Danimarka yazılarımın ilk birkaçı; yaklaşık 3.5 milyonluk nüfusu, rengarenk tarihi evleri, tasarım harikası modern binaları, kanalları, sarayları ve müzeleriyle başkent Kopenhag'da geçirdiğim iki gün üzerine...
Öncelikle, özellikle Paris gibi büyük bir şehirden sonra giderseniz, şehir merkezi inanılmaz küçük bir başkent Kopenhag. Haritadan gözünüzü ya da parmağınızı iki saniye kaçırdığınızda şehir diğer ucunda olduğunuzu farkedebiliyorsunuz. Mesafeler kısa ve haritadan takip etmek oldukça kolay o yüzden. 2 gün içinde her köşesi rahatlıkla gezilebilecek şirin bir şehir.
Kopenhag'da yapılması gereken ilk şey kesinlikle liman ve kanal turu. Hayatında Kopenhag ile ilgili herhangi bir fotoğraf görmüş çoğu insan altlarında kafeler ve barlar olan rengarenk binaların olduğu liman görüntüsünü anımsıyordur. Önünde limana ve denize açılan bir kanal olan o şirin mekan, Nyhavn. Buradan yaklaşık 20 dakikada bir kalkan teknelerle, 1 saatten fazla süren turlara katılmak mümkün. Kanal turu ve kanalların etrafındaki yerleri daha detaylı olarak bir sonraki yazıda bulabileceksiniz.
Şehrin ikinci gözde mekanı Tivoli, oldukça meşhur bir eğlence parkı. Nisan ayından Eylül ayının ortalarına kadar açık kalıyor, Halloween ve Christmas dönemlerinde de birkaç haftalığına yeniden açılıyor. Çok güzel gece ve gündüz aktiviteleri, roller-coasterları ile diğer "ride"ları ve pahalı restoranlarıyla çok görmek istediğim bir yerdi kendisi. Fakat ne yazık ki, özenle seçip Eylül ortası ve Halloween arasındaki dönemde Kopenhag'da bulunduğumdan; yalnızca çitlerin arasından gördüğüm raylar ve giriş kapısıyla yetinmek zorunda kaldım.
Kopenhag'ın simgesi, hatta Danimarka dendiğinde akla gelen şeylerden biri olan "Den lille Havfrue" yani "Küçük Denizkızı"; limanın çıkışında, Kastelskirken kalesinin kıyısındaki parkta bulunuyor. Ama bulmak biraz zor oluyor kendisini, boyutları nedeniyle. Dünyadaki şehir sembolleri arasında en küçüğü Kopenhag'ın denizkızı heykeli olsa gerek. 1913 yılında heykeltraş Edvard Eriksen tarafından yapılan heykel, şehirde Hans Christian Andersen'i hatırlatan onlarca şeyden biri.
Şehirdeki üç önemli müzeden ilki olan "Statens Museum for Kunst" (Ulusal Sanat Müzesi), 14. yüzyıldan bugüne Avrupa ve Danimarka sanatından güzel örnekler barındıran bir resim ve heykel müzesi. Ayrıca yeni koleksiyonları arasında yakın geçmişe ve günümüze ait modern eserlere de rastlamak mümkün. Matisse'in "The Green Stripe" olarak da bilinen "Portrait of Madame Matisse" tablosunun da aralarında bulunduğu etkileyici koleksiyonlar Kopenhag'da en çok beğendiğim yerlerden biri yaptı bu müzeyi. Detaylı bir yazıda, etkilendiğim sanat eserleri üzerine bir şeyler yazabilirim yakında.
"Ny Carlsberg Glyptotek", geniş bir koleksiyona sahip bir heykel müzesi. Ayrıca empresyonizm akımının erken dönem örneklerinden oluşan; Manet, Renoir, Monet, Sisley, Pisarro ve Degas eserlerinin bulunduğu bir resim koleksiyonu da mevcut. Fakat üç müzeden ikisini seçmek durumunda kalmam ve bu seçimde buranın bulunmaması; sonradan pişman olmama neden oldu ne yazık ki.
"Nationalmuseet", züccaciyeci dükkanını anımsatan koleksiyonları ile ilgilimi hiç çekmeyen bir etnografya müzesiydi. Belki de Kopenhag'ın beğendiğim şehirler arasında yer almasının nedeni de şehirde ilk gördüğüm yerin bu denli sıkıcı bir müze olmasıydı. Müze çıkışı gördüğüm her şey, bu müzeden çok daha güzeldi çünkü. Müzede dünyanın her köşesinden gelmiş ve yığılmış arkeolojik, sanatsal ve etnografik kalıntılar (burada "kalıntı" sözcüğünü dünyadaki diğer müzelerin sergilemeyi reddettiği için geriye kalanlar anlamında kullanıyorum) ve Danimarka tarihiyle ilgili bazı eşyalar sergileniyordu. Eski bir saray olan oldukça geniş bir binada bulunan ve tıkabasa doldurulmuş olan "Nationalmuseet"te hoşuma giden tek şeyse, Kuzey Avrupa'nın çeşitli yerlerine ait Romanesk Hristiyan eserleriydi.
Kopenhag'ın iki önemli sarayından biri Rosenborg Sarayı (ya da kalesi). 16.-18. yüzyıllar arasında kullanılan bir yazlık saray olan ve içinde kraliyet mücevherlerinin sergilendiği görkemli bir bina olan "Rosenborg Slot"; "Kongens Have" adlı geniş bir bahçenin içinde bulunuyor.
Günümüzde Kraliçe Margreth ve diğer kraliyet ailesi üyelerinin yaşadığı, 18. yüzyıldan beri kullanılan, liman kıyısındaki "Amalienborg" ve "Frederiksstaden" sarayları ise oldukça gösterişli bir mimariye sahip. 4 ana binanın ortasında bulunan Frederik V heykelinin sarayın tümünün dört katına mal olduğunu okuduğumdaysa bir hayli şaşırdım. Rokoko tarzı süslemeleri ve bazı koleksiyonları ile saray binalarından ikisi ziyarete açık-mış. İçeriye girmedim.
Amalienborg'a çok yakın olan "Marmorkirken" yani Mermer Kilise, 31 metre çapındaki yeşil kubbesiyle ve Norveç mermeri duvarlarıyla kendini gösteren bir kilise. Belirli saatlerde -ki tabii ki ben bu belirli saatlerin dışında ziyaret etme şansına sahiptim- üst katlara çıkarak güzel bir Kopenhag manzarası seyretmek mümkün olabiliyor.
Şehrin en güzel, en kalabalık ve alışverişi ya da yemeyi-içmeyi sevenler için en uygun bölgesi Strøget. Trafiğe kapalı birkaç cadde ve çokça sokağın bulunduğu bu yerde birçok ünlü markayı ve mağazayı görmek mümkün. "Latin Quarter" adındaki (ve Hispanik çağrışımlar yapan Latin ile uzaktan yakından alakası olmayan) bir başka bölgede bulunan barlar ve pahalı kafeleri de bu gezinize dahil edebilir, turistlikten uzak; alışveriş ve gurme dostu bir gün geçirebilirsiniz. Amagertorv Meydanı'nda rastladığımız stand-upçı kılıklı sihirbaza da rastlarsanız oldukça eğleneceğinizi garanti ediyorum.
Kopenhag'da her yerde yeşillik görebiliyorsunuz. Çok güzel parklar var. Bunlardan ilki yukarıda da bahsettiğim "Kongens Have". Ayrıca "Statens Museum for Kunst"un içinde bulunduğu "Øster Anlæg", Kastellet ve Denizkızı Heykeli'ni içine alan ormanımsı alan, içinde bir jeoloji müzesi bulunan "Botanisk Have" (Botanik Bahçesi) ve haritadan gözümüzü kaçırdığımız bir anda kendimizi içinde bulduğumuz, kocaman bir gölü de olan "Ørsteds Parken" yeşile ve temiz havaya doyabileceğiniz yerler.
Son olarak, Kopenhag sokaklarında dolaşırken yemeniz gereken, adını bilmediğim ve bulamadığım ama çok lezzetli olduğunu bilmenin yeteceğini düşündüğüm bir şeyden söz etmek istiyorum. Bizim İstanbul sokaklarındaki kestane ve mısır arabalarına benzeyen kırmızı arabalardaki kazanlarda kaynatılarak şekerle kaplanmış badem parçaları. Mutlaka deneyin!
5 yorum:
Sen napıyorsun yahu oralarda, bi Paris'tesin, bir Kopenhag'da... Bari gelirken bir avuç getireydin o bademlerden :)
düşünmedim diil. "deniz olsa araştırır sırf ismini diil, nasıl yapıldığını bile öğrenirdi" diye geçti içimden hatta ama sadece yemekle yetindim.
İyi gezmişsin, umarım bir gün ben de giderim. kurban bayramında nereye gidiyosun, beni de götür yanında=)
resimlerden harika bir yere benziyor.
o harika kokulu bademlere "brandte mandler" deniyor, aslında bildiğin pişmiş (hatta yanmış) badem ama işin sırrı kullanılan şekerde olsa gerek :)
Yorum Gönder