28 Kasım 2010

Kuzeyden, Bölüm I: Moderna Museet - Stockholm

Nordic Kültürü hayranlığım, beni bir kez daha kuzeye savurdu geçtiğimiz tatilde. Paris'e uğradıktan sonra Stockholm-Kopenhag-Malmö güzergahında soğuk, dudak-çatlatan, saat-4'ten-sonra-karanlık ama dolu dolu bir gezi oldu. Wayne's Coffee'lerde wireless'a koştuğum, metro-tren-uçak üçlüsünü defalarca kullandığım, H&M'de umduğumu (bkz. indirim) bulamadığım, parama kıyıp ilk Björn Borg boxer'ımı aldığım ve Carlsberg'e ve sanata doyduğum bir gezi... Gezi notlarının bu ilk bölümünde Stockholm'ün sanat mabedi Moderna Museet koleksiyonu ile karşınızdayım:

Moderna Museet, Stockholm'ün eski depolarının bulunduğu yeni kültür adası Skeppsholmen'in üzerinde 1998 yılında açılmış, dünyanın en iyi koleksiyonlarından birine sahip olan modern sanat müzesi. Dışarıdan bakıldığında harika bir mimariye sahip, içeriden bakıldığında ise harika bir manzaraya... Moderna Museet'in mimarı ise Sydney Opera Binası projesinde de imzası bulunan Rafael Moneo.

Şehrin tüm karanlığına rağmen aydınlık bu müzede huzur buluyorsunuz sergi salonları arasında gezerken. Alt katta dev bir oditoryumda sinema etkinlikleri düzenleniyor, müzenin modern sanat koleksiyonunun yanısıra geniş bir fotoğraf ve film koleksiyonu bulunuyor ve pahalı olmakla beraber hoş bir restoranı var. Müzenin kalıcı koleksiyonunda dünya ve İsveç modern sanatının eşsiz örnekleri 1900-1945, 1946-1970 ve 1971-... şeklinde üç ana bölüme ayrılmış olarak giriş katında 3 ayrı salonda sergileniyor. Bu koleksiyon dışında, oldukça geniş bir geçici sergi salonu bulunuyor. Bu serginin ortalama bir lise kimya kitabı büyüklüğündeki kataloğu ile sesli rehberinin; zaten içeride görecekleriniz düşünüldüğünde bir hayli ucuz olan müze giriş ücretine dahil olması ise yurdum özel müzelerinin hizmet anlayışında örnek alması gereken hoş hareketler.

Moderna Museet'in her sanatseveri heyecanlandıracak olan kalıcı koleksiyonunda bulunan isimleri saymak, modern sanat tarihinin en önemli isimlerini saymak demek oluyor aslında: Bacon, Brancusi, Chagall, Dalí, Duchamp, Kandinsky, Malevich, Magritte, Matisse, McCarthy, Miró, Modigliani, Mondrian, Munch, Picasso, Pollock, Warhol... Çılgınca değil mi? Marcel Duchamp'ın o meşhur pisuvarının müzede bulunmayışı (ve görevlilerin nereye gönderilmiş olduğu konusunda bilgisi olmaması) beni üzdü; 60'lı 70'li yıllara ait birçok eserin geçici olarak müzenin Malmö'deki şubesine gönderilmiş olması ise Malmö'de de bu zevkin devam edeceğinin habercisiydi. Listeleme manyağı bir blogger olarak, liste yapmadan durmam beklenemezdi. Karşınızda Moderna Museet'in en beğendiğim 10 eseri:

1. P.McCarthy, "Ketchup Sandwich", 1970: İster modern olsun, ister klasik; sanat çok güçlü bir şey. Klasik sanattaki mitolojik ve dini referansların yerini, modern sanatta toplumsal ve popüler kültüre referansların alması ise bu gücü daha beyin jimnastiğine elverişli ve daha eğlenceli kılıyor. Düzgün kesilmiş camlardan oluşan dev bir küp ve ketçap şişeleri... Karşısında durduğunuzda çok farklı şeyler hissediyorsunuz "Ketchup Sandwich"in. Eserin adıyla alakası olmayan, birçok olası farklı yorumun birleştiği nokta ise kuşkusuz "kan"... (Müzede bulunduğum 3 saat boyunca "Ketchup Sandwich"in yanına defalarca gittim. Her gidişimde aklıma tek bir şey geldi: "True Blood". Al sana 70'lerde yapılan eserin 2000'lerin popüler kültürüne referans verebilmesi. Olay kafamızın içinde çünkü, herkesin bir popisi var.)

2. Erró G., "Foodscape", 1970: Kapitalist dünyanın, tüketim çılgınlığının bir özeti. Rengarenk bir yemek cümbüşü. Ön saflarda yer alan "gerçek" yemeklerin, tatlıların, peynirlerin, meyvelerin; arkalara gittikçe yerini kutulanmış, hazır yiyeceklere bırakması... Birbirinden lezzetli gözüken onlarca çeşit iştah açıcı besinin, yerini köşeli kutularda soğuk ve fabrikasyon besinlere bırakması. Yıl daha 1970... Düşünüyorum da, Erró bu resmi günümüzde yapsaydı, "gerçek" yemeklerin o tuvaldeki oranı ne kadar olurdu.

3. C.Edefalk, "Another Movement", 1990: İsveçli çağdaş portre sanatçısı Edefalk'ın "Another Movement"ı, bir kadın ve bir adamın protresi değil. Bir dokunuşun portresi adeta. Fonda hiçbir detay yok. Hatta adamın vücudun yarısı karışıyor o fondaki maviye. Yalnızca ten var, his var tuvalde.

4. P.Tillberg, "Blir du lönsam, lille vän?", 1972: 20. yüzyılın en önemli İsveç eserlerinden biri "Will You Be Profitable, Little Friend?". Sıradan bir kentin, sıradan bir okulunda, sıradan bir sınıf; tek tip öğrenciler. IKEA kültürünün ürünü bu düzende, sınıfın atmosferini değiştirmek için asılan tablonun, pencereden görünen manzaradan farkı yok. O hayranı olduğum Nordic Sosyal Düzeni'ni sorgulayan bir başyapıt. En can alıcı detay ise, 27 kişilik sınıfta camdan dışarıya bakan o tek kız.

5. M.Ernst, "L'été imaginaire", 1927: Ay'ı bir tepsi gibi değil, parlayan bir halka gibi tasvir ediyor Ernst. Binalarıysa merdivenler gibi. Birçok altmetni vardır tüm bunların. Saatlerce analiz edilir. Bense yormak istemedim kendimi o an, şu anda da yormaya niyetim yok. Yalnızca kapkaranlığın ortasında parlayan o halka dikkatimi çekti. Çok güzel gözüküyor çünkü. (bkz. Sanat Eleştirisi Fail)

6. H.Matisse, "Apollo", 1953: Modern sanatın aşkı anlatma şekli. Matisse'in son eserlerinden biri olan "Apollo", bizi Apollo ve Daphne'nin hikayesine götürüyor. Daphne akla geldiğinde, gözünüz en alttaki ağaca kayıyor. Dalları bütün eseri kaplayan bir kalp şekli çizen ağaca... İki yandaki kolonlar, tepede parlayan bir güneş, Apollo ve Daphne... Aşk defalarca daha güzel şekilde anlatıldı belki, ama bu da yeterice iyi sayılır.

7. S.Dalì, "The Enigma of Wilhelm Tell", 1933: Oğlunun kafasındaki elmayı vurması istenen Tell'in hikayesini bilinçaltı ve sürrealizm ile birleştiren Dalì, bir kez daha küçük detaylarla baş döndürücü bir eser ile çıktı karşıma.

8. M.Sturtevant, "France d'après Raysse", 1969: Pop art'ın önemli temsilcilerinden Sturtevant, bir Warhol kadınına eklediği neon ışıkları ile kendisi için küçük ama sanat için büyük bir adım atmış. Sokakta görüp dudaklarının büyüsüne kapılınan bir kadının duvardaki hali gibi...

9. D.Judd, "Untitled", 1965: "Untitled" serisinin birbirine benzeyen onlarca versiyonunun ilk örneklerinden biri ve minimalizmin öncülerinden Judd... Judd'ın IKEA raflarını anımsatan (ya da onlara ilham veren) eserinin IKEA'nın anavatanında düşündürdükleri çok farklı gerçekten.

10. R.Magritte "Le modèle rouge", 1935: Klasik bir Magritte var karşımızda. Bu kez botlara başkalaşmış bağcıklı ayaklar ile... Magritte'in gerçek ve gerçeküstünü bir araya getirişi, "gerçek"i sorgulayış şekli, kendisini tanımaya başladığım ilk günden beri aklımı almıştır zaten.

Sırada: Modernautställningen

Hiç yorum yok: