16 Ekim 2008

Filmekimi 2008'in Ardından...


Bu yıl, üçüncü kez katıldığım Filmekimi'nde, gördüğüm film sayısı tavan yaptı. 10-16 Ekim tarihleri arasında, geçen yılın sayısını bir artırarak, 8 film izledim. Hepsi de birbirinden başarılı yönetmenlerin elinden çıkma, en kötüsü bile ortalamanın çok üstünde filmlerdi.

Happy-Go-Lucky: "Vera Drake" bunalımından sonra Mike Leigh, dünyanın en iyimser ve en çocuksu insanlarından birine odaklanmış yeni filminde. Her şeye güleryüzle yaklaşan; korktuğu, üzüldüğü, hayal kırıklığı yaşadığı, hatta kızdığı anlarda bile gülen anaokulu öğretmeni Poppy'nin pembe-bulutlar-mor-kelebekler kıvamındaki Polyanna hikayesini anlatmış. Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı ile dönen Sally Hawkins'in oyunculuğu gerçekten çok iyi. Onun dışında Poppy'nin sinir küpü direksiyon hocası rolündeki Eddie Marsan da harikalar yaratıyor. Rengarenk bir film Happy-Go-Lucky, bir de şu İngiliz aksanını anlayabilsem... ("Enraha!")

Vicky Cristina Barcelona: Son yıllardaki Woody Allen filmleri arasında, en az "Match Point" kadar beğendiğim bir film oldu, Barcelona ve cinsel özgürlük temalı "Vicky Cristina Barcelona". Başroldeki üç inanılmaz insan, yan roldeki tapılası varlık ve başroldeki şehir; Woody Allen'ın her zamanki gibi doğal ve akan senaryosu ve yönetmenliğiyle birleşince böyle bir şey çıkmış ortaya. Scarlett Johansson'ın dudakları, Javier Bardem'in doğaçlama yaparken İngilizce'yi düşünerek konuşmasının yarattığı doğallık ve Penelope Cruz'un sinir hastası ve deli bir kadının gidiş-gelişlerini en küçük ayrıntısına kadar yaşayarak vermesi, diyaloglar, şehir görüntüleri ve espriler...

Frozen River: Bir ilk film ve bir ilk senaryo için gayet başarılı bir yönetmen ve senarist Courtney Hunt. Sundance Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanan "Frozen River", parasızlığın ve çocuklarını mutlu etme isteğinin kocasından bıkmış, yalnız ve mutsuz bir kadına neler yaptırabileceğiyle ilgili daha çok. Biraz kaçak-göçme sorunları, biraz da Amerikan yerlilerini işin içine katarak politik sulara da giren filmde, Melissa Leo'nun başroldeki oyunculuğu ve çok iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşündüğüm oğlu T.J. rolünde 18 yaşındaki Charlie McDermott'un performansı görülmeye değer. ("Say sorry to the lady.")

En Mand Kommer Hjem (A Man Comes Home): 1998'deki "Festen"le dünya çapında birçok ödülü silip süpüren Dogma akımının mimarlarından Danimarkalı Thomas Vinterberg'in "Dear Wendy" sonrası yeni filmi (komedi demeye dilim varmıyor) komik unsurlar içeren bir aile dramı. Yakışıklı ama kekeme bir gencin, kimin kimle yattığının hesabı zor tutulan çarpık ilişkilerin, Danimarkalı bir opera sanatçısının (evet düşününce komik), mutfaktaki manyak bir şefin, ilginç bir otel müdürünün, lezbiyen bir çiftin ve bir ayı postunun aynı filmde olduğunu düşünün. İşte öyle bir şey...

Blindness: Favori yönetmenlerimden Brezilyalı Fernando Meirelles, bu ünvanı kazanmasını sağlayan "Cidade de Deus" ve "Constant Gardener"dan sonra, "Blindness" ile de derinden etkiledi beni. Filmin açılış filmi olduğu Cannes'da beğenilmediğini duyduğumda "Bir Fernando Meirelles filmi, Nobelli bir edebiyat uyarlaması, Julianne Moore, Mike Ruffalo ve Gael Garcia Bernal... Ne kadar kötü olabilir ki?" diye düşünmüştüm. Cannes ile aynı fikirde olmadığım binlerce andan biriymiş sadece. Hayranı olduğum Gael Garcia Bernal'i kötü adam rolünde izlemek değişik. Julianne Moore'dan etkilenmemek mümkün değil. Oyunculuklar ve yönetmenlik bir yana; José Sarmago'nun romanından yapılan uyarlama, Marco Antônio Guimarães'in müzikleri, César Charlone'nin görüntü yönetmenliği ve filmin sanat yönetimi de kusursuz ve distopik ortamı fazlasıyla destekleyiciydi.

Genova: Belirli bir hayran kitlesine sahip olsa da, benim daha önce hiçbir filmini izlemediğim, eski İstanbul Film Festivali kazananlarından Michael Winterbottom'ın son aile dramı "Genova". Colin Firth ve Catherine Keener'a, 17 yaşındaki Willa Holland ve onun yarı yaşındaki Perla Haney-Jardine eşlik ediyor. Annelerinin ölümünden sonra babalarıyla birlikte bir yıl geçirmek üzere Cenova'ya taşınan iki kızın çatışmaları merkezli bir film. İkisinin de ayrı sorunları var. Biri ergenliğinin, diğeri ise çocukluğunun bunalımlı dönemlerini yaşıyor. Büyüklerin ise apayrı sorunları mevcut. Festivalde izlediğim filmleri beğenme sırasına göre sıralarsam en altta durur "Genova". Ama bunun tek nedeni, diğerlerinin çok iyi filmler oluşu.


Entre les Murs (The Class): Yukarıda belirttiğim gibi Cannes ile aynı fikirde olduğum bir ana rastlamak oldukça düşük bir ihtimal. Fakat bu yılın Altın Palmiyeli filmi "Entre les Murs"ü seyrettiğimde, mükemmel bir film seyrederken ve kararı desteklerken buldum kendimi. Yıllar sonra ödülü ülkesinde bırakan Laurent Cantet çok iyi bir iş çıkarmış. Başroldeki François Bégaudeau dışında tamamen amatör bir kadro ile çoğunluğu bir sınıfın duvarları arasında çekilen filmde 13-14 yaşındaki Afrika, Asya ve Ortadoğu göçmenleriyle dolu bir sınıfın Fransızca derslerini izlerken, ortaokul ve lise yıllarıma dönüp, öğretmenlerimize acıdım gerçekten. Politikadan futbola, edebiyattan felsefeye milyonlarca gönderme barındıran; esprilerle dolu, gerçeğin ta kendisi bir film "Entre les Murs". 31 Ekim'de vizyondaymış, mutlaka görün.


Towelhead: "Six Feet Under" dizisinin ve "American Beauty"nin senaristi Alan Ball'un Alicia Erian'ın romanından uyarlayıp yönettiği bu bağımsız film; Amerikalı annesinin yanından Texas'ta yaşayan Lübnanlı babasının yanına taşınan ve ergenliğini en uç noktalarda yaşayan bir kızla ilgili. Jasira rolündeki Summer Bishil 20 yaşında olmasına rağmen, cinselliği en ilginç ve en kötü şekilde keşfeden ve deneyimleyen 13 yaşındaki bir kız rolünde çok inandırıcı ve başarılı. Jasira'nın gel-gitli kabus babası rolünde Peter Macdissi ve yan rollerdeki Aaron Eckhart, Toni Collette ve Maria Bello da filme çok yakışmış. ("Merhaba!?!?")


Bir hafta boyunca Emek sinemasına taşınıp durmak bir yana, saatleri uymadığı için göremediğim ve üzüldüğüm 3 film de oldu aslında: Anne Hathaway'li Jonathan Demme filmi "Rachel Getting Married", Amerikan bağımsızı "Choke" ve Norveç filmi "O'Horten".

Son olarak, film festivallerinin vazgeçilmezlerinden biri benim için Levi's reklamları oldu artık. Filmekimi 2008'de Levi's her zamanki gibi tutku dolu ve estetik reklamıyla; bu kez "Live Unbottoned" sloganıyla masumiyet kokan bir reklam filmiyle hayran bıraktı beni kendisine.

3 yorum:

Benay dedi ki...

kaçırdığım ve hala izleme fırsatı bulamadığım filmler var benim ama malum öğrencilik paramızın yettiği kadar gidip sonra eksikleri kapatıyoruz. bu seneki festivaller için şimdiden heyecanlıyım :)Filmekimi'e gidip de Denizkızı'nı ve Küçük Deniz Kızı Ponyo'yu görmemene üzüldüm benim Filmekimi keyfimi Happy-Go-Lucky ve Frozen River'la 4'e katlayan filmlerdi onlar da...

Emre dedi ki...

bloggerımız hakkında bilinmesi gerekenler no:4567865 - uzakdoğu sineması ve anime'den hazzetmez :P

denizkızı'nı neden seyretmedim bilmiyorum. iki filmin isim benzerliği nedeniyle ön yargılı yaklaşmış olabilir ya da dikkatimden kaçmış olabilir :)

Benay dedi ki...

uzakdoğu sineması ve anime'den ben de pek hoşlanmam ama bazen önyargılı olmayıp izlemek iyi oluyor:) uzakdoğu sinemasından bir iki isim takip ederim zaten biri de miyazaki artık:)

denizkızı'na gelince... gözünden kaçmış olabilir aslında filmin ilgimi çekme sebebi görsel olarak amelie'yi andırıyor diye yazılmasıydı... aslında alakası yoktu ama iyi ki gitmişim dedim :D