


"Ay bu Cenifırlopez'in klibine benzememiş mi?"
Pek subjektif kültür/sanat sitesi.
İşte bu yüzden bir 'deja-vu' olduğuna inanmak istiyorum "Becoming Jane"in. Çünkü ne Anne Hathaway, Keira Knightley'dir; ne James McAvoy, Matthew MacFadyen'dir; ne Julie Walters, Brenda Blethyn'dir; ne James Cromwell, Donald Sutherland'dır; ne de Maggie Smith, Judi Dench'tir.
Sanat yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, kurgusu, kostümleri, sahneleri, dansları, müzikleri bu kadar 'daha önce yaşanmışlık' hissi veren tek filmler ucuz Amerikan korku ya da aksiyon filmleri veya daha ucuz Fransız komedi filmleridir çünkü.
Ama bir 'deja-vu' hakkındaki en acımasız gerçek de onun bir 'deja-vu' olmadığını anladığınızda, buna kızamamak için haklı bir sebebi olmasıdır 'taklit anın'.
Jane Austen, Jane Austen'ın ta kendisidir çünkü. Yazarlar yazdıklarına, yazdıkları yazarlarına benzer.
Ve "Pride & Prejudice" 2005'te çevrilmiş bir filmden çok, Jane Austen'ın romanıdır.
Kızamıyorum.
Bana göre:
Konserler"Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler." (şafak, 2003, 28)
"Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu." (Şafak, 2003, 79)
"Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı." (Şafak, 2003, 80)
"Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen, gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun olduğundan bne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiydi, o kadar! Basit ve ilkel. [...] Ama işte vejetaryenler hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de sağlıklı konuşan insanlar değillerdir." (Şafak, 2003, 215)
"Ömer o anda farkına varmasa da Gail'le konuşmanın böylesi bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen sadece "Gail'le konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flörtleşme değil, bir cilveleşme beklentisi değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini hissetmişti. Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak üzere eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi ama bunların hiçbirinin o anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada." (Şafak, 2003, 216)
"Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın balkonundan eşit ölçüde cezbedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla, acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktanlı bir hayhuyda kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da zıtanlamlısı da aynıdır." (Şafak, 2003, 324)
Cuma günü Nautilus'ta 23 saplantısı hakkındaki, "Salak ile Avanak'tan tanıdığımız Jim Carrey'nin oynadığı" "Number 23"ye bilet alırken, sayının benim de peşimde olduğununun çaresizce farkına vardım. Gişedeki güzel bayan, "23, 19.15'e iki öğrenci" istek cümleme "23 ytl." şeklinde cevap vermişti çünkü. - ki aynı cümle Nautilus'un bilet fiyatları konusunda da "oha falan olmama" neden olmuştur.
Film gerçekten abartılmış bir 23 saplantısı üzerine. Jim Carrey ve yönetmen Joel Schumacher'in isimlerindeki toplam harf sayısı da; başrol oyuncuları Jim Carrey ve Virginia Madsen'in isimlerindeki toplam harf sayısı da filmdeki birçok şey gibi 23'e eşit.
Fakat bu 23 olayı akıllara başka sayıları da getirmiyor değil hani. Çok sevgili dizimizdeki o sayılardan bahsediyorum tabii ki. 4 - 8 - 15 - 16 - 23 - 42!
Fakat korkarım "Number 23", bizim meşhur sayılarla ilgili çevrilmiş olan ilk film değil... Hatta kendisi serinin sonuncusu! "Four Brothers" (2005), "8 Mile" (2002), "15 Minutes" (2001), "16 Blocks" (2006), "Number 23" (2007) ve "Hitchiker's Guide to the Galaxy"deki 42 fenomeni.. Sanırım "Hepimiz ölüceez!".
Ayrıca SU gençliğinin hayatındaki bir başka "sayı"ya değinmeden olmaz: 7! Toplayın bakalım yanyana duran yurt binalarını! B1-B6, B2-B5, B3-B4, B7, B8-B9 (17), A1-A6, A2-A5, A3-A4... Ayrıca "Sabancı" kelimesinde sayın bakalım kaç harf var!