21 Şubat 2010

9. !F Bağımsız Filmler Festivali'nin Ardından...

Bu yıl 9. kez bağımsız ruhu İstanbullu sinemaseverlerle buluşturan !F Bağımsız Filmler Festivali, 11 günün ardından, bugün sona eriyor. Bu yıl programımı yaparken gerçekten zorlandım ve 11-21 Şubat tarihleri arasında izlemek üzere 20'ye yakın filmden oluşan kısa(!)listemi, 13 filme indirdim. "Lovely Bones" ve "Crazy Heart"ı yakın vizyon tarihleri nedeniyle, "Fantastic Mr.Fox"u Wes Anderson'a olan antipatim nedeniyle, "Apan" ve "Alle Anderen"i ise çok istememe rağmen programıma uyduramadığım için izleyemedim.

İzlediklerim ise şöyle:

Hit Filmler:

An Education İngiltere (Yön: Lone Scherfig): Danimarkalı yönetmenin İngiliz oyuncularla çektiği son filmi "An Education", 20. yüzyılın ortalarında (böyle yazınca çok eski bir zaman gibi oldu) Londra'da geçiyor. Senaryo ve romanlarıyla tanınan İngiliz yazar Nick Hornby'nin Lynn Barber'ın günlüklerinden uyarladığı hikaye, modern bir Jane Eyre olarak tanımlanıyor. 'Liseli bir genç kızın üniversiteye girmek için çırpınışları, iyi bir koca buluşu ile boşa gitmeli mi'yi tartışan bir konusu var filmin. Fakat bu konuyu irdelerken ne kadının toplumdaki yerine, ne İngiliz aile yapısına, ne de geçmişin eğitim sistemine oturaklı bir dokundurma yapamamış olması üzücü filmin. Anti-semitizmden, siyah-beyaz ırkçılığına, hırsızlığın meşrulaştırılmasına kadar birçok konuya bulaşıp, konuyu dağıtmış olması da... Diğer yandan başta Carey Mulligan olmak üzere iyi oyunculuklar görmek mümkün filmde. Hele ki Alfred Molina ve Emma Thompson'lı sahneler...

Away We Go ABD (Yön: Sam Mendes) İlk 4 filmi arasında 3'er yıl boşluk bırakan Sam Mendes, geçtiğimiz yılki "Revolutionary Road" sonrası şaşırtarak çektiği son filminde, ağır aile dramları ve banliyö yaşamı tutkularından da uzaklaşarak keyifli bir yol hikayesine imza atmış. Festivalde izlediğim en iyi filmlerden biri olan "Away We Go", çocuklarını yetiştirmek için en uygun kenti arama pahasına Kuzey Amerika'da oradan oraya dolaşan, birbirine deli gibi aşık, sevimli bir çifti konu alıyor. Her yol hikayesinde olduğu gibi her durakta karşımıza çıkan ilginç karakterler ve onların ana kahramanlarımıza kattıkları, finale doğru bir adım daha attırıyor onlara. İyi müzikler ve iyi görüntüler eşliğinde ilerleyen, esprili ve keyifi bir film "Away We Go". Dave Eggers ve Vandela Vida imzalı senaryo, iki yazarın da ilk çalışması olmasına rağmen çok güzel kurulmuş. Televizyon yıldızları John Krasinski ve Maya Rudolph ise hem birbirlerine, hem de filme oldukça yakışmış. Yan rollerde gördüğümüz (özellikle) Maggie Gyllenhaal, Allison Janney ve çok kısa da görünseler Jeff Daniels ve Catherine O'Hara harikalar yaratıyor. Vizyon tarihi 26 Mart olarak gözüken film, mutlaka izlenmeli.

C'est pas moi, je le jure Kanada (Yön:Phillippe Falardeau) Kanada'nın Fransız tarafından çokça şirin bir film. Komşuları tarafından deli olukları düşünülen, onların haksız da olmadığını her fırsatta gördüğümüz bir ailenin, her tepesi attığında intihara kalkışan küçük oğlunun merkezinde olduğu film içinizdeki çocuğu harekete geçirecek sevimlilikte. Eğer çocukken fazla haylaz değilseniz, yapmak isteyip de yapamadıklarınızın hepsini perdede gerçekleşirken görebiliyorsunuz. Bana konu olarak benzemese de saflık açısından biraz "Je m'apelle Elizabeth"i hatırlatan filmin başrolündeki küçük oyuncu Antoine L'Écuyer'in performansı ise şaşırtıcı derecede iyi.

Cold Souls ABD (Yön: Sophie Barthes) Amerikalı oyuncu Paul Giamatti'nin, içindeki sıkıntılardan dolayı iyi performanslar çıkaramamaya başlaması sonucu, bir dergi ilanı sayesinde bulduğu ruh dondurma yöntemine başvurmasını konu alan fantastik bir bağımsız film "Cold Souls". Kendi adını kullanarak oynayan Giamatti'nin başarısız bir oyuncuyu canlandırmak için ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu göstermesi de fazlasıyla ironik olmuş. Filmde ayrıca doktor rolündeki David Strathairn de çok eğlenceli. !f blog'un davetlisi olarak gittiğim filmden çok gülmüş ve eğlenmiş olarak ayrıldım kısacası.

Good Heart İzlanda (Yön: Dagur Kári) İzlanda'nın dünyaca tanınmış birkaç yönetmeninden biri olan Kári'nin son filmi, New York'ta geçen İngilizce bir film olmasıyla yönetmenin evrenselleşme yolunda atmış olduğu bir adım. İntihar girişiminde bulunan evsiz bir gencin ve bilmemkaçıncı kalp krizini geçiren yaşlı bir bar sahibinin hastanede tanışmasını, dostluklarını ve birbirlerine bağlanmasını konu alıyor. Paul Dano ve Brian Cox, iyi bir uyumla tiyatro tadında oyunculuklar sergiliyorlar. Filmde yönetmenin Nordic kökenlerinin etkisini de, hakim olan soğukluktan ve ışık kullanımından hissetmek (ve benim durumumda mutlu olmak) mümkün.

La Nana Şili (Yön: Sebastián Silva) Şili'nin bu yıl adından çok fazla söz ettiren filmi "La nana", Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film dalında aday olmuş, fakat Oscar için Akademi'ye yollansa da kısalistede yer alamamıştı. Yalnız olmaktan hoşlanan, yaşı ve sağlığı izin vermemeye başlasa da evin tüm işlerini kendi düzeni ve yöntemiyle yapmaya fazlasıyla alışmış olduğu için bir yardımcıya tahammül edemeyen hizmetçi Raquel'in hikayesi... Catarina Saavedra'nın bu rolüyle birçok ödül kazanmasına şaşırmamak gerekiyor. Tek bir evin içinde geçmesine rağmen hiç sıkıcı olmayan, bir karakterin evrimini/değişimini çok güzel perdeye yansıtabilen bir film olmuş.

Precious ABD (Yön: Lee Daniels): Yılın en çok konuşulan filmlerinden, Sundance ve Toronto'da adını duyuran 6 Oscar adayı bağımsız "Precious: Based on the Novel Push by Sapphire", açıkçası beni olumlu yönde etkilemedi. Yönetmen Lee Daniels ve senarist Geoffrey Fletcher; romanın içindeki sıkıntı, bunalım ve talihsizlikler silsilesini, her ne kadar ana karakterinin hayal dünyasıyla yumuşatmaya çalışmış olsalar da bu sahneler filmde o kadar sırıtmış ki, benim daha fazla depresyona girmeme neden oldu. Mo'nique, ortalamanın çok çok üstünde bir performans sergilemiş doğru. Gabourey Sidibe de öyle... Fakat onca ödülün ve övgünün, biraz da filmin sosyal mesajıyla alakalı olduğunu düşündürdü film bana. Bu yılki !f'te yaşadığım en büyük hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim filmin. "Precious", 12 Mart'ta vizyonda olacak.

Samson & Delilah Avustralya (Yön: Warwick Thornton) Avustralya'nın bu yıl Oscar Yabancı Film Kısalistesi'ne kalan Aborjin filmi, asimile olmuş yerlilerin yaşadığı küçücük bir toplulukta, iki gencin sıkıntıdan birbirlerine aşık olmasını konu alıyor desem yeridir. Köyden şehre kaçış ve evsiz/parasız yaşamaya alışmaya çalışma sahnelerinin yarattığı sıkıntı, sinir bozucu ve tekrar eden bir müzik ve fondaki pislik/sefalet beni yordu.

Un prophète Fransa (Yön: Jacques Audiard) Cannes'da Jacques Audiard'a En İyi Yönetmen Ödülü'nü kazandıran film, bir Fransız hapishanesinde yaşamak için kurnazlığını, zekasını ve tanrı vergisi kahinliğini kullanan Malik'in 6 yılını anlatıyor. Çok da güzel, gerçekçi, çarpıcı ve sürükleyici anlatıyor. Filmin bu sürükleyiciliğini baltalayan tek şey ise 150 dakikalık süresi.

Dünyanın Çivisi:

Food, Inc. ABD (Yön: Robert Kenner) Bunu bir belgesel için söyleyebileceğimi ben de düşünmezdim ama, festivalde izlediğim en iyi filmdi "Food, Inc.". Kapitalist gıda endüstrisinin ne kadar acımasız olduğunu, organik ürünlere geçme isteğinin neden haklı ve yerinde olduğunu, bir McDonald's menüsünün neden bir kilo sebzeden çok daha ucuz olabildiğini gösteren ve bunu çok çarpıcı/korkutucu bir şekilde yapan bir filmdi. Neyse ki, ülkemiz bir tarım ülkesi olduğundan (!) henüz bu kadar kötü değil durumumuz ama dur denilmesi gidişatı görmek açısından bizim için de anlamlı, yeri/zamanı olmayan bir film. Sualtı yaşamı ne kadar iyi anlatılmış olabilir bilmiyorum ama, eminim En İyi Belgesel Oscar'ı için "The Cove"un en güçlü rakibi olmasına kimse şaşırmıyordur "Food Inc."in. Yönetmenin bölümlere ayırdığı ve bu bölümleri güzel başlıklarla renklendirmesi seyircisinin ilgisini sürekli sabit tutmaya yaramış. Diğer yandan "Fikir Sahibi Damaklar"ın film sonrasındaki soru-cevap kısmına katılamamış olsam da, !f'i buna önayak olduğu için tebrik etmek lazım.

Gökkuşağı:

Broderskab Danimarka (Yön: Nicolo Donato) Bu yıl izlediğim 3 Gökkuşağı filminden tek kayda değer olanı, Danimarka filmi "Broderskab"dı. Neo-Nazi bir örgütün iki üyesinin arasındaki eşcinsel ilişkinin, önceden tahmin edilebilir bir şekilde kendilerini felakete sürüklemesini konu alan film ne bağıra bağıra anti-homofobi mesajları vermeye çalışan (bkz. To Each Her Own), ne de olaya 'nasılsa eşcinsel temalı film, konuya gerek yok, hadi porno çekelim' felsefesiyle yaklaşan (bkz. Greek Pete), doğru düzgün, sinema sanatını iyi icra eden bir filmdi. Hikayesi, gerilimi, romansı ile film gibi bir filmdi. Bir de Nordic filmiydi, daha ne isteyeyim.
Greek Pete İngiltere (Yön: Andrew Haigh)
To Each Her Own Kanada (Yön: Heather Tobin)

!f, 25-28 Şubat tarihleri arasında Ankara'da. Ankaralılara duyurulur.
Biz İstanbullular ise, İstanbul Film Festivali için 3 Nisan'ı bekliyoruz.

1 yorum:

Medical Jesus dedi ki...

Kıskandım, kahrolsun sınav.