28 Haziran 2010

Efes Pilsen One Love Festival 9'un Ardından...

Bu yıl 9. kez düzenlenen ve 19-20 Haziran'da (birkaç ay içinde okulum demeye başlayacağım) Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsünü bir karnaval alanına çeviren Efes Pilsen One Love Festival'a bu yıl ilk kez, o da limitli bir şekilde, katılma fırsatı buldum. Hayati Krizi ile başlayan, yağmur krizi ile devam eden ve muhteşem birer Sophie Ellis Bextor ve The Ting Tings performansı ile sonlanan festivalin havasını soluduğum 4-5 saat boyunca benim de hem yüzümü güldüren, hem de canımı sıkan yönleri oldu. Buyrun, izlenimlerim:
Festivalden yaklaşık bir hafta önce, Efes Pilsen One Love Festival 9'un basın bülteni, sosyal medya başta olmak üzere gündeme bomba gibi düştü: Hayati'ler adı verilen görevli gençlerimiz, katılımcıların yarışmada kazandığı birer servis olarak hizmet verecek, şanslı izleyiciler sahneyi görebilsin diye onları omuzlarında taşıyacak, tuvalet ve yiyecek/içecek sıralarında onlar yerine bekleyeceklerdi. Üstelik bu durum festivalin en büyük hizmeti olarak lanse edilmekte, Hayatiler üzerinden festival pazarlanmaktaydı. Bülteni okuyan her bilinçli insanın "modern çağda kölelik" temalı yorumlar yapmasına neden olacak kadar yanlış bir uygulama, ya da yanlış bir kendini ifade ediş biçimi vardı ortada. Efes Pilsen One Love Festival sayfası, @EfesPilsen ve @efesonelove durumun sosyal medya dışında fazla büyümesine fırsat vermeden geri adım attı. Ya da daha doğru bir tabir ile "Çevir kazı yanmasın." metoduna başvurdu. Reklamın iyisi kötüsü olmazdı aslında, bu kölelik yakıştırması bir hafta içinde unutuldu, yerini alan şeyse festival coşkusu oldu.

Festivalin ilk gününe; bir Chopin resitalini yeni tanışacağım ve hakkında hiçbir fikrim olmayan gruplara tercih ettiğim için katılmadım. Bu ilk günün kaçırdığım önemli grupları arasında; müzik zevkine çok güvendiğim hunterofphoenix tarafından çok beğenilen The Whitest Boy Alive; ve gördüğüm/duyduğum kadarıyla görsel bir şölen vadeden, ama genelde müzikal yetenekleri bu renk ve ışığın arka planında kalan Fischerspooner ve birçokları tarafından heyecanla beklenmiş olan Groove Armada bulunuyordu. The Whitest Boy Alive'ın fotoğraflarına (yukarıda) bakıyorum da şimdi (albümlerini de en kısa zamanda dinlemeyi görev edindim kendime), giyim tarzlarından bile anlıyorum tam benlik bir grup olduklarını.


İkinci gün ise Babalar Günü ve sonrasında yağmurdan tırsmam sebebiyetiyle evden geç çıkmam nedeniyle anca saat 6 gibi festival alanına ulaşabildim. Şöyle ki, enim evden çıkamama engel olan yağmur festival alanında İlhan Erşahin sırasında etkisini göstermiş ve Hayatiler yağmurluklarla (ücretli mi değil mi emin değilim, ama ücretlidir herhalde) insanların imdadına yetişmiş. Bu noktada beni "Yağmur burada da başladı. Ama çok güzel. Don't be a pussy." mesajı ile gaza getiren hunterofphoenix'e tekrar teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü kendisi olmasaydı One Love millisi olmamış olabilirdim henüz.


One Love, daha servislerine bindiğim anda kalbimi fethetmişti, çünkü servisler ücretsizdi. Girişe geldiğimde ise, bu kez giriş düzenine hayran kaldım. Benim davetiyem var, benim iki günlük biletim var, benim biletim var ama evde, ben içerden çıkmıştım yeniden giriyorum şeklindeki farklı kombinasyonlarla çeşit sayısı iki basamaklı sayılara ulaşabilecek insan gruplarını kategorize ederek giriş sağlayan güzel bir düzende çıkabilecek sorun sayısı minimize edilmeye çalışılmıştı. Organizasyon ile ilgili söylenebilecek tek olumsuz şey sanırım bira fiyatları ile ilgiliydi. Sevgili Efes Pilsen, bir Türk markası olarak, Türk gençlerine Türkiye'deki bir festivalde -ki uçuk bilet fiyatları ödeyerek ayağına gelmiş insanlar olurlar- 40'lık birayı neden 6 TL'ye satarsın? Hem de bu insanlar birkaç hafta önce Freshtival'de 50lik Miller'ı 5 TL'ye içmişken ve herhangi bir gece dışarı çıkması halinde 70'lik birayı 6 TL'ye içebiliyorken...

Diğer yandan festivalin ortamına ise diyecek söz bulamıyorum. Hayatımda gördüğüm en renkli, en pozitif, en güzel, en eğlenceli insanlar biraradaydı. Festival dışındaki hayatta nerede bu insanlar dedirtti etrafımda gördüklerim. Elimde rengarenk fırıldağım, festivalin adına layık bir şekilde fazlasıyla aşık olası gelmiş bir modda dolaştım sahneye odaklanmam gerekene dek. (Ki Sophie Ellis Bextor sahnedeyken bir ara tuvalete bir gezi düzenlemem gerekti, o sırada da bazı SEB şarkılarını etrafımdaki güzel insanlara hayran hayran bakarak arkadaşlarımdan uzaklarda söyledim.) Festival alanı bedavacılar için de tam bir cennetti: USB bileklikler, parmaklıklı gözlükler, boyna asmalık ve çakma bagetlerle vurulması halinde vuvuzeladan daha sinir bozucu bir ses çıkaran çakma davullar, Mariachi Dark ikramları ve bilimum sponsorun promosyon ve etkinlikleri iki gününü Santral'de geçiren insanları baya bir oyalamış olsa gerek.


Derken lise yıllarımın popçu ve rockçı arasında gidip gelen bünyesini dans hitleri ile daha da kavram karmaşasına çeviren, dilimden düşmeyen şarkıları ve bacakları ile bir zamanlar çok sevdiğim, şimdiyse dünya ahiret bacım olan Sophie Ellis Bextor sahneye çıktı. Kendisi hakkında kötü bir şey yazmamam konusunda tehditler aldım, ama zaten kötü ne yazabilirim ki... Gerek ultra mini eteği, İngiliz beyazı teni ve upuzun bacakları ile fiziksel anlamda; gerekse yeni albümünden şarkı söylemek için izin istemesi, "you've been such a great date, hope you will ask me out again" gibi laflarıyla duygusal anlamda fethetti seyircisini. "Murder on the Dancefloor", "Get Over You" ve "Groovejet" gibi olmazsa olmaz hitleriyle coşturdu. Yine de "I Can't Change You" gibi çok şirin ve sevdiğim bir şarkısını söylemedi (ya da ben o sırada işiyordum) ve kırdı beni.

Ardından festivalin son bombası The Ting Tings aldı sahnedeki yerini. Hatta pat diye bitiverdiler sahnede. İkilinin performansını bir endüstri mühendisi olarak "multi-tasking"in dalağını yarmış ve sahne optimizasyonunun kralını gerçekleştirmiş olarak tanımlayabilirim. Katie White ablamız elinde gitarı oradan oraya hoplayıp zıplarken, eğlenceli şarkıları ardı ardına sıralarken, arada gümbür gümbür davulunu çalarken ve Mika kadar olmasa da şirin bir Türkçe ile "Türkçem bok gibi. O yüzden susucam ve sizi dans ettiricem." gibi cümleler kurarken; Jule de Martino abimiz hem vokallerde sesini duyurup hem de davulun başında boyunda gitarı asılıyken oturmayı başarıyordu. Tam festival ruhuna uygun, eğlenceli bir seçimdi ana grup olarak The Ting Tings. "Shut Up and Let Me Go" ve "That's Not My Name" ile seyircinin çığlıkları da tavan yaptıktan sonra ise bir hüzün çöktü Santral'e. Birkaç parti vardı ufukta, ama insanlar yorgun ya da kalmaya hevesli olmalarına rağmen erken uyanmak zorundaydı Pazartesi sabahına.

Efes Pilsen One Love Festival, çok eğlenceliydi. 10.sunda da Efes adını kullanabilmesini diliyorum. Bir festival daha böylece bitmiş oldu. Sırada birçok etkinlik var ama benim için sırada ne var, zaman gösterecek.

Fotoğraflar için yıldızlaşma yolunda emin adımlarla ilerleyen fotoğrafçı Emircan Soksan'a teşekkürler!

Hiç yorum yok: