13 Ekim 2008

ARoS: Aarhus Kunstmuseum

Kuzey Avrupa'nın en büyük müzelerinden biri olan ARoS, yani Aarhus Sanat Müzesi, 2004 yılında açılmış olan oldukça yeni bir müze. ARoS, Aarhus'un Latince ismi. Büyük harflerle yazılan 'ars' ise Latince sanat demek.

Müze binası, bir tasarım harikası. Dışarıdan küp şeklinde, tuğladan örme bir kutu gibi gözüken binanın içi, beyaz duvarların eğriler oluşturarak üstüste konduğu bir düğün pastasını andırıyor. İçerideki ışık, inanılmaz.

Binanın mimarları, Kopenhag'daki "Black Diamond" denilen kütüphane binasınınkilerle aynı: Morten Schmidt, Bjarne Hammer ve John F. Lassen. 9 katlı müzenin girişi 4. katta ve bu kat hikayesinin ardında oldukça derin anlamlar gizli. ARoS, Dante'nin "İlahi Komedya"sına bir yolculuk aslında. Giriş katı cennet ve cehennem arasındaki arafı temsil ediyor. Alt katlara indikçe karanlık ve tüyler ürpertici sergilerle, eserlerle karşılaşıyor ve yerin altına iniyorsunuz. Cehenneme bir yolculuk yapıyorsunuz yani. Yukarıya doğru çıktıkça ise her yerin bembeyaz olduğu bir dünyaya yolculuğunuz başlıyor. Danimarka sanatının altın çağına tanıklık ediyor, bembeyaz duvarların üstündeki modern sanat eserlerine bakıyorsunuz. Aarhus manzaralı aydınlık koridorlarda yürüyerek yaptığınız cennet yolculuğu 9. kattaki terasa ulaştığınızda sona eriyor.

Müzede 3 adet kalıcı sergi var. Danimarka sanatının Rönesans ve Modern Avrupa Sanatı ile tanışarak yaşadığı "Altın Çağ"ın 18.-20. yüzyıllar arasındaki eserlerinin bulunduğu "Golden Age / Modernism: 1770-1930" bunlardan ilki. Müzenin en üst katında bulunuyor. Modernizm öncesi romantik ve gerçekçi tablolar göz kamaştırıcı detaylara sahip. Yandaki resimde Frants Henningsen'in "Deserted. But Not by Friends in Need" adlı ve 1888 tarihli eserini görüyorsunuz.

Serginin diğer yarısında Modernizm hüküm sürüyor ve Cézanne ve Picasso başta olmak üzere etkileşimleri gözlemlemeye başlıyorsunuz. Bu dönemin en güzel örnekleri de bir futbol sahnesini betimleyen Harald Giersing imzalı "Sophus Heads the Ball" (1917) ve Vilhelm Lundstrøm'un "Standing Model"ı (1931).

Bir alt katta, "Modern Art: 1930-1980" sergisi var. Ekspresyonizm, sürrealizm ve pop-art başta olmak üzere 20. yüzyıl sanatının çarpıcı örneklerine rastlayabileceğiniz bu sergi, müzenin ikinci kalıcı sergisi. Warhol ve Magritte etkilerinin görüldüğü birçok eser mevcut bu katta. (Ayrıca Warhol'un elektrikli sandalye çalışmalarından biri de müzenin koleksiyonunda). Bu kattakiler arasında olumlu anlamda dikkatimi çeken, politik bir eser oldu. Svend Wiig Hansen'in 1959 tarihli "The Human Ride"ı, gerek anlattıkları gerekse renkleriyle çarpıcı bir tablo.

Olumsuz anlamda dikkat çekici eser ise, kesinlikle Bjørn Nørgaard'ın 1970'te yarattığı "sanat eseri(?)". Nørgaard'ın sanat anlayışı, eserin adı olan "The Horse Sacrifice"tan anlaşılacağı gibi sanat için kurban edilen bir atın, kavanozlara tıkılmasından ibaret. Atın kesilip, iç organlarının, derisinin ve her parçasının küçük küçük parçalara ayrılarak 100'den fazla kavanoza doldurulması; ve bu operasyonun kavanozların hemen üzerindeki ekrandan bir video ile anlatımına ne kadar sanat denilir/denilmelidir uzun uzun, mantıklı bir şekilde tartışılması gereken bir konu bence. Sanatçının, bu operasyonu Vietnam Savaşı'nı eleştirmek için yaptığını da not edelim.

Müzenin bir alt katına indiğinizde, kalıcı sergilerden sonuncusu, "Contemporary Art: 1980 - " sergisine giriş yapıyorsunuz. Serginin konsepti, "Art City". Çağdaş sanat eserlerinin kategorilere (hatta sokaklara) ayrılarak sergilendiği uçuk kaçık bir şehir burası. Kullanılan malzemelerden, verilen mesajlara kadar her şey bir sanat şehrini tanımlayacak/tamamlayacak nitelikte. Salonun en ortasında, bir meydanda olabileceği gibi bir heykel duruyor: Carsten Höller'in "Sphäre" (2001) adlı eseri, pembe tonlarda, şirin bir küre.

"Sphäre"in hemen üzerindeki ekranlarda ise Tracey Moffatt'ın iki videosu oynuyor. Bunlardan "Love" (2003), (adına tezat bir şekilde) Hollywood filmlerindeki tokat, kavga, surata su atma, 'ne-dedin-sen-ne-dedin-sen' ve itiş-kakış sahnelerinin bir kolajı ve oldukça eğlenceli. "Art City"deki başka bir eğlenceli video ise, Lars Arrhenius'un bir apartmanda yaşayanların bir gecesini, sırayla evlerine konuk olarak anlatan animasyonu, "Habitat" (2006). 9 dakikalık, konuşmasız -ama mırıldanmalı- bu animasyon, gerçekten güldürüyor.


Bu kattaki çağdaş sanat örnekleri arasında en etkileyicileri olarak ise iki ayrı esere yer veriyorum. Annika von Hausswolff'un boş bir evde elektrikli testereli masum görünümlü bir kız çocuğunu görüntülediği "Flicka med motorsåg" (2000) adlı fotoğrafı; suçu, masumiyeti, şiddeti ve vahşeti sorgulatıyor insana.

İkinci olarak Tony Matelli'nin "Fucked" (2005) eseri, aşkın çok güzel bir betimlemesi. Kolları-bacakları kopmuş, üzerlerine piyano düşmüş, kanlar içinde kalmış bir haldeyken bile elele tutuşabilecek denli aşık olunabileceğini anlatıyor.

Müzenin cennetinden cehenneme doğru inmeye başlarsanız, ilginçlikler peşinizi bırakmıyor. Fakat bu katlardaki geçici sergiler beni pek etkilemedi açıkçası. "9 Spaces" adlı yapımı süren sergide, kapkaranlık koridorlarda ve odalarda yürüyüp, karşınıza çıkan odalardaki videoları ve ışık oyunu temalı eserleri görüyorsunuz örneğin. Geçtiğimiz aylarda açık olan fakat ben gelmeden biten "Music to See" adlı serginin çok başarılı olduğunu öğrendiysem de, onun yerine kurulmakta olan yeni sergi de daha açılmamıştı.

Gelelim müzenin en önemli, en etkileyici ve en başarılı eserine. Sanırım Danimarka gezim boyunca gördüğüm en inanılmaz şeylerden biri olabilir. Müzenin en alt katında duran, devasa boyutlardaki çömelmiş çocuk heykeli "Boy", 2000 yılında Ron Mueck tarafından yapılmış. 5 metre boyundaki bu çocuk o kadar gerçekçi, bakışları o kadar etkileyici ki; önünde kalakalıyorsunuz. Çok güzel, çok...

Hiç yorum yok: