10 Temmuz 2009

Tosun Terzioğlu ve Çocukluğu

Sabancı Üniversitesi (SU), geçtiğimiz haftalarda benim de aralarında bulunduğum 7. lisans mezunlarını verirken 26 Haziran 2009'da SGM'deki kapanış dersimizi, kendisi de bu yıl okula veda edecek olan, rektörümüz Tosun Terzioğlu verdi. Terzioğlu, sahnede matematikçi kimliğiyle değil, eğitimci kimliğiyle vermeyi seçmişti rektörü olarak Sabancı Üniversitesi'ndeki son dersini. Konu, kendi eğitimiydi. (Kapanış dersinin geçtiğimiz Pazar günü Radikal İki'de yayınlanan bir özetine buradan ulaşabilirsiniz.)

Kendisini önce 7 ayrı yılda mezun olan 7 SU mezunu, sonrasında da Güler Sabancı takdim etti. Eski öğrencilerinin söyledikleri, Tosun Hoca'yı tanıyan herkesin katılacağı türden sözlerdi. Evet, o aramızda, bizden biri gibi yaşamıştı. -ki kendisiyle bir arada olduğumuz bu sondan bir önceki günde birlikte çektirdiğimiz fotoğrafta da kendisinin gayet cool olduğunu farkedebilirsiniz.

Diğer yandan kapanış dersinde Tosun Hoca'nın anlattıklarının bir çoğunu biliyordum. İlk duyduğumda, yaklaşık 2 yıl önce Okyanus'un 12. sayısındaki "Hoca Çocuklukları" köşesi için Irmak'la beraber oturmuştuk karşısına. Güzel bir nostalji oldu benim için. O röportaj şöyleydi:

Gazetelerde Sabancı Üniversitesi’ni ya da gündemi ilgilendiren konular hakkındaki fikirlerini beyan ederken gördük hep onu. Yemekhanede tepsisini kaldırırken ya da bisikletiyle kampusta gezerken karşılaştık onunla. Daha önce O hiç çocukluk anıları, cezaları, oyunları; kısacası 1940-1950li yıllarda çocuk olmak gibi konularda röportaj vermemişti. Bu sayımızda Hoca Çocuklukları köşemizde rektörümüz Tosun Terzioğlu’ nu ağırlıyoruz.

Ne zaman, nerede doğdunuz?
1942’de doğdum. Laleli’de oturuyorduk. Koska Caddesi, 10 numara… O kış çok soğuk geçmiş. Annem, ciğercinin önünde ayağı kayıp düşmüş. O yüzden zannediyorum 10-15 gün erken doğmuşum. Esasında ismim de oradan geliyor. Çok zayıfmışım erken doğumdan dolayı. Babam ‘bebekken baktığımız zaman arka taraf gözükürdü’ diye takılırdı hatta. İlk ismim olan Ahmet’te zaten karar kılmışlarmış. Ama sonraları babam ‘tosun gibi olacak’ diye diye Tosun diye kalmış.

Çocukluğunuz nerede geçti?
Laleli’de geçti çocukluğum. İlkokulum oradaydı, Koca Ragıp Paşa İlkokulu. Halen mevcut olan bir ilkokuldur. Ailenin tek çocuğuydum. Ama çocukluğumun büyük bir kısmı, yazları özellikle; benim çok sevdiğim, annemin memleketi olan Manisa’nın Turgutalp Köyü’nde geçti. Anneannemin, dedemin olduğu yerde… Orada oyun oynayarak, çayda balık tutarak, ninemin ineklerini sürüye götürerek.

Türkiye çok, çok daha fakir bir ülkeydi.

1940’larda çocuk olmak deyince, ne geliyor aklınıza?
Bir kere Türkiye çok daha fakir bir ülkeydi. Çok, çok daha fakir bir ülkeydi. Arsada oynamak diye bir şey vardı mesela. Sonradan anlıyorum ki, bizim arsa dediğimiz yerler yangın yerleriydi. Yani bir zamanlar yangın olmuş ve büyük bir arazi parçası öylece kalmış. İçinde hâlâ bina kalıntıları, dehlizler vardı. Dehlizlerde garip insanlar yaşardı, fevkalade fakir bir yerdi. Bizim Koska Caddesi’nin tam köşesinde bir çorbacı vardı. Şimdi artık çorbacı diye bir şey kalmadı. Orada sade suya çorba ve ekmek satılırdı. Daha sonra 1950’lere doğru pilav da satılmaya başladı. Çok fakir ve küçüktü İstanbul. Örneğin Mecidiyeköy’de kır kahveleri vardı. Yani, ‘şehrin dışına çıkıyorum’ derdin Mecidiyeköy’e gitmek için. İlk okuduğum gazete havadislerinden biri “Hacı Osman Bayırı’nda eşkıyalar yol kesti” idi. Hacı Osman Bayırı, bugün Büyükdere’yi Maslak’a bağlayan yol.Bugün eşkıya çıksa, ilk geçen arabanın altında kalır. Çok farklı bir Türkiye’ydi yani. Tempo çok daha yavaştı. İstanbul’dan Soma’ya gitmemiz, (Turgutalp Köyü Soma’ya bağlıdır) bir günümüzü alırdı. Vapura binip Bandırma’ya gidilirdi, Bandırma’dan trene binilirdi. Trenin tarifeye göre 5 saat sürmesi gerekirdi, ama ben hiç 5 saatte gittiğini hatırlamıyorum. 6 saatte gidersek ‘Baya iyi geldik’ derdik. Buharlı bir lokomotifti ve buharlı lokomotif Bandırma’dan rampayı çok zor çıkardı. Hatta gençler trenden atlayıp yanda yürürdü. Yaz günüyse, kenarlardaki erik ağaçlarından erik toplarlardı. Sonra da rahatlıkla trene geri binerlerdi.

Arsada oynardık dediniz. Ne tür oyunlar oynardınız?
Futbol! Küçük plastik topla… Zordu, çünkü arsalar düz değildi. Takım seçiminde ilk önce yokuş aşağı kimin hücum edeceği çok önemli bir şeydi. Hangisi daha avantajlıydı onu hiçbir zaman tam olarak çıkaramamıştık. Bana göre ikinci devre yokuş yukarı hücum etmek daha zordu. Onun dışında çelik-çomak oynardık. Bir de benim çok sevdiğim bir oyun vardı: Yağmurlu günlerden sonra o arsalarda, su birikintileri olurdu. Gölcükler oluşurdu. Bir gölcükten diğerine kanal açarak o suyun akışını seyreder, içinde bir şeyler yüzdürürdük. Yani çamurda oynardık. Su birikintisi dediğime bakmayın; çamurdu, başka bir şey değil. Okulun bahçesi vardı, ama okulun bahçesinde oyun oynamak kesinlikle yasaktı. Bir keresinde, 4. sınıfta orada futbol oynarken yakalanmıştık. Üstelik nöbetçi öğretmen Fatma Hanım da benim öğretmenimdi. Sert bir öğretmen olduğu için çok kötü oldu. İlkokulda epey ceza vardı ve o cezaların içerisinde dayak da vardı.

O zaman cezalarla ilgili sorumuza geçelim. Okuldayken ne tür cezalar aldınız?
Sert bir müdürümüz vardı. Değişik boyda cetvellerle döverek cezalandırırdı. Fakat maalesef, öyle alışmıştık ki bu cezalara, haksız olmadıkça fazla sesimizi çıkarmazdık. 50 santimlik cetvel cezası hak edecek bir kabahat yapmışsak -ki bu sırada doğru durmamak olabilir- onun yerine bir metrelik cetvelle dayak yersek ona kızardık. Ama tabii, ‘Müdürüm bu elli santimlik suçtu’ diyemezdik.

Matematiğe ilk katkım, hiç iyi karşılanmadı.

Matematik ilginiz çocukluktan mı geliyor?
Tabii, babam matematikçiydi. Ama matematiğe ilk katkım, hiç iyi karşılanmadı. Laleli’deki evimizde babamın bir çalışma odası vardı. Oraya benim girmemem tembih edilmişti. Çünkü babam orada ‘matematik’ yapıyordu. Böyle yasak şeyler cazip gelir çocuklara tabii, kilitli falan da değildi. Bir gün ben girdim oraya. Babamın masasına baktım, nefis kâğıtlar var. Kuşe kâğıdı olduklarını sonradan öğrendim. Ve Babam oraya çini mürekkebiyle çok dikkatli bir takım şekiller çizmiş. Geometrik şekiller… Geometri kitabı yazıyordu o sıralar. Çini mürekkebini de buldum; ben de bir şeyler çizdim! Derken elim çini mürekkebinin şişesine çarptı, onu da devirdim. Başka kâğıtlarla onu temizlemeye çalıştım. Hemen kaçtım oradan. O tarihlerde de bu kuşe kâğıdı, çok zor bulunan, çok pahalı bir şeymiş. Sonra babam geldi eve. Orayı gördü, berbat bir durumda. Tabii mürekkebin hepsini silememişim. Güzel bir masası vardı, ben evimde, kullanıyorum şimdi o masayı. O masanın içine nüfuz etmiş adamakıllı. “Nedir bu, ne yaptın sen?” dedi, “Matematik yaptım.” dedim. Matematiğe ilk katkım, biraz cezayla sonuçlandı. O masada hâlâ o leke duruyor, kaç yıl geçmesine rağmen, kaç kez cilalanmasına rağmen.

Küçükken akademisyen olmak ister miydiniz?
Annem de babam da üniversitede öğretim üyesiydi. Dolayısıyla üniversiteyle tanışmam 3-4 yaşında oldu diyebilirim. Geri dönüp bakınca “o zamandan belliymiş” diyebiliriz, evet. Ortaokul ve lise yıllarım Robert Kolej’de geçti. Oradaki hocaların bana koyduğu takma isim de ‘profesör’dü. 10-11 yaşlarındaydım İngilizce hocam bana bu ismi taktığında. Akademik kariyer kaderimde varmış. Bana yalnızca hangi alanda olacağını seçmek kaldı. Lisedeyken ne annem, ne de babam ‘akademik kariyer yapacak mısın?’ diye sormadı. Ama ne yapacaksın ki?
Annem fizyologdu, benim biyolog olmamı isterdi herhalde. Ama biyolojiye bir merakım yoktu. Tarihe merakım vardı, matematiğe vardı, bir ölçüde fiziğe ve arkeolojiye. Bir de denize… Gemi mühendisi olmayı hayal ediyordum. Ortaokul ve lise yıllarında bütün yazı sandalda geçirirdim. Kendi sandalım, ya da bir arkadaşın sandalı olurdu bu. Saha sonra motorlarımız vardı. Değişik arkadaşların 3 motoru. Devamlı onları tamir etmeye çalışır, bir tanesini çalıştırmayı başardığımız anda balığa çıkardık, olmazsa da kürekle çıkardık. İşte, bunlar arasında kaldım, sonunda matematiğe karar verdim. Son anda karar verdim hatta. Ve yurtdışında okuduğum o üniversiteyi de öyle bir seçtim ki, matematiğe gidiyorum ama istersem gemi mühendisliğine hemen transfer olabilirdim sene kaybetmeden. Ama birinci senenin sonunda sevdim bu işi. Üniversiteyi de sevdim, matematiği de.

Okumayı ne zaman öğrendiniz?
İlkokulda öğrendim. İlkokula da 2-3 hafta geç başladım. Annem-babam yurtdışındaydı. Yeni bir okuldu, sınıf çok kalabalıktı. 70 küsur kişiydik sınıfta. Ben en son geldiğim için beni bir 3 kişilik sıraya 4. kişi olarak yerleştirmişlerdi. Ben de en köşesindeyim, onlar şöyle bir kıpırdansa; düşerim diye çok korkardım.

Araştırdığımız kadarıyla kampusta sürekli bisiklete bindiğiniz söyleniyor, bu bisiklet sevgisi de çocukluktan mı geliyor?
Sürekli binmiyorum, havaya baksana. (Gülüyor) Bazen biniyorum evet. Bisiklet ilkokul dörtte alındı bana. Ve hep bisikletim vardı. Şimdi yapamıyorum tabii ama eskiden, 13-14 yaşındayken, direksiyonu tutmadan da sürebilirdim bisikleti. Ayrıca öyle giderken kazağımı da çıkartabilirdim. Birkaç sefer de düştüm tabii.

Futbol, bisiklet… Sporu severdiniz yani?
Evet, Robert Kolej’de de futbol oynadım. Bir ara atletizmle biraz uğraştım. Basketbol oynadım. Bir çok spor yaptım. Bir tanıdık beni 5 yaşından itibaren futbol maçlarına götürmeye başladı. Fenerbahçeli oldum. Çok küçüktüm, seyredip anlamaya çalışıyordum. Bir şeyler oldu, gol atıldı, Lefter attı. Herkes sevindi. Ben de sevindim ama Şevket Bey’i kaybettim ben. Beni o gol heyecanıyla tuttuğu gibi atmış bir tarafa. Bir baktım, bambaşka insanların arasındayım. Sonra geri verdiler beni.

Takma isminizin ‘profesör’ olduğunu söylediniz. Başka takma isminiz de var mıydı?
Biri de ‘eşkıya’ydı. Arkadaşlarım takmıştı. Dağda bayırda gezmesini severdim çünkü. Yani hırsızlık yaptığım için değil. Eskiden Boğaz’da çok boş arazi vardı. “Eskiden her taraf koruymuş” , onlar nostaljik yalanlar çoğu. Boğaziçi’nin üst kısımları tamamen boştu. Etiler diye bir şey yoktu. Ben de o dağ-bayırda gezmesini çok severdim. Ha bir de elimde sopa taşırdım. Çünkü yılan çıkardı ve ben yılandan çok korkardım. Hâlâ da korkarım. Bu yüzden adım ‘eşkıya’ kalmıştı.

Kavga eder miydiniz?
Mecbur kalmadıkça hayır… Ama kafam gözüm yarıldığı olmuştur. En kötüsü, bir kere bostan dediğimiz yerde, 14-15 yaşındayken futbol oynuyoruz arkadaşlarımızla... 3-4 arkadaşım fena halde kavgaya başladı. Aralarına girdim ‘durun yapmayın’ diye. Uf ne biçim dayak yedim. Herkes bana vurmaya başladı. Yok ama… Öyle çok kavgacı değildim. Ama kavga etmedim de diyemem.

Ben kendi çocukluğumdan memnunum.

Şimdiki çocuklara baktığınızda etraflarında internet, bilgisayar, televizyon... Öyle bir çocukluğunuz olsun ister miydiniz?
Ben kendi çocukluğumdan memnunum. Oyuncağımız dâhil her şeyimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Sen su kabağından gemi yapmayı biliyor musun? Ben biliyorum. Soma’da bir havuzumuz vardı, orada bir şeyler yüzdürmek istiyordum, ama yok öyle hazır bir şey. Su kabakları vardır, onların biçimli olanlarını gider dedemin tarlasından keserdim. Esasında kesmemem lazım, çünkü onlar tohumluktur. Dolayısıyla tohumluk pek kabak kalmazdı tarlada. Büyük olanlarını keserdim, oyardım. Ondan sonra yelken direği, uydurma bir yelken. Oradan, buradan… İyi güzel de, birkaç gün sonra kabak su çekmeye başlardı ve dağılırdı. Bu sefer de havuzu temizlemek gerekirdi.

Teşekkür Ederiz.

Emre Eminoğlu & Irmak Şişmanoğlu

(Bu röportaj Mart 2008'de Sabancı Üniversitesi Yayın Kulübü Okyanus'un çıkardığı "Okyanus" Dergisi'nin 12. sayısında yayınlanmıştır.)