21 Nisan 2010

29. İstanbul Film Festivali'nin Ardından... Vol.2

Yazının ikinci bölümünde, festivalin ikinci haftasında izlediğim filmler geliyor:

"Bal" (Yön: Semih Kaplanoğlu) - Türkiye: Festivaldeki tek gösterim programıma uymamış olsa da, festival sırasında vizyonda oluşu sayesinde izleyebildim "Bal"ı da. Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesinin son filmi, ne "Süt" kadar güzel, ne de "Yumurta" kadar sıkıcıydı. Karadeniz'in doğal güzellikleri ve Bora Altaş'ın yeteneği göz kamaştırırken, üçlemenin zamansız ve mekansız bütünlüğü de puzzle'ın son parçası ile tamamlanmış oldu. 60. Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı ile dönen Kaplanoğlu'nun dört yıla yayılan projesinden sonraki adımı heyecanla bekliyoruz.

"Last Station" (Yön: Michael Hoffman) - İngiltere: Festivalin Uluslararası Yarışma'sında yarışan, oyuncuları Helen Mirren ve Christopher Plummer'a birer Oscar adaylığı getiren film, ünlü Rus yazar Tolstoy'un son yıllarında karısı, felsefesini kendinden çok belleyen ve onu saplantı haline getiren müritleri ve mirasının akıbeti üzerineydi. Festivalde uğradığım en büyük hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim filmin. Zira ne oyuncuların performansları Oscar adayı olacak kadar güçlü, ne de yönetmenin tercihleri ilginçti. (Not: İnsanlar sinemada (hele ki festivalde) film izlemeyi, evinde film izlemekle karıştırmamalılar. Birbirleriyle, cep telefonu ile, hatta filmin karakterleriyle konuşmamalılar. Hele ki 40'lı yaşlardaysalar bunu öğrenmiş olmalılar.)

"Wszystko, co kocham" (Yön: Jacek Borcuch) - Polonya: Yine bir Uluslararası Yarışma filmi. Yönetmen, ailelerinin politik görüşleri kaderlerini etkileyen liseli gençlerden oluşan bir alternatif müzik grubunun festival ve ünlü olma hayalleri ile Polonya'nın komünizm etkisinde geçirdiği yıllardaki politik gerilimi harmanlamış. Çok da güzel başarmış bunu. Film geçtiğimiz yılın Norveç yapımı "Mannen som elsket Yngve"yi andırdı bana. Gençliği ve özgürlüğü çok güzel anlatan sıcak bir film çıkmış ortaya. Filmin ardından yapılacak söyleşiye yapımcısıyla içmeye giderek ortadan kaybolan yönetmenin katılamaması komikti. Fakat bunun açıklanmasından sonra "Gerçekleri bu kadar çarpıtan bir film yaptığı için buraya çıkmaya yüzü yoktur da ondan." sözleriyle isyan eden komünist arkadaşımızın tavrı ise gereksizdi. Her ne politik düzende/ortamda olursa olsun; halkını, gençlerini, onların hayallerini, müziğini kısıtlayan, yasaklar getiren rejim ve onun piyonları kötüdür. Ve politik gücü eline geçiren her görüş bunu yapmıştır. Gerginliğe gerek yoktur.

"J'ai tué ma mère" (Yön: Xavier Dolan) - Kanada: Bırakın festivali, hayatımda gördüğüm en iyi, başarılı, güzel ve gerçekçi filmlerdendi "J'ai tué ma mère". 1989 doğumlu Kanadalı Xavier Dolan, yazdığı, yönettiği ve başrolü oynadığı filmi ile geçtiğimiz Cannes Film Festivali'nden 3 ödülle döndü ve Kanada'nın Oscar aday adayı olmayı başardı. Kendisi gibi eşcinsel bir liseli gencin, annesine olan nefretini ve hayata olan isyanını konu alıyor film. Xavier Dolan'ın ve annesi rolündeki Anne Dorval'in oyunculukları, filmin senaryosu ve kurgusu, gerçekleri tüm şiddeti ve boktanlığıyla izleyenlerin yüzüne vurmasıyla dört dörtlük; mükkemmel bir filmdi bence. Aynı konuyu baba-oğul ilişkisi üzerinden anlatan "C.R.A.Z.Y." sonrası, Quebec sinemasının Avrupa sinemasına yakınlığını bir kez daha kanıtlamış oldu "J'ai tué ma mère". (Not: Xavier Dolan, önümüzdeki ay ikinci filmi "Les amours imaginaires" ile yeniden Cannes Film Festivali'nde yarışacak.)

"Kosmos" (Yön: Reha Erdem) - Türkiye: Geçtiğimiz Ekim ayında Antalya'da En İyi Film ödülünü "Bornova Bornova" ile paylaşan Reha Erdem imzalı "Kosmos", eleştirmenlerin ve sanatsal yönü ön plana çıkan filmlerin tutkunlarının bayıldığı bir film olsa da; Reha Erdem'in gitgide benden uzaklaştığını kanıtladı. "Hayat Var"dan sonra "Kosmos"un da en iyi yanı sesleri kullanımı idi. Mistik, şamanist ve boğucu konusu nedeniyle beni oldukça sıkan film; ne oyuncularının (çok iyi olan) performanslarını, ne Kars'ın harikulade doğasını, ne Florent Herry'nin görüntülerini, ne de senaryoda yatan o alt metinleri takdir edebilmeme sebep oldu. Filmden sonra Reha Erdem ile yapılan söyleşide tüm bu düşüncelerimin kat kat olumsuzunu, hem de terbiyesiz bir şekilde yönetmene sövercesine bağıran hatuna ise söyleyecek söz bulamıyorum. Bu kez bana (ya da sana) hitap etmemiş bir film yapmış olabilir Reha Erdem, ama bu ne onun Türk Sineması'nın en iyi yönetmenlerinden biri olduğu, ne de "Kosmos"un çok başarılı bir film olduğu gerçeğini değiştirir. "Çektiğiniz bu sıkıcı filmleri çok beğeniyorsanız, kendi kendinize çekip, gidip evinizde seyredin." diyen hatunun aksine, daha terbiyeli bir seyircinin görüşlerine ise katılmaktayım: "Ben 'A-Ay'daki, 'Kaç Para Kaç'taki Reha Erdem'i özlüyorum" dedi kendisi. Ben de diyorum ki: Ben "Korkuyorum Anne" ile tanıdığım Reha Erdem'in gitgide benden uzaklaştığını görüyor ve onu özlüyorum.

"Beş Şehir" (Yön: Onur Ünlü) - Türkiye: Daha sevdiğim yönetmenin yasını tutmaya başlayamamıştım ki, "Beş Şehir"i izledim. Onur Ünlü'nün Antalya'dan En İyi Senaryo ödülü ile dönen filmi "Beş Şehir", beş karakterinin kesişen öyküleri üzerinden akan, ölümün ansızınlığına yazılmış bir destan resmen. Tansu Biçer, Ahmet Rıfat Şungar, Beste Bereket, Ege Tanman, Bülent Emin Yarar... Yaşı ne olursa olsun, bu kadar kalburüstü oyuncunun bir arada olması bile yeterken iyi bir film için; yönetmeni de Onur Ünlü. Film boyunca nefes nefese, paranoyakça, arada zekice yazılmış esprilere gülerek izliyorsunuz. Ta ki filmin başlarında duyup filme güzel gittiğini düşündüğünüz Ahmet Kaya şarkısı "Beni Vur" ikinci kez çalana kadar... O an geliyor, ki bunun filmin finali olduğunu anlıyorsunuz, hıçkırarak ağlıyorsunuz oturduğunuz yerde. Evet, Onur Ünlü "Polis" ve "Güneşin Oğlu" sonrasında, üçüncü filmi ile en sevdiğim Türk Yönetmen ünvanını aldı Reha Erdem'in elinden. "Beş Şehir" vizyonda. Mutlaka izleyin.

"Eu cand vreau sa fluier, fluier" (Yön: Florin Serban) - Romanya: Genç yönetmen Florin Serban'a Berlin'de Jüri Özel Ödülü kazandıran ilk uzun metrajlı filmi, hapishanedeki son haftasında nefret ettiği annesinin ortaya çıktığını ve kendi ellerinde büyüyen kardeşini yurtdışına kaçıracağını öğrendiğinde deliye dönen genç bir mahkumu konu alıyor. Yılın "Un prophète" ve "Celda 211" ile birlikte üçüncü önemli hapishane temalı filmi bu. İlk filmiyle çok iyi iş çıkaran yönetmeni kadar genç oyuncusu George Pistereanu da dikkat çekici.

"Celda 211" (Yön: Daniel Monzón) - İspanya: Goya Ödülleri'ni silip süpüren bir başka hapishane filmi "Celda 211", gardiyan olarak işe başlamadan bir gün önce iş yerini ziyarete giden genç bir adamın öyküsünü anlatıyor. Başına aldığı darbe sonucu revire götürülmek yerine boş bir hücreye yatırılan ve bu sırada çıkan isyan sonucu içeride mahkumlarla beraber kilitli kalan Juan, olaylar kızıştıkça onlardan biri haline geliyor. İnsan doğasını, insanın canavarlaşma sürecini mükemmel bir şekilde ele alan filmde Albeto Ammann ve Luis Tosar'ın oyunculukları takider değer.

Devamında: Festival Ödülleri

1 yorum:

mustafa dedi ki...

gidemedim isleyemedim ama en cok celda 211 ve kosmosu merak ediyorum