20 Nisan 2010

29. İstanbul Film Festivali'nin Ardından... Vol.1

29. İstanbul Film Festivali, katıldığım festivaller arasında en çok aklımda kalacak, en çok hatırlanmaya değer festival olacak büyük ihtimalle. "Emek Sineması Yıkılmasın!" protestolarıyla, 20'ye yakın film izlemeyi başarsam da ağlayarak elediğim onlarca filmden oluşan mükemmel seçkisiyle, önümüzdeki yıllarda koltuklarında oturamama tehlikesi bulunan birbirinden güzel salonlarıyla ve nedendir bilinmez sürekli gergin seyircisiyle ilginç bir festivaldi. 2 Nisan gecesi Lütfi Kırdar'da "Le concert" filmi ile ve Emek Sineması için çalan borazan sesleriyle açılan festival, 17 Nisan gecesi verilen ödüller ve 18 Nisan günü Taksim'in görüp göreceği en entel protesto yürüyüşü ile yine Emek Sineması çığlıklarıyla son buldu.

Yazının ilk bölümünde, festivalin ilk haftasında izlediğim filmleri bulacaksınız.

"Le concert" (Yön: Radu Mihailaneu) - Fransa: Festivalin açılış filmi, politik sebeplerle dağılmış olan Bolşoy Filarmoni Orkestrası'nın yıllar sonra yeniden biraraya gelip, sahte kimlikleri ile Paris'te bir konsere çıkma maceralarını konu alıyordu. Rusya/Fransa ortak yapımı filmin çoğunluğu Rusça olsa da bunun Fransızca dublaj ile gösterilmesi filmin orijinal kopyasından mı, yoksa İKSV'nin tercihi mi bilemiyorum fakat çok rahatsız ediciydi. Diğer yandan film; gerek güzel esprileri hüzünle harmanlamayı, gerekse iyi müziği iyi sinemayla buluşturmayı oldukça başarmıştı. "Inglourious Basterds" sonrası Mélanie Laurent'ı bir kez daha izlemek de cabası...

"Svetat e golyam i spasenie debne otvsyakade" (Yön: Stephan Komandarev) - Bulgaristan: 2009 Oscarları'nda En İyi Yabancı Film dalında 9 filmden oluşan kısalisteye kalmayı başarsa da finale kalamamış bu film, hafızasını kaybeden Bulgar bir gencin, dedesinin yardımıyla geçmişini hatırlayışını ve anavatanına dönüşünü anlatıyordu. Tavla, tarih, politika ve Avrupa manzaraları ile bezeli film 2009'un en başarılı Avrupa filmlerinden oldu benim için. Filmden ilham alan SİYAD üyelerinin, festivalin konuğu olan film ekibi ile tavla turnuvası düzenlemesi ise gayet manidar oldu.

"Me and Orson Welles" (Yön: Richard Linklater) - ABD: Romantik 21. yüzyıl gençlerinin hafızalarında "Before Sunrise" ve "Before Sunset" gibi iki film ile yer etmiş olan Richard Linklater, son filminde 20. yüzyılın başlarındaki New York'a uzanıyor. Orson Welles'in tiyatrosunda bir anda yıldızı parlayan bir genç tiyatrocuyu ve kendisinden oldukça büyük olsa da hoşlandığı genç kadını merkezine alan film Orson Welles'in egosuna bir güzelleme niteliğinde. Zac Efron, bir Disney starletinden (evet, kelimenin kadınlar için kullanıldığını biliyorum) ibaret olmadığını "Hairspray" sonrası bir kez daha kanıtlıyor. Orson Welles rolünde inanılmaz performansı ile Christian McKay de oldukça dikkat çekici.

"El baile de la Victoria" (Yön: Fernando Trueba) - İspanya: İspanya'nın bu yıl, Goya başta olmak üzere ülkesinin tüm ödüllerini silip süpüren ve yine festivalde izlediğim "Celda 211"i sollayarak Oscar aday adayı olarak seçtiği film beni (olumsuz yönde) şaşırttı. En İyi Yabancı Film seçilen Arjantin filmi "El secreto de sus ojos"un başrolünde de izlediğimiz Ricardo Darín'i başrolde izlediğimiz film konuşamayan ve dansçı olma hayalleri ile yanıp tutuşan kimsesiz bir kız, ona aşık hapisten yeni çıkmış ve zengin olma hayalleri ile yanıp tutuşan genç bir çocuk ve hapisten çıktığında geride bıraktığı hayatına, karısına ve oğluna geri dönme hayalleri ile yanıp tutuşan eski bir mafya liderinin kesişen hikayelerini anlatıyor. Çok fazla şey yapılmaya çalışıp, oratay güzel değil gülünç bir iş çıkmış gibi geldi bana ne yazık ki. (Filmin adının "El caballo del Angel" olması daha uygun olurmuş.)

"Chloe" (Yön: Atom Egoyan) - Kanada: Geçtiğimiz yılki festivalde "Adoration" ile gözlerimi kamaştıran Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan; Julianne Moore, Liam Neeson ve Amanda Seyfierd'i buluşturan son filmi ile de beğenimi kazandı. Kocasının kendisini aldattığı şüphesi ile bir fahişe kiralayan bir kadının kendini ve ailesini karmakarışık ilişkilerin ve akıl oyunlarının içinde bulmasını konu alan sürükleyici bir film "Chloe". Gerek Chloe rolündeki Amanda Seyfierd, gerekse her rolde büyüleyen Julianne Moore bir yana; genç oyuncu Max Thieriot dikkat edilmesi gerekn bir isim olduğunun sinyallerini veriyor filmde. 2010 Oscarları'nda filmin adı duyulabilir, benden söylemesi.

"Whip It!" (Yön: Drew Barrymore) - ABD: İlk filmini çeken oyuncu Drew Barrymore, filminde küçük bir kasabada yaşayan, patenci olma hayallerinin peşinden giden bir genç kız üzerine. Ellen Page ve Marcia Gay Harden'ın varlığı filmin ciddiye alınabilmesinin en büyük nedenlerinden. Eğlenceli, hareketli, komik bir film "Whip It!"
"Lebanon" (Yön: Samuel Maoz) - İsrail: Venedik Film Festivali'nin galibi "Lebanon", 2008 yapımı animasyon-yabancı dilde - belgesel "Vals im Bashir"in minimalist ve klostrofobik versiyonu gibi. Lübnan işgali sırasında İsrailli askerlerin psikolojisine odaklanan ve bunu tek bir tankın içindeki 4 asker üzerinden yapan film, (olumlu yönde) bunaltıcı ve rahatsız edici bir film. Amacı savaş psikolojisini seyirciye iletmek olan bir film için oldukça yerinde tercihler yapmış yönetmen. (Not: Merakla beklediğim, Oscar adayı, festivalin diğer önemli İsrail yapımı "Ajami"yi ne yazık ki izleyemedim.)

"Fish Tank" (Yön: Andrea Arnold) - İngiltere: Halen izleyemediğim "Red Road" ile adını duyuran genç İngiliz yönetmen Andrea Arnold, Cannes'da ilgi çeken ikinci filmi "Fish Tank"te hiphop dansları ile ilgilenen 16 yaşındaki bir genç kızın dünyasına götürüyor izleyenleri. Bu genç kız ve onun hayatına hem bir baba, hem de bir erkek figürü olarak bir anda giren annesinin sevgilisi adam arasındaki ilişkiyi merkezine alan film benim ilgimi çekmeyi ise başaramadı yeterince. Diğer yandan "An Education" günümüzde geçseydi, sanırım filmi böyle çekilirdi demek istiyorum.

"Perrier's Bounty" (Yön: Ian Fitzgibbon) - İrlanda: Cillian Murphy, Brendan Gleeson ve Jim Brodbent gibi 3 muhteşem oyuncuyu barındıran bu kara komedi, oldukça komik bir kaçma-kovalama hikayesi. İrlanda mafyasından kaçan, bunu yaparkense nedense başı beladan kurtulmayan genç bir adam ve belasına bulaştırdığı babası ve komşusunun eğlenceli hikayesi. (Not: Fazla biletimi satın alan ve yanıma oturan insan, beni bul, biletin üzerinde ismim yazıyordu zaten, sen de çok taştın.)
"Greenberg" (Yön: Noah Baumbach) - ABD: 2005'te "Squid and the Whale" ile bağımsız sinemada müthiş bir çıkış yakalayan Noah Baumbach, "Margot at the Wedding" sonrasında bu kez "Greenberg" ile yine ilginç karakterlere odaklanmaya devam ediyor. Ben Stiller'ın başrolünde olduğu ve çokça uçuk kaçık bir karaktere odaklanan film, beni hayal kırıklığına uğrattı. Baumbach'ın her filminde çıtayı düşürdüğünü düşünüyorum. (Not: Filmin afişi çok güzel.)

"Män som hatar kvinnor" (Yön: Niels Arden Oplev) - İsveç: İsveç edebiyatının dünyaca ünlenmesine neden olan Millenium serisinin ilk kitabından uyarlanan "Ejderha Dövmeli Kız", İsveç'in en önemli sinema ödülleri olan Guldbagge Ödülleri'ni silip süpürmüştü bu yıl. Oldukça uzun, karanlık, gerilimli ve her Nordic film gibi kasvetli olan film, kitaba oldukça sadık gözüküyor. Festivalde izleyebildiğim tek Nordic film olmasıyla da seçkimde özel bir yeri vardı filmin. (Not: Kitabın dünyaca ünlenmesi, Hollywood verisyonunun çekilmesini de hiç geciktirmedi. Düşünülen yönetmen David Fincher, başrol oyuncusu ise Carey Mulligan.)

Devam edecek...

Hiç yorum yok: