oscar, En İyi Orijinal Senaryo Ödülü; Altın Küre, En İyi Senaryo Adayı)

5. Nancy Oliver - Yazar (Lars and the Real Girl): Şişme bir bebek ve masum ve yalnız bir adamın aşkını anlatan uçuk kaçık senaryosuyla; Diablo Cody'nin gölgesinde kalsa da yaratıcılığı ve akıcılığıyla dikkat çeken bir başka kadın... (Oscar, En İyi Orijinal Senaryo Adayı)

6. Dario Marianelli - Besteci (Atonement): Daktilo sesinden müzik yapmak ve bununla tüm dinleyenleri kendinden geçirmek... (Oscar, En İyi Orijinal Müzik Ödülü; Altın Küre, En İyi Orijinal Müzik Ödülü)

7. Janusz Kaminski - Görüntü Yönetmeni (Le Scaphandre et le Papillon): Tek bir gözle görmenin ne demek olduğunu ve Jean-Do'nun ruhsal değişimini kamerayla anlatmayı başarabilen Janusz Kaminski'nin izlerini 2007'de bir Steven Spielberg filmiyle değil, Julian Schnabel filminde görmüş olduk. (Oscar, En İyi Görüntü Yönetmeni Adayı)

8. Roger Deakins - Görüntü Yönetmeni (Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford): Hem bu filmiyle, hem de "No Country for Old Men" ile iki dalda Oscar adaylığı kazanan usta görüntü yönetmeni Deakins; karakter odaklı bir film olan Assassination of Jesse James'in sakin, durgun, yavaş ve uzuuuuun yaradılışına görüntüleriyle büyü kattı. Özellikle soygun sahnelerindeki ışık kullanımı görmeye değer. (Oscar, En İyi Görüntü Yönetmeni Adayı)

9. Jacqueline Durran - Kostüm Tasarımcısı (Atonement): Keira Knigtley'e giydirdiği dudak uçuklatan yeşil elbiseyle sinemasever bayan öğrencilere mezuniyet kıyafeti seçimlerinde yardımcı olan Durran; "Pride&Prejudice" sonrası ikinci kez bir Joe Wright filmini giydirdi. Tasarımcı, savaş öncesi ve sonrası İngilteresi ile asker kıyafetleri gibi oldukça geniş bir yelpazede çalıştı. (Oscar, En İyi Kostüm Tasarımı Adayı)

10. Francesca Lo Schiavo & Dante Ferretti - Sanat Yönetmeni (Sweeney Todd): Scorsese'nin ayrılmaz ikilisi, bu kez bir Tim Burton filminin karanlık, gotik ve tüyler ürpertici setlerine ve atmosferine imzalarını attı. (Oscar, En İyi Sanat Yönetmenliği Ödülü)

10 Aralık 2008

"The Fall" üzerine...

Seyretmemin üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen hâlâ etkisinden çıkamadığım bir film "The Fall". 27.İstanbul Film Festivali'nde gözümden kaçmış olmasının büyük üzüntüsü içindeyim gerçekten. Sinema eleştirisi literatüründe klişeleşmiş bir laf olan "görsel şölen"i kullanıp basitleştirmek istemiyorum filmi ama gerçekten yarattığı o masalsı, o gerçeküstü, o absürd ve o büyüleyici ortamla, dünyanın en güzel yerlerini bir bir ve tüm gerçekliğiyle perdeye taşımasına, filmi kare kare dokuyan o hayal gücüne, kostümlere, mekanlara ve repliklere hayran kalmamak mümkün değil.

2000 yılında Jennifer Lopez'li "The Cell" ile sinema dünyasına garip bir giriş yapan Hintli yönetmen Tarsem Singh'in 3-4 yılda tamamladığı bir film "The Fall". Film "presented by David Fincher and Spike Jonze" yazısıyla başlıyor. İki yönetmenin filmi 'sunması' hiçbir ticari amaç gütmeden, sadece filmi çok beğendikleri için isimlerinin kefil olarak kullanılmasına izin vermeleri sonucu olmuş. Filmin bir eleştirisinde bu durumla ilgili şöyle denmiş:

"Maybe all you need to know about "The Fall" is that it’s “presented by” David Fincher and Spike Jonze. You know, those guys who fuck with our brains in the name of entertainment, and we love them for
it
. And we love them for it because they take movies to new places, expand our ideas about what movies
can and should do. Fincher’s "Fight Club" and "Seven", Jonze’s "Being John Malkovich" and "Adaptation"... and now this one, Tarsem Singh’s "The Fall"."

Tarsem Singh, filmin çekimleri için 14 ayrı ülkeye gitmiş ve gerçekten görsel anlamda dünyanın en güzel noktalarını bir bir bulup filmine yerleştirmiş. 3 saniyelik bir piramit görüntüsü için arşivden bir resim kullanmak yerine tüm ekibiyle Mısır'a taşınmış örneğin. Arjantin, Bolivya, Çek Cumhuriyeti, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Fiji, Fransa, Hindistan, İspanya, Kamboçya, Mısır, Namibya ve Türkiye... Görüntülerin büyük bir kısmı "dünyada böyle yerler de mi varmış?" dedirten cinsten mimari harikalar ve büyük çoğunluğu Hindistan'ın Rajasthan bölgesinde. Türkiye'ye ise bir Ayasofya sahnesi için gelmiş Singh ve ekibi. (Kare kare, hangi görüntünün neresi olduğunu araştırmış olan çılgın bir arkadaşımız için...)


Film, farklı yer ve zamanlarda, farklı nedenlerle gerçekleşen iki düşüşün ardından bir hastanede yolları kesişerek arkadaş olan bir adam (Roy), küçük bir kız (Alexandria) ve ikisinin yarattığı bir masal üzerine. "Pushing Daisies"in 'piemaker'ı Lee Pace ve 1997 doğumlu şirinlik abidesi Romanya asıllı Catinca Untaru çok güzel bir uyum yakalamışlar. Hele ki küçücük kızın o doğal oyunculuğu tapılası.

İki karakterin izleyene keyif veren dostluğunda, herkesin kendi çıkarları söz konusu aslında. Bu nedenle de Roy'un Alexandria'ya anlattığı masal "Wizard of Oz"u ya da ne bileyim "Pan's Labyrinth"i anımsatan gerçekle içiçe bir hikayeye dönüşüyor. Gerçek hayattan karakterlerin boy gösterdiği, fantastik bir olaylar dizisine... Ya da okuduğum başka bir eleştiride dendiği gibi Alexandria ya da Roy'un ruh hallerine göre "customization"a uğrayan bir masal bu. Ve yönetmen bu masalı anlatırken; sinema tarihine, mitolojiye, sanata, oraya-buraya yüzlerce gönderme ile süslemiş filmini. Örneğin "Frida"nın beyin ameliyatı sahnesini birebir kopyalamış. Ya da filmin afişi örneğin, Salvador Dali'nin "Il Volto de Mae West" eserinden esinlenilerek yaratılmış.


Filmin Beethoven'ın 7. senfonisi eşliğindeki siyah-beyaz bir kaza sahnesiyle olan açılışı bile yetiyor önünüzdeki 2 saat boyunca nasıl bir şeyle karşı karşıya kalacağınızı anlatmaya. "The Fall"da kan daha kırmızı, aşk daha masalsı... Yüzen filler şaşırtmıyor sizi. Çoğu Alexandria'nın masumiyetinden, saflığından, bozuk İngilizcesinden ve zekasından kaynaklanan çok kaliteli ve çok komik espriler güldürürken film boyunca, filmin en dokunaklı yerlerinde de gözyaşlarına boğuluyorsunuz.

Hayatımda seyrettiğim en güzel filmler listesine rahatlıkla, hiç tereddüt etmeden sokabileceğim bir film "The Fall". Tarsem Singh'in aynı kalitedeki ve aynı masalsılıktaki filmlerini heycanla bekliyorum.

Alexandria: I don't like this story! Why are you making everyone die?
Roy: Because.... everything dies.

8 Aralık 2008

Haftanın Şarkısı #2: "Was It a Dream"

30 Seconds to Mars, ("Requiem for a Dream", "Panic Room" ya da "Fight Club"dan hatırlayabileceğiniz bir yüz olan) aktör Jared Leto'nun 1998'de kardeşi Shannon ile kurduğu bir grup. Kendileri 10 yılda bir hayli yol aldıklarından, kendilerini MTV'nin bilimum kıtada dağıtılan çeşitli müzik ödüllerinden; hatta geçtiğimiz ay düzenlenen MTV Avrupa Müzik Ödülleri 2008 töreninde konukları ağırlama görevini üstlenen grup olarak hatırlamanız mümkün.

Jared Leto, Shannon Leto, Tomislav Milicevic, (ve son albümün turnesi sırasında gruptan ayrılan) Matt Wachter ve Solon Bixler'dan oluşan grup 2002'de ilk albümleri "30 Seconds to Mars"ı, 2005'te ise "A Beautiful Lie"ı çıkardı. İki albümleriyle birçok MTV Müzik Ödülü de dahil olmak üzere, 20'ye yakın ödül kazanan grubun son albümü 1,000,000'dan fazla sattı.

"A Beautiful Lie" albümünden sırasıyla "Attack", "The Kill", "From Yesterday" ve "A Beuatiful Lie" single'larını çıkaran grup; videolarıyla da çok konuşulup duruyor. Albümde Björk şarkısı "Hunter"ın cover'ına da yer vermişler. Ben grupla bu yılki MTV Avrupa Müzik Ödülleri sayesinde tanıştım ve hemen dinledim albümlerini. "Attack", "From Yesterday" ve "Savior" oldukça güzel şarkılar. Fakat tüm bunlar bir yana, benim favorim "Was It a Dream". Emo bir gruptan beklenebilecek duygusallıkta, güzel sözlere sahip; geriye bir fotoğraftan başka bir şeyin kalmadığı ayrılıklar üzerine bir şarkı.

Was it a dream?
Was it a dream?
Is this the only evidence that proves
A photograph of you and I

6 Aralık 2008

P.T.Anderson üzerine...


Amerikan sinemasının ve sinema sanatının son onyılının dahi yönetmenlerinden biri olarak anılmaya başlandı Paul Thomas Anderson. Henüz 30 yaşında bile değilken, günümüzün en yetenekli oyuncularından avuç avuç kullandığı filmleriyle göz kamaştırıp durdu 90'lı yıllarda ve 2000'li yıllarda da aynı kalite ile devam etti yoluna.

PTA imzalı filmlerin en önemli özellikleri şöyle:
  • Uzun filmler: Yönetmenin dört önemli eseri "Boogie Nights", "Magnolia", "Punch-Drunk Love" ve "There Will Be Blood"ın ortalama uzunlukları 150 dakika. "Magnolia"nın Aimee Mann imzalı "One" şarkısı eşliğindeki açılış sahnesi yaklaşık 10 dakika sürüyor.

  • Hem armonik anlamda hem de ses yüksekliği anlamında rahatsız edici müzikler: "Boogie Nights"ta sürekli sesi sonuna kadar açılmış bir şekilde duyduğumuz 60'lı-70'li yılların disko şarkıları, "Magnolia"da hızlı bir kurguya yüksek volümde eşlik eden Aimee Mann imzalı orijinal şarkılar, "Punch-Drunk Love"da özellikle Shelley Duvall'ın seslendirdiği (çığlıklandırdığı) Popeye soundtrack'inden ödünç alınma "He Loves Me" ve "There Wİll Be Blood"da yaylıların tam gaz gıcırdadığı fakat rahatsız edici bir melodikliği olan Jonny Greenwood besteleri.

  • Sürekli hareket eden kameralara yer verilen çekim tekniği.

  • Hızlı kurgu.
P.T.Anderson, 1970 yılında California'nın Hollywood'a oldukça yakın bir noktasında, Studio City'de dünyaya geldi. Çektiği ilk film bir mocumentary olan "Dirk Diggler Story" (1988) idi. Bunu, ilk kısa filmi "Cigarettes & Coffee" (1993) ve ilk uzun metrajlı yapımı "Sydney" (1996) izledi. "Hard Eight" adıyla da bilinen bu bağımsız yapımda, sonradan yönetmenin favori oyuncularından olacak olan Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman ve John C. Reilly'nin yanı sıra Gwyneth Paltrow ve Samuel L. Jackson da rol aldı. Film, birçok yeni yönetmenin keşfedilmesine olanak sağlayan Independent Spirit Ödülleri'nde de iki dalda (En İyi İlk Film, En İyi İlk Senaryo) adaylık kazandırdı Anderson'a.

1997'de "Boogie Nights" ile çektiği mocumentary'i gerçek bir senaryoya ve 150 dakikalık bir filme dönüştürdü. Dirk Diggler karakterini canlandıran Mark Wahlberg'e, porno endüstrisinin yaralı figürleri olarak Burt Reynolds, Julianne Moore, Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, Don Cheadle, William H. Macy, John C. Reilly, Alfred Molina, Heather Graham ve Luis Guzman'dan oluşan enfes bir kadro eşlik etti. "Boogie Nights", P.T.Anderson'a "En İyi Orijinal Senaryo" dalındaki ilk Oscar adaylığını kazandırırken, Julianne Moore ve Burt Reynolds'ın oyunculukları da birer adaylıkla onurlandırıldı.

"Boogie Nights"ın başarısı 1999 yılında (seyrettiğim en iyi filmlerden biri olan) "Magnolia" ile devam etti. 7'den 70'e birbirinden çok farklı insanların hayatlarının bir gününü anlatan bir mozaik, 3 saatlik bir destandı bu film. Şaşırtıcı ve büyüleyici finaliyle olduğu kadar P.T.Anderson'ın bir önceki filminde olduğu kadar güçlü oyuncu kadrosuyla da çok konuşuldu. Bu kez Julianne Moore, Philip Seymour Hoffman, Tom Cruise, Philip Baker Hall, William H. Macy, John C. Reilly, Melinda Dillon, Jeremy Blackman, Rick Jay, Jason Robards, Alfred Molina ve Melora Walters'tan oluşuyordu bu kadro. P.T.Anderson "Magnolia" ile Berlin Film Festivali'nden "Altın Ayı" ödülü ile döndü ve ülkesinde ikinci "En İyi Orijinal Senaryo" Oscar adaylığını kazandı. Aimee Mann'in film için bestelediği birçok şarkıdan "Save Me" "En İyi Orijinal Şarkı", Tom Cruise ise "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" dallarında ödüle aday oldu.

2002'de onlarca insan yerine tek bir insana odaklanmayı seçti P.T.Anderson. Adam Sandler'ın oldukça ilginç psikolojik bozukluklara sahip bir adamı canlandırdığı "Punch-Drunk Love"da, ona bağımsız filmlerin sevilen oyuncusu Emily Watson eşlik etti. Philip Seymour Hoffman küçük bir rolde de olsa yine perdedeydi. P.T.Anderson bu filmi ile Cannes Film Festivali'nde "En İyi Yönetmen" ödülünün sahibi oldu.

5 yıl sonra, geçtiğimiz yıl, "There Will Be Blood" ile büyüledi P.T.A. bu kez. Upton Sinclair'in "Oil!" romanından uyarladığı filmi ile Daniel Plainview karakterini sinema tarihine kazandıran film, en çok bu roldeki Daniel-Day Lewis'in silip süpürdüğü ödüller sayesinde gündeme taşındı. Radiohead'in solisti Jonny Greenwood'un bestelediği müzikleri ve Robert Elswit'in görüntü yönetmenliği de filmin efsaneleşmesine katkı sağladı. "There Will Be Blood"; Oscar'a "En İyi Film", "En İyi Yönetmen", "En İyi Erkek Oyuncu", "En İyi Uyarlama Senaryo", "En İyi Görüntü Yönetmeni", "En İyi Kurgu", "En İyi Sanat Yönetimi" ve "En İyi Ses Kurgusu" dallarında (8) aday olurken, Daniel Day-Lewis ve Robert Elswit ödülü kucaklayan isimler oldu. P.T.Anderson, Berlin Film Festivali'de bu kez "En İyi Yönetmen" dalında, bir Altın Ayı sahibi daha oldu.

10 yılda 4 film çektiği hesaba katılırsa, az ama öz işler çıkardığını söylemek mümkün P.T.Anderson'ın. Fakat bu gerçeğin üzücü hale getirdiği şey, bir sonraki film için en az 2 yıl bekleyecek olmamız gerektiği. (Hele ki benim gibi 4 filmini de 1 yıl içinde seyretmişseniz, bu üzüntü tavan yapıyor.)