10 Aralık 2008

"The Fall" üzerine...

Seyretmemin üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen hâlâ etkisinden çıkamadığım bir film "The Fall". 27.İstanbul Film Festivali'nde gözümden kaçmış olmasının büyük üzüntüsü içindeyim gerçekten. Sinema eleştirisi literatüründe klişeleşmiş bir laf olan "görsel şölen"i kullanıp basitleştirmek istemiyorum filmi ama gerçekten yarattığı o masalsı, o gerçeküstü, o absürd ve o büyüleyici ortamla, dünyanın en güzel yerlerini bir bir ve tüm gerçekliğiyle perdeye taşımasına, filmi kare kare dokuyan o hayal gücüne, kostümlere, mekanlara ve repliklere hayran kalmamak mümkün değil.

2000 yılında Jennifer Lopez'li "The Cell" ile sinema dünyasına garip bir giriş yapan Hintli yönetmen Tarsem Singh'in 3-4 yılda tamamladığı bir film "The Fall". Film "presented by David Fincher and Spike Jonze" yazısıyla başlıyor. İki yönetmenin filmi 'sunması' hiçbir ticari amaç gütmeden, sadece filmi çok beğendikleri için isimlerinin kefil olarak kullanılmasına izin vermeleri sonucu olmuş. Filmin bir eleştirisinde bu durumla ilgili şöyle denmiş:

"Maybe all you need to know about "The Fall" is that it’s “presented by” David Fincher and Spike Jonze. You know, those guys who fuck with our brains in the name of entertainment, and we love them for
it
. And we love them for it because they take movies to new places, expand our ideas about what movies
can and should do. Fincher’s "Fight Club" and "Seven", Jonze’s "Being John Malkovich" and "Adaptation"... and now this one, Tarsem Singh’s "The Fall"."

Tarsem Singh, filmin çekimleri için 14 ayrı ülkeye gitmiş ve gerçekten görsel anlamda dünyanın en güzel noktalarını bir bir bulup filmine yerleştirmiş. 3 saniyelik bir piramit görüntüsü için arşivden bir resim kullanmak yerine tüm ekibiyle Mısır'a taşınmış örneğin. Arjantin, Bolivya, Çek Cumhuriyeti, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Fiji, Fransa, Hindistan, İspanya, Kamboçya, Mısır, Namibya ve Türkiye... Görüntülerin büyük bir kısmı "dünyada böyle yerler de mi varmış?" dedirten cinsten mimari harikalar ve büyük çoğunluğu Hindistan'ın Rajasthan bölgesinde. Türkiye'ye ise bir Ayasofya sahnesi için gelmiş Singh ve ekibi. (Kare kare, hangi görüntünün neresi olduğunu araştırmış olan çılgın bir arkadaşımız için...)


Film, farklı yer ve zamanlarda, farklı nedenlerle gerçekleşen iki düşüşün ardından bir hastanede yolları kesişerek arkadaş olan bir adam (Roy), küçük bir kız (Alexandria) ve ikisinin yarattığı bir masal üzerine. "Pushing Daisies"in 'piemaker'ı Lee Pace ve 1997 doğumlu şirinlik abidesi Romanya asıllı Catinca Untaru çok güzel bir uyum yakalamışlar. Hele ki küçücük kızın o doğal oyunculuğu tapılası.

İki karakterin izleyene keyif veren dostluğunda, herkesin kendi çıkarları söz konusu aslında. Bu nedenle de Roy'un Alexandria'ya anlattığı masal "Wizard of Oz"u ya da ne bileyim "Pan's Labyrinth"i anımsatan gerçekle içiçe bir hikayeye dönüşüyor. Gerçek hayattan karakterlerin boy gösterdiği, fantastik bir olaylar dizisine... Ya da okuduğum başka bir eleştiride dendiği gibi Alexandria ya da Roy'un ruh hallerine göre "customization"a uğrayan bir masal bu. Ve yönetmen bu masalı anlatırken; sinema tarihine, mitolojiye, sanata, oraya-buraya yüzlerce gönderme ile süslemiş filmini. Örneğin "Frida"nın beyin ameliyatı sahnesini birebir kopyalamış. Ya da filmin afişi örneğin, Salvador Dali'nin "Il Volto de Mae West" eserinden esinlenilerek yaratılmış.


Filmin Beethoven'ın 7. senfonisi eşliğindeki siyah-beyaz bir kaza sahnesiyle olan açılışı bile yetiyor önünüzdeki 2 saat boyunca nasıl bir şeyle karşı karşıya kalacağınızı anlatmaya. "The Fall"da kan daha kırmızı, aşk daha masalsı... Yüzen filler şaşırtmıyor sizi. Çoğu Alexandria'nın masumiyetinden, saflığından, bozuk İngilizcesinden ve zekasından kaynaklanan çok kaliteli ve çok komik espriler güldürürken film boyunca, filmin en dokunaklı yerlerinde de gözyaşlarına boğuluyorsunuz.

Hayatımda seyrettiğim en güzel filmler listesine rahatlıkla, hiç tereddüt etmeden sokabileceğim bir film "The Fall". Tarsem Singh'in aynı kalitedeki ve aynı masalsılıktaki filmlerini heycanla bekliyorum.

Alexandria: I don't like this story! Why are you making everyone die?
Roy: Because.... everything dies.

1 yorum:

farawaysoclose dedi ki...

demiştim di mi :)
http://farawaysoclose-farawaysoclose.blogspot.com/2008/11/d-gibi-d.html