25 Temmuz 2009

Haftanın Filmi #6: Roger Dodger (2002)

Hayatının ergenlik dönemi geride kalmış her erkek çok iyi anlayacaktır bu filmi. Ailenin büyük erkeklerinin (baba, amca, dayı, hatta hiç tanımadığınız herhangi bir ortayaşlı uzak akraba) "milli olma" konseptinin kutsallığı, önemliliği ve gerekliliği çerçevesinde 16-18 yaş erkeklere yüklenmiş bir misyon vardır. Buna ergenliğin kattığı hormonal ve meraksal durumlar da eklenince, filmin tagline'ından ibaret olur dünya "milli olmamış" her ergen erkek çocuk için: "Sex is everywhere."

2002 yapımı "Roger Dodger", 16 yaşında toplumun üzerine yüklediği bu misyonu tamamlamak ve hissettiği baskıdan kurtulmak amacındaki Nick'in kadınlarla arasının iyi olduğunu bildiği dayısı ile bir gece geçirmek üzere New York'a gitmesi ile ilgili.


Yönetmen ve senarist Dylan Kidd'in ilk filmi olan "Roger Dodger"da, çapkın amca rolünde -filmin yapımcılığını da üstlenen- Campbell Scott var. 16 yaşındaki Nick'i ise 1983 doğumlu -yani film çekildiğinde 19 yaşında olan- Jesse Eisenberg oynuyor. Film hakkında en çok göze çarpan şey de Jesse Eisenberg'in yeteneği zaten. Kendisi bu ilk filminden sonra "The Village"da (2004) küçük bir rolde karşımıza çıkmış, 2005'te ise güzel bir aile filmi olan "Squid and the Whale"in kadrosunda evin büyük oğlu olarak yer almıştı.

"Roger Dodger", bir gecede hayatında görmediği şeyleri gören 16 yaşındaki bir çocuğun toplum baskısı ve kendi istekleri arasında gidip gelmesini seyredebileceğiniz ve kadın-erkek ilişkileri üzerine hoş diyaloglar duyabileceğiniz güzel bir bağımsız film.

Ödül listesi de bütçesine göre oldukça kabarık bir film ayrıca. "Roger Dodger", Venedik Film Festivali'nden 3 ödülle dönmüş, başrol oyuncusu Campbell Scott ve yönetmen/senaristi Dylan Kidd'e birçok eleştirmen birliği listelerinde ve festivallerde ödüller kazandırmış ve Amerikan Bağımsız Film Ödülleri'ne "En İyi İlk Film, "En İyi Senaryo" ve "En İyi Erkek Oyuncu" dallarında aday olmuş.

16 Temmuz 2009

61. Emmy Adayları

Amerikan Televizyon Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından dağıtılan Emmy Ödülleri'nin adayları açıklandı. "30 Rock" 22 dalda aday olarak komedi dizileri arasında, "Mad Men" 16 adaylıkla drama dizileri arasında, "Grey Gardens" ise 17 adaylıkla televizyon filmleri arasında başı çekiyor. Alışılageldiğinin aksine çoğu ana kategoride 7 adaya yer verilmesi ise etrafı şenlendirmiş gibi. Adayları sunan Grey's Anatomy yıldızı Chandra Wilson'ın (2) ve Jim Parsons'ın (1) da adaylar arasında yer aldığı liste aşağıdaki gibi: (Listeyi okumadan önce "30 Rock" için gelen sevinç çığlıklarımı duymuşunuz farzedin.)

En İyi Dizi - Komedi
30 Rock / Entourage / Family Guy / Flight of the Conchords / How I Met Your Mother / Office / Weeds

En İyi Erkek Oyuncu - Komedi
Alec Baldwin (30 Rock) / Steve Carrell (Office) / Jemaine Clement (Flight of the Conchords) / Jim Parsons (Big Bang Theory) / Tony Shalhoub (Monk) / Charlie Sheen (Two and a Half Men)

En İyi Kadın Oyuncu - Komedi
Christina Applegate (Samantha Who?) / Toni Collette (United States of Tara) / Tina Fey (30 Rock) / Julia Louis-Dreyfus ( New Adventures of Old Christine) / Mary-Louise Parker (Weeds) / Sarah Silverman (Sarah Silverman Program)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Komedi
Jon Cryer (Two and a Half Men) / Kevin Dillon (Entourage) / Neil Patrick Harris (How I Met Your Mother) / Jack McBrayer (30 Rock) / Tracy Morgan (30 Rock) / Rainn Wilson (Office)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Komedi
Kristin Chenoweth (Pushing Daisies) / Jane Krakowski (30 Rock) / Elizabeth Perkins (Weeds) / Amy Poehler (Saturday Night Live) / Kristin Wiig (Saturday Night Live) / Vanessa Williams (Ugly Betty)

En İyi Konuk Erkek Oyuncu - Komedi
Alan Alda (30 Rock) / Beau Bridges (Desperate Housewives) / Jon Hamm (30 Rock) / Steve Martin (30 Rock) / Justin Timberlake (Saturday Night Live)

En İyi Konuk Kadın Oyuncu - Komedi
Jennifer Aniston (30 Rock) / Christine Baranski (Big Bang Theory) / Tina Fey (Saturday Night Live) / Gena Rowlands (Monk) / Elaine Stritch (30 Rock) / Betty White (My Name Is Earl)

En İyi Dizi - Drama
Big Love / Breaking Bad / Damages / Dexter / House / Lost / Mad Men

En İyi Erkek Oyuncu - Drama
Simon Baker (Mentalist) / Gabriel Byrne (In Treatment) / Bryan Cranston (Breaking Bad) / Michael C. Hall (Dexter) / Jon Hamm (Mad Men) / Hugh Laurie (House)

En İyi Kadın Oyuncu - Drama
Glenn Close (Damages) / Sally Field (Brothers & Sisters) / Mariska Hargitay (Law&Order: Special Victims Unit) / Holly Hunter (Saving Grace) / Elisabeth Moss (Mad Men) / Kyra Sedgwick (Closer)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Drama
Christian Clemenson (Boston Legal) / Michael Emerson (Lost) / William Hurt (Damages) / Aaron Paul (Breaking Bad) / William Shatner (Boston Legal) / John Slattery (Mad Men)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Drama
Rose Byrne (Damages) / Hope Davis (In Treatment) / Cherry Jones (24) / Sandra Oh (Grey's Anatomy) / Dianne Wiest (In Treatment) / Chandra Wilson (Grey's Anatomy)

En İyi Konuk Erkek Oyuncu - Drama
Edward Asner (CSI:NY) / Ernest Borgnine (ER) / Ted Danson (Damages) / Michael J. Fox (Rescue Me) / Jimmy Smits (Dexter)

En İyi Konuk Kadın Oyuncu - Drama
Brenda Blethyn (Law&Order: Special Victims Unit) / Carol Burnett (Law&Order: Special Victims Unit) / Ellen Burstyn (Law&Order: Special Victims Unit) / Sharon Lawrence (Grey's Anatomy) / CCH Pounder (No.1 Ladies' Detective Agency)

En İyi Televizyon Filmi
Coco Chanel / Grey Gardens / Into the Storm / Prayers for Bobby / Taking Chance

En İyi Minidizi
Generation Kill / Little Dorrit

Ödüller 20 Eylül gecesi dağıtılacak; muhtemelen CNBC-e'nin canlı olarak vereceği gece yarısı şölenini "How I Met Your Mother"ın Barney'si Neil Patrick Harris sunacak.


13 Temmuz 2009

Konser Avlusunda Tekbir Küstahlığı

Gitgide karanlığa doğru gittiğimizin farkına varılmadığı ülkemde bir başka kültür-sanat aktivitesi daha tatsız olayların gölgesinde kaldı. Gitmek istesem de fırsat bulamadığım yılın en ilginç klasik müzik etkinliklerinden biri, 11 Temmuz'da Topkapı Sarayı'nın avlusunda düzenlenen İdil Biret ve Whitehall Orchestra Konseri idi. Ünlü piyanistimiz, İngiliz Orkestrası eşliğinde Tchaikovsky'nin 1. Piyano Konçertosu ve 1812 Uvertürü'nü seslendirdi konserde. Konser haftalar öncesinden şu şekilde duyurulmuştu:


İSTANBUL, 24 Haziran 2009 - Piyanoda İdil Biret, ona eşlik eden The Whitehall
Orchestra, Çaykovski’nin eserleri, minder ve sandalyeleriyle Topkapı Sarayı’nın
I. Avlusuna yayılmış, tarihi yarımadada günbatımına karşı şaraplarını yudumlayan
izleyiciler: 2009’un en çarpıcı klasik müzik konseri, 11 Temmuz Cumartesi saat
20:00’de.

Bu duyurudan sadece "şarap" anahtar sözcüğünü seçme zekiliğini gösteren bir grup arasından Vakit Gazete(?)si ise bu güzelim kültürel etkinliği "Mukaddes Avlu'da Şarap Küstahlığı" manşeti ile duyurmuş, provokasyonlarına bir yenisini daha eklemişti. Topkapı Sarayı'nı halen padişah ve halifemizin ikametgahı zannetiklerinden midir nedir, müzenin bir kültür-sanat aktivitesine ev sahipliği yapabileceğini hazmedememişler belli ki. Hele bir de işin içine tüm kötülüklerin anası 'şarap' girince, dellenmişler haliyle. (Ne de olsa 'şarap' o kadar kötü bir şey ki, içilmesi halinde gidip 14 yaşındaki kızlara tecavüz falan edebiliyorsunuz. He pardon o adam içkiyi ağzına sürmüyordu di mi, çok özür dilerim.)

Gazete(?)nin provokasyonu sonucu konseri basan bir grup, tekbir sesleriyle konser afişlerini yakmış ve girişin önünde namaz kılmış. Radikal Gazetesi, "Barbarlar Topkapı'daydı" manşeti ile haberi bugün şu şekilde duyurdu:

Bu haberden kendilerine vazife çıkaran Büyük Birliği Partisi’ne (BBP) bağlı
Alperen Ocakları soluğu önceki akşam saat 20.00 sıralarında Topkapı Sarayı’nın
önünde aldı. Yaklaşık 50 kişilik grup önce içeri girmek istedi. Ancak sarayın
güvenliğinden sorumlu jandarma tarafından engellendi. Bunun üzerine çevrede
asılı olan İdil Biret’in konser afişlerine yönelen kalabalık, tekbir getirerek,
afişleri yırttı. Bu taşkınlıktan sonra da sarayın önünde Türk bayrakları
üzerinde toplu olarak namaz kılındı ve Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri için
dua edildi. Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Mustafa Kayatuzu, “Doğu
Türkistan’da yaşanan olaylara rağmen duyurulan Topkapı Sarayı içerisinde hain,
saygısız ve şerefsizce yapılan şarap partili caz konserini nefretle kınıyoruz.
Bugün burada yaşanan bu rezilliğin sorumluları mutlak suretle bunun hesabını
verecek” dedi. Daha sonra tekbirler eşliğinde yürüyüşe geçen kalabalık sarayın
Gülhane kapısından tekrar konser salonuna girmeye çalıştı. Çevik kuvvet ekipleri
gruba müdahale etti.

Aynı gün Vakit Gazetesi ise olaylardan değil, konserden 'rezalet' olarak bahsetmeyi, eylemi gerçekleştirenleri ise 'duyarlı vatandaşlar' olarak adlandırmayı sürdürüyordu: "Duyarlı vatandaşların da tepkisine sebep olan Topkapı Sarayı 1. Avlusu’ndaki şaraplı konser rezil görüntülere sahne oldu. Vakit muhabirinin görüntülediği şaraplı konserde, Topkapı Sarayı bahçesine şarap standı kuruldu ve Kutsal Emanetler’in de içinde bulunduğu tarihi mekana kamyonla şaraplar taşındı."

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olaya sert bir şekilde tepki göstermiş, eylemcilerden 'ilkel yaratıklar' olarak bahsetmiş ve “Türkiye'yi geriye götürmek isteyen zavallıların bu tür saçma girişimlerine kimse müsaade etmeyecektir” gibi güzel bir cümle kurmuş. BBP yetkilileri ise olayın "demokratik bir tepkiyi ortaya koymaktan" ibaret olduğunu savunmuş. O gece, kendisinin de söylediği gibi, İdil Biret'in öfkeli kalabalık tarafından tanınmaması bir linç faciasını önlemiş sanıyorum. Sonuç olarak, gitgide sayısı artan bu iğrenç olaylardan büyük üzüntü duyuyorum.

Bu arada, arkadaşlar Çin mallarını boykot etmeyi düşünüyorlarmış. Gündelik yaşantılarında kullandıkları her 2 şeyden birinin etiketinde "Made in China" yazdığının farkındalar mı acaba?

11 Temmuz 2009

Yalın Bugün...

Tanıyanlar bilirler, apayrıdır Yalın'ın yeri benim için. 2004'te "Ellerine Sağlık" dediğini ilk kez lisede kaderimi değiştiren SU gezisinden dönerken duymuş, aynı yaz SU'ya girdiğimi bir trende "İstanbul Benden Büyük" dinlerken öğrenmiş, 2005'te KoroSU seçmelerinde "Meleklerin Sözü Var"ı söylemiş, geçtiğimiz yıl dışında hiçbir zaman konserlerini kaçırmamıştım. Biraz da, O sahnedeyken kendi şapşallığımı seyrediyor olduğumu düşündüğümden midir nedir, bir Yalın hayranlığıdır gider durur yıllardır.

Yalın, 4. albümü "Ben Bugün"ü geçtiğimiz aylarda çıkardı. Hemen hemen her albümde olduğu gibi Yalın'ın bu son albümünü de ilk dinlediğimde hiç beğenmedim. Fakat dinleye dinleye alışılan her albüm gibi alışmak bir yana, sevdim ve durmaksızın dinlemeye başladım bir zaman sonra.

"Ben Bugün", 'Neler oluyor?' sorularına neden olacak şekilde elektrosaz sesi ile açılıyor. "Ah Be Kardeşim", bana göre albümün ilk şarkısı olarak çok yanlış bir seçim. Hele ki, bütün şarkıları yıllardır birbirine benzeyen biri için böyle alışılmadık bir açılış hayranlarını ürkütebilirmiş gibime geliyor. - ben ürktüm. Sonradan albümün çıkış şarkısı olarak pazarlandığını da görsem, bu fikrim değişmiş değil.

Daha sonrasında şarkılar her zamanki formunu koruyor olsa da, sözlerinden Yalın'ın ruh halinin oldukça değişmiş olduğunu, son zamanlarda birçok yara aldığını farkediyoruz. "Bir tek sen eksiksin / İşim, gücüm, her şeyim tamam / Bir ev, bir yuva, iki de çocuğa / Yok ben sensiz karışamam" diyor mesela. Hatta bununla da kalmıyor, aynı şarkıda ("Bir Tek Sen Eksiksin") "şişmanlamışsın" sözcüğünü kullanmayı başarıyor. "Bizden geriye kalana bir türlü alışmadım / Sen dön geriye diye yokluğunla tanışmadım" diyor... ("Nerden Nereye") Kısacası artık, "Aşk biraz kendine yalan söylemek gibi" ("Başka Hayatların Kadını") diyebilen, aşkın "Gittim sana güller aldım" evresini geçip acı çekme evresine ulaşmış (ama sanırım henüz/hâlâ olgunlaşamamış) bir Yalın ile karşı karşıyayız "Ben Bugün"de.

Albümün en güzel şarkısı, albümün piyasaya çıkışından aylar önce facebook'ta dinleme fırsatı bulduğumuz, "Ki Sen". Yukarıdaki paragrafta bahsettiğim yeni, 'aşk acısı çeken Yalın' şarkılarından biri aslında. Fakat apayrı bir yerde duruyor bence diğerlerine göre. Yumuşacık bir sitem var şarkıda... Sanki ufacık bir çocuğun kandırıldığındaki çocukça öfkesi gibi... İlk aşkın ardından, yaşadığın güzel şeylerin hatrına, ne yapmış olursa olsun kızamamak gibi eski sevgiliye...

"Ki Sen"den sonraki favorilerimse albümdeki 'gaz' şarkılar. Aşkkolikler marşı denilebilecek bir ritme ve sözlere sahip "Aşk İstiyoruz", yine bir ayrılık şarkısı (fakat bu kez biraz takmamazlık içeren) "İki Kişi" ve bu senenin Eurovision birincisi Fairytale'in kulaklara kazınan keman melodisiyle aşırı benzerliği nedeniyle tartışma konusu olan bir introya sahip "Bit Pazarı"... "İki Kişi"de hoşuma giden bir başka şey ise "Her manevraya müsait şu halime üzülüyorum" cümlesi.

Bunların dışında "Başka Hayatların Kadını" ve "Terazi" özellikle introları ile sevilmeyecek şarkılar değil. ("Teraziyi bulur muydu mucidi / Bir kefesine tartsaydı aşkı" gibi saçmasapan iki dizeyi imha ederseniz.) Ayrıca albümün son şarkısı olan "Duyulurum", Yalın albümlerindeki akustik gitar eşliğinde damar şarkıyla albüm kapatma geleneğini sürdürmüş.


Evet biraz daha aşkı tatmış, acı çekmiş, olgunlaşma yolunda ilerlemiş bir Yalın var bu albümde. Hatta bunu yaparken birkaç saçmasapan şarkı sözü yazası tutmuş, garip yelekler giymiş, saçlarına anlam veremediğim bir şekil yapmış da olabilir. Belki önceki albümlerindeki kadar 'alıştığım ve sevdiğim Yalın' değil belki bu yüzden. Ama yine de ortalamanın üzerinde bir albüm "Ben Bugün".

"Ki sen, benim gözyaşlarımı da gördün
Sen benim ilk aldığım güldün.

Heyecanını kaybetmişsin
Yok inancını kaybetmişsin
Doya doya sarmamışım
Bize çok günah etmişsin"

10 Temmuz 2009

Tosun Terzioğlu ve Çocukluğu

Sabancı Üniversitesi (SU), geçtiğimiz haftalarda benim de aralarında bulunduğum 7. lisans mezunlarını verirken 26 Haziran 2009'da SGM'deki kapanış dersimizi, kendisi de bu yıl okula veda edecek olan, rektörümüz Tosun Terzioğlu verdi. Terzioğlu, sahnede matematikçi kimliğiyle değil, eğitimci kimliğiyle vermeyi seçmişti rektörü olarak Sabancı Üniversitesi'ndeki son dersini. Konu, kendi eğitimiydi. (Kapanış dersinin geçtiğimiz Pazar günü Radikal İki'de yayınlanan bir özetine buradan ulaşabilirsiniz.)

Kendisini önce 7 ayrı yılda mezun olan 7 SU mezunu, sonrasında da Güler Sabancı takdim etti. Eski öğrencilerinin söyledikleri, Tosun Hoca'yı tanıyan herkesin katılacağı türden sözlerdi. Evet, o aramızda, bizden biri gibi yaşamıştı. -ki kendisiyle bir arada olduğumuz bu sondan bir önceki günde birlikte çektirdiğimiz fotoğrafta da kendisinin gayet cool olduğunu farkedebilirsiniz.

Diğer yandan kapanış dersinde Tosun Hoca'nın anlattıklarının bir çoğunu biliyordum. İlk duyduğumda, yaklaşık 2 yıl önce Okyanus'un 12. sayısındaki "Hoca Çocuklukları" köşesi için Irmak'la beraber oturmuştuk karşısına. Güzel bir nostalji oldu benim için. O röportaj şöyleydi:

Gazetelerde Sabancı Üniversitesi’ni ya da gündemi ilgilendiren konular hakkındaki fikirlerini beyan ederken gördük hep onu. Yemekhanede tepsisini kaldırırken ya da bisikletiyle kampusta gezerken karşılaştık onunla. Daha önce O hiç çocukluk anıları, cezaları, oyunları; kısacası 1940-1950li yıllarda çocuk olmak gibi konularda röportaj vermemişti. Bu sayımızda Hoca Çocuklukları köşemizde rektörümüz Tosun Terzioğlu’ nu ağırlıyoruz.

Ne zaman, nerede doğdunuz?
1942’de doğdum. Laleli’de oturuyorduk. Koska Caddesi, 10 numara… O kış çok soğuk geçmiş. Annem, ciğercinin önünde ayağı kayıp düşmüş. O yüzden zannediyorum 10-15 gün erken doğmuşum. Esasında ismim de oradan geliyor. Çok zayıfmışım erken doğumdan dolayı. Babam ‘bebekken baktığımız zaman arka taraf gözükürdü’ diye takılırdı hatta. İlk ismim olan Ahmet’te zaten karar kılmışlarmış. Ama sonraları babam ‘tosun gibi olacak’ diye diye Tosun diye kalmış.

Çocukluğunuz nerede geçti?
Laleli’de geçti çocukluğum. İlkokulum oradaydı, Koca Ragıp Paşa İlkokulu. Halen mevcut olan bir ilkokuldur. Ailenin tek çocuğuydum. Ama çocukluğumun büyük bir kısmı, yazları özellikle; benim çok sevdiğim, annemin memleketi olan Manisa’nın Turgutalp Köyü’nde geçti. Anneannemin, dedemin olduğu yerde… Orada oyun oynayarak, çayda balık tutarak, ninemin ineklerini sürüye götürerek.

Türkiye çok, çok daha fakir bir ülkeydi.

1940’larda çocuk olmak deyince, ne geliyor aklınıza?
Bir kere Türkiye çok daha fakir bir ülkeydi. Çok, çok daha fakir bir ülkeydi. Arsada oynamak diye bir şey vardı mesela. Sonradan anlıyorum ki, bizim arsa dediğimiz yerler yangın yerleriydi. Yani bir zamanlar yangın olmuş ve büyük bir arazi parçası öylece kalmış. İçinde hâlâ bina kalıntıları, dehlizler vardı. Dehlizlerde garip insanlar yaşardı, fevkalade fakir bir yerdi. Bizim Koska Caddesi’nin tam köşesinde bir çorbacı vardı. Şimdi artık çorbacı diye bir şey kalmadı. Orada sade suya çorba ve ekmek satılırdı. Daha sonra 1950’lere doğru pilav da satılmaya başladı. Çok fakir ve küçüktü İstanbul. Örneğin Mecidiyeköy’de kır kahveleri vardı. Yani, ‘şehrin dışına çıkıyorum’ derdin Mecidiyeköy’e gitmek için. İlk okuduğum gazete havadislerinden biri “Hacı Osman Bayırı’nda eşkıyalar yol kesti” idi. Hacı Osman Bayırı, bugün Büyükdere’yi Maslak’a bağlayan yol.Bugün eşkıya çıksa, ilk geçen arabanın altında kalır. Çok farklı bir Türkiye’ydi yani. Tempo çok daha yavaştı. İstanbul’dan Soma’ya gitmemiz, (Turgutalp Köyü Soma’ya bağlıdır) bir günümüzü alırdı. Vapura binip Bandırma’ya gidilirdi, Bandırma’dan trene binilirdi. Trenin tarifeye göre 5 saat sürmesi gerekirdi, ama ben hiç 5 saatte gittiğini hatırlamıyorum. 6 saatte gidersek ‘Baya iyi geldik’ derdik. Buharlı bir lokomotifti ve buharlı lokomotif Bandırma’dan rampayı çok zor çıkardı. Hatta gençler trenden atlayıp yanda yürürdü. Yaz günüyse, kenarlardaki erik ağaçlarından erik toplarlardı. Sonra da rahatlıkla trene geri binerlerdi.

Arsada oynardık dediniz. Ne tür oyunlar oynardınız?
Futbol! Küçük plastik topla… Zordu, çünkü arsalar düz değildi. Takım seçiminde ilk önce yokuş aşağı kimin hücum edeceği çok önemli bir şeydi. Hangisi daha avantajlıydı onu hiçbir zaman tam olarak çıkaramamıştık. Bana göre ikinci devre yokuş yukarı hücum etmek daha zordu. Onun dışında çelik-çomak oynardık. Bir de benim çok sevdiğim bir oyun vardı: Yağmurlu günlerden sonra o arsalarda, su birikintileri olurdu. Gölcükler oluşurdu. Bir gölcükten diğerine kanal açarak o suyun akışını seyreder, içinde bir şeyler yüzdürürdük. Yani çamurda oynardık. Su birikintisi dediğime bakmayın; çamurdu, başka bir şey değil. Okulun bahçesi vardı, ama okulun bahçesinde oyun oynamak kesinlikle yasaktı. Bir keresinde, 4. sınıfta orada futbol oynarken yakalanmıştık. Üstelik nöbetçi öğretmen Fatma Hanım da benim öğretmenimdi. Sert bir öğretmen olduğu için çok kötü oldu. İlkokulda epey ceza vardı ve o cezaların içerisinde dayak da vardı.

O zaman cezalarla ilgili sorumuza geçelim. Okuldayken ne tür cezalar aldınız?
Sert bir müdürümüz vardı. Değişik boyda cetvellerle döverek cezalandırırdı. Fakat maalesef, öyle alışmıştık ki bu cezalara, haksız olmadıkça fazla sesimizi çıkarmazdık. 50 santimlik cetvel cezası hak edecek bir kabahat yapmışsak -ki bu sırada doğru durmamak olabilir- onun yerine bir metrelik cetvelle dayak yersek ona kızardık. Ama tabii, ‘Müdürüm bu elli santimlik suçtu’ diyemezdik.

Matematiğe ilk katkım, hiç iyi karşılanmadı.

Matematik ilginiz çocukluktan mı geliyor?
Tabii, babam matematikçiydi. Ama matematiğe ilk katkım, hiç iyi karşılanmadı. Laleli’deki evimizde babamın bir çalışma odası vardı. Oraya benim girmemem tembih edilmişti. Çünkü babam orada ‘matematik’ yapıyordu. Böyle yasak şeyler cazip gelir çocuklara tabii, kilitli falan da değildi. Bir gün ben girdim oraya. Babamın masasına baktım, nefis kâğıtlar var. Kuşe kâğıdı olduklarını sonradan öğrendim. Ve Babam oraya çini mürekkebiyle çok dikkatli bir takım şekiller çizmiş. Geometrik şekiller… Geometri kitabı yazıyordu o sıralar. Çini mürekkebini de buldum; ben de bir şeyler çizdim! Derken elim çini mürekkebinin şişesine çarptı, onu da devirdim. Başka kâğıtlarla onu temizlemeye çalıştım. Hemen kaçtım oradan. O tarihlerde de bu kuşe kâğıdı, çok zor bulunan, çok pahalı bir şeymiş. Sonra babam geldi eve. Orayı gördü, berbat bir durumda. Tabii mürekkebin hepsini silememişim. Güzel bir masası vardı, ben evimde, kullanıyorum şimdi o masayı. O masanın içine nüfuz etmiş adamakıllı. “Nedir bu, ne yaptın sen?” dedi, “Matematik yaptım.” dedim. Matematiğe ilk katkım, biraz cezayla sonuçlandı. O masada hâlâ o leke duruyor, kaç yıl geçmesine rağmen, kaç kez cilalanmasına rağmen.

Küçükken akademisyen olmak ister miydiniz?
Annem de babam da üniversitede öğretim üyesiydi. Dolayısıyla üniversiteyle tanışmam 3-4 yaşında oldu diyebilirim. Geri dönüp bakınca “o zamandan belliymiş” diyebiliriz, evet. Ortaokul ve lise yıllarım Robert Kolej’de geçti. Oradaki hocaların bana koyduğu takma isim de ‘profesör’dü. 10-11 yaşlarındaydım İngilizce hocam bana bu ismi taktığında. Akademik kariyer kaderimde varmış. Bana yalnızca hangi alanda olacağını seçmek kaldı. Lisedeyken ne annem, ne de babam ‘akademik kariyer yapacak mısın?’ diye sormadı. Ama ne yapacaksın ki?
Annem fizyologdu, benim biyolog olmamı isterdi herhalde. Ama biyolojiye bir merakım yoktu. Tarihe merakım vardı, matematiğe vardı, bir ölçüde fiziğe ve arkeolojiye. Bir de denize… Gemi mühendisi olmayı hayal ediyordum. Ortaokul ve lise yıllarında bütün yazı sandalda geçirirdim. Kendi sandalım, ya da bir arkadaşın sandalı olurdu bu. Saha sonra motorlarımız vardı. Değişik arkadaşların 3 motoru. Devamlı onları tamir etmeye çalışır, bir tanesini çalıştırmayı başardığımız anda balığa çıkardık, olmazsa da kürekle çıkardık. İşte, bunlar arasında kaldım, sonunda matematiğe karar verdim. Son anda karar verdim hatta. Ve yurtdışında okuduğum o üniversiteyi de öyle bir seçtim ki, matematiğe gidiyorum ama istersem gemi mühendisliğine hemen transfer olabilirdim sene kaybetmeden. Ama birinci senenin sonunda sevdim bu işi. Üniversiteyi de sevdim, matematiği de.

Okumayı ne zaman öğrendiniz?
İlkokulda öğrendim. İlkokula da 2-3 hafta geç başladım. Annem-babam yurtdışındaydı. Yeni bir okuldu, sınıf çok kalabalıktı. 70 küsur kişiydik sınıfta. Ben en son geldiğim için beni bir 3 kişilik sıraya 4. kişi olarak yerleştirmişlerdi. Ben de en köşesindeyim, onlar şöyle bir kıpırdansa; düşerim diye çok korkardım.

Araştırdığımız kadarıyla kampusta sürekli bisiklete bindiğiniz söyleniyor, bu bisiklet sevgisi de çocukluktan mı geliyor?
Sürekli binmiyorum, havaya baksana. (Gülüyor) Bazen biniyorum evet. Bisiklet ilkokul dörtte alındı bana. Ve hep bisikletim vardı. Şimdi yapamıyorum tabii ama eskiden, 13-14 yaşındayken, direksiyonu tutmadan da sürebilirdim bisikleti. Ayrıca öyle giderken kazağımı da çıkartabilirdim. Birkaç sefer de düştüm tabii.

Futbol, bisiklet… Sporu severdiniz yani?
Evet, Robert Kolej’de de futbol oynadım. Bir ara atletizmle biraz uğraştım. Basketbol oynadım. Bir çok spor yaptım. Bir tanıdık beni 5 yaşından itibaren futbol maçlarına götürmeye başladı. Fenerbahçeli oldum. Çok küçüktüm, seyredip anlamaya çalışıyordum. Bir şeyler oldu, gol atıldı, Lefter attı. Herkes sevindi. Ben de sevindim ama Şevket Bey’i kaybettim ben. Beni o gol heyecanıyla tuttuğu gibi atmış bir tarafa. Bir baktım, bambaşka insanların arasındayım. Sonra geri verdiler beni.

Takma isminizin ‘profesör’ olduğunu söylediniz. Başka takma isminiz de var mıydı?
Biri de ‘eşkıya’ydı. Arkadaşlarım takmıştı. Dağda bayırda gezmesini severdim çünkü. Yani hırsızlık yaptığım için değil. Eskiden Boğaz’da çok boş arazi vardı. “Eskiden her taraf koruymuş” , onlar nostaljik yalanlar çoğu. Boğaziçi’nin üst kısımları tamamen boştu. Etiler diye bir şey yoktu. Ben de o dağ-bayırda gezmesini çok severdim. Ha bir de elimde sopa taşırdım. Çünkü yılan çıkardı ve ben yılandan çok korkardım. Hâlâ da korkarım. Bu yüzden adım ‘eşkıya’ kalmıştı.

Kavga eder miydiniz?
Mecbur kalmadıkça hayır… Ama kafam gözüm yarıldığı olmuştur. En kötüsü, bir kere bostan dediğimiz yerde, 14-15 yaşındayken futbol oynuyoruz arkadaşlarımızla... 3-4 arkadaşım fena halde kavgaya başladı. Aralarına girdim ‘durun yapmayın’ diye. Uf ne biçim dayak yedim. Herkes bana vurmaya başladı. Yok ama… Öyle çok kavgacı değildim. Ama kavga etmedim de diyemem.

Ben kendi çocukluğumdan memnunum.

Şimdiki çocuklara baktığınızda etraflarında internet, bilgisayar, televizyon... Öyle bir çocukluğunuz olsun ister miydiniz?
Ben kendi çocukluğumdan memnunum. Oyuncağımız dâhil her şeyimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Sen su kabağından gemi yapmayı biliyor musun? Ben biliyorum. Soma’da bir havuzumuz vardı, orada bir şeyler yüzdürmek istiyordum, ama yok öyle hazır bir şey. Su kabakları vardır, onların biçimli olanlarını gider dedemin tarlasından keserdim. Esasında kesmemem lazım, çünkü onlar tohumluktur. Dolayısıyla tohumluk pek kabak kalmazdı tarlada. Büyük olanlarını keserdim, oyardım. Ondan sonra yelken direği, uydurma bir yelken. Oradan, buradan… İyi güzel de, birkaç gün sonra kabak su çekmeye başlardı ve dağılırdı. Bu sefer de havuzu temizlemek gerekirdi.

Teşekkür Ederiz.

Emre Eminoğlu & Irmak Şişmanoğlu

(Bu röportaj Mart 2008'de Sabancı Üniversitesi Yayın Kulübü Okyanus'un çıkardığı "Okyanus" Dergisi'nin 12. sayısında yayınlanmıştır.)

Haftanın Filmi #5: Conversations with Other Women (2005)

Tek mekanda, iki oyuncu ve düşük bir bütçe ile çekilen minimalist bir film "Conversations with Other Women". Fakat aynı zamanda bu sadelik içinde orijinal şeyler yapmayı başarmış bir film. 2008'de !F Bağımsız Filmler Festivali'nde gösterildiğinde seyredemediğim filmi, geçtiğimiz yaz izleme fırsatı bulmuş ve gayet tatmin olmuştum.

İlk uzun metrajlı filmi olan "Alma Mater"i 2002'de çeken Hans Canosa'nın ikinci filmi "Conversations with Other Women"ı, Canosa'nın önceki filminin de senaristi olan Gabrielle Zevin yazmış. 85 dakika boyunca gördüğümüz isimsiz kahramanlar ("Man" ve "Woman" şeklinde geçiyor isimleri) ise Helena Bonham Carter ve Aaron Eckhart oynuyor.

Film, adından da biraz anlaşılacağı üzere, kadınlar ve erkekler üzerine. Bir otelde düğüne davetli olan bir kadın ve bir erkeğin, sıkılmaları sonucu karşılaştıktan sonraki diyaloglarından ibaret... Balo salonunda başlayan diyaloglar, sürpriz değil, asansörde ve otel odasında devam ediyor. Film boyunca ikilinin kişisel sorunlarına, geçmişlerine ve ilişkilerine tanık oluyoruz. Kadın-erkek ilşikileri üzerine güzel laflar var diyaloglar boyunca.

Fakat filmin alamet-i farikası, yönetmeni de çekim sonrası dönemde en çok zorlayan ve çileden çıkaran kurgusu. Ayrı ayrı erkeğe ve kadına odaklanan iki ayrı kamera tarafından çekilen filmi, 85 dakika boyunca ikiye bölünmüş bir ekrandan seyrediyoruz. Görüntüler o kadar içiçe ki, diğer kamerayı görmekten korktuğunuz anlar oluyor. Fakat bir erkeğin ve bir kadının bakış açısından aynı anda takip ediyorsunuz diyalogları bu sayede. İşe alınan editör, işin zorluğundan şikayet ederek filmi kurgulamayı reddettikten sonra filmin bu zor kısmı da yönetmenin üzerine kalmış. Daha önce hiç film kurgulamayan Canosa, birkaç gün içinde Final Cut Pro programını öğrenerek gerçekleştirmiş filmin zorlu kurgusunu.

Film hakkındaki son ilginçlik, bu kadar mütevazı bir yapımda 100'den fazla görsel efekt bulunması. Efektler, bazı sahneleri daha az figüran kullanarak kalabalık göstermek için (zamanında iktidar partimizin de yaptığı gibi) ve oyuncuların otel odasında çıplak ayak yapılan çekimlerde kirlenen ayaklarını temiz göstermek için (!) kullanılmış.

Filmin müziklerine damgasını vuran ise Fransa'nın first lady'si Carla Bruni. Henüz Sarkozy ile evlenmediği dönemlerde kaydettiği, 2003 tarihli "Quelqu'un m'a dit" albümündeki "Le Plus Beau du Quartier", "J'en connais" ve "L'excessive" adlı şarkılarıyla filme yumuşak ve iç ısıtıcı şarkılarıyla katkıda bulunmuş Bruni.

"Conversations with Other Women", iki dalda Independent Spirit Ödülleri'ne aday gösterilirken; Tokya Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'ne layık görülmüş. Aynı filmde Helena Bonham Carter, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nün sahibi olmuş.

8 Temmuz 2009

Panic at the Disco'da Ayrılık.

En sevdiğim gruplar arasında üst sıralarda yer alan Panic! at the Disco, geçen yılki ikinci albümleri ile isimlerinden "!" işaretini atmıştı. Bu yaz gerçekleşen kayıp ise bir noktalama işaretinden çok daha fazla ve önemli: Grubun resmi sitesinde yapılan iki ayrı açıklamaya göre gitarlarda ve geri vokallerde grubun önemli isimleri olarak yer alan, hatta grubun yarısı olan Ryan Ross ve Jon Walker gruptan ayrıldı. Kendileri yeni bir proje ile yollarına devam etme kararı almış, fakat şu anda turnede olan Panic at the Disco ile yaz boyunca çalmaya devam edeceklermiş. Kendilerine başarılar diliyor, gözyaşlarıyla uğurluyorum. Neyse ki Brendon o grupta oldukça, benim için katlanılmaz bir sorun yok.

6 Temmuz 2009'da Ryan ve Jon tarafından yapılan "TO WHOM IT MAY CONCERN" başlıklı açıklama şöyle:

"Ryan Ross and Jon Walker will be leaving Panic at the Disco to embark on a musical excursion of their own. Though the four of us have made music together in the past, we’ve creatively evolved in different directions which has compromised what each of us want to personally achieve. Over the years, we have remained close and honest with each other, which helped us to realize that our goals were different and that parting ways is truly what is best for each of us. We are all excited for the future, you should be too. -Ryan & Jon"
Taptığım vokal Brendon ve davulcu Spencer ise aynı gün şu açıklamayla arkadaşlarına veda etmiş:

"We just wanted to let you know, that the news of Ryan and Jon leaving the band is unfortunately true. It’s been an amazing journey being in a band with them, but sometimes individual tastes take friends in different directions and you can’t ignore it. They are some of the most talented guys we know, and we’re sure that whatever they do next will be great. That said, Panic At The Disco is alive and very very well. We are working on new songs that we are excited for you to hear. Our dateswith Blink and No Doubt start in a little less than a month, and we wouldn’t miss those for the world. We know everybody has a lot of questions at this point with everything being so out of the blue, most of those should be answered in the coming weeks. We appreciate every one of you, and hope you continue with us on this incredible ride. - Brendon and Spencer"

En İyi Film Afişleri: 2008

Film afişleri, film hakkında minimum ipucu vererek, minimum ünlü oyuncu kellesi göstererek, filmi en iyi şekilde tanımlamalıdır bence ve bunu bazen bir sanat eserini andıran tasarımıyla, bazen 'tagline'ı ile, bazen de sadeliğiyle yapmalıdır. Her sene çekilen yüzlerce filmin afişi arasında, çok azı bunu tam olarak yapabiliyor ve böyle takdire layık olanları bazen gerçekten iyi filmlere ait oluyor. Her zaman mükemmel bir afiş (bırakın iyiyi) ortalamanın üstünde bir filmi müjdelemese de; gerek filmler hakkında bir ön bilgi, gerekse bir oda süsleme gereci olarak önem verdiğim birer sinema ögesi film afişleri.

En İyi Tagline'lar 2008:

1. "Why So Serious?" - The Dark Knight: Filmi yılın en iyilerinden yapan, inanılmaz başarılı bir reklam kampanyasının ilk soru cümlesiydi. Joker'in sinir bozucu tavırlarının ve gülüşünün bir özeti gibi.

2. "Shoot first. Sightsee later." - In Bruges: Bir film bu kadar güzel mi özetlenir diyorsunuz bu iki basit cümleyi okuyunca. Dünyanın en güzel şehirlerinden (yaşamak için değil, göz zevki açısından, yanlış anlaşılma olmasın) olduğunu düşündüğüm Brugge'de geçen bir kovalamacanın filmi; koyunun can, kasabın et derdinde olmasından dolayı bol bol "f.cking Bruges" şeklinde telaffuz ettiriyor bu güzel şehrin adını. O yüzden işte, shoot first, sightsee later.

3. "One high school drama teacher is about to make a huge number 2." - Hamlet 2: Filmin neye benzediğini de biraz açıklayan bir tagline aslında. Filmde "Rock Me Sexy Jesus" şarkısı dışında bırakın beğenilmeyi, katlanılabilecek fazla bir şey yoktu. Ama gerek hikayeyi cince anlatması açısından, gerekse yer verdiği kelime oyunu açısından takdir edilesi bir cümle.

4. "Some thing has found us." - Cloverfield: Bir kelimeyi ikiye bölmek bu kadar mı karizmatik durur. Filmin, ürpertici doğallıktaki felaket senaryosunun yanına güzelce yakışan; korkunçluğun habercisi ir cümle kendisi.

5. [Takdir edecek bir beşinci bulamadım. Önerilere açığım.]


En İyi Film Afişleri 2008:



1. "The Happening": Her zaman mükemmel bir afişin iyi bir filme ait olmadığının en güzel kanıtı. Filmden beklediğimiz, ama bulamadığımız her şey var afişte. Karanlık, korku, ürperti, merak, bilinmezlik, gizem... Terkedilmiş arabalar ve kapkara bulutlar... Keşke Shyamalan'nın filmi de The Ant Farm'ın yarattığı afişe yakışır bir iş olsaydı demek kalıyor geriye.

2. "The Dark Knight": Yaklaşık bir yıl önce "Tüm Afişleriyle Dark Knight" yazımda uzunca ele aldığım gibi, başarılı reklam kampanyasının ürünü onlarca afişi vardı filmin. Bunlardan en iyisi teaser afişiydi kanımca. Intralink Film Graphic Design imzalı bu ilk afişte bir duvarın üzerinde kan kırmızısı bir Batman logosu gördük. Üzerinde siyahla boyanmış iki yuvarlak, ve büyük resme bakarsak oluşan gülen surat ile "Why So Serious?" ibaresi. Basit, karanlık, esprili. Ürkütücü.

3. "In Bruges": Fondaki gri ve mavi tonlarının önündeki dev pembe harflerle, başrol oyuncusunun elindeki silah ve dondurma arasındakine benzer bir zıtlık yaratılmış afişte. Dikkatimi çeken ilk şey bu. Sonra silahlı ve pardesülü adamların arasında duran bir kaz ve karpostallar takılıyor gözüme. Son olaraksa (it's in Belgium) dipnotu. Esprili. Komik. Başarılı. (Tasarımcı şirketin ismini bulamadım, fakat filmin en az bu afiş kadar başarılı olan ilk afişini Mojo,LLC şirketi tasarlamış.)

4. "Vicky Cristina Barcelona": Hatırlarsanız filmin merkezinde üç, hatta dört kişilik bir aşk vardı. Scarlett Johansson, Penélope Cruz ve Javier Bardem gibi güzel insanların paylaştığı bu aşk ve tutku, sadeliği ve beyazlığıyla dikkat çeken afişe de yansımış tabii ki. Herkesin masumca aşağı baktığı ve birbirine sarıldığı bir fotoğraf ve yazılardan ibaret bu beyaz afiş. Tasarımcı şirket, Ignition Print.


5. "Doubt": Bu yılın en cesur afişlerinden. Meryl Streep, Philip Seymour ve Amy Adams gibi yıldız isimlerin kafaları dururken, korkutucu büyüklükte bir haçı tercih etmiş BLT & Associates. Minimalist denilebilecek bir tasarım ve gerek yazı stilleriyle gerekse karanlığıyla bir ortaçağ havası.

1 Temmuz 2009

37. İstanbul Müzik Festivali'nin Ardından...

Yine bir Haziran ayı geride kaldı. Tabii ki İstanbul Müzik Festivali de... Bu yıl ilginç bir şekilde -ya programın kendi barokluğundan ya da benim seçimlerimin tesadüfen öyle denk gelmesinden dolayı - barok müzik ağırlıklı bir festival oldu benim için. Bu yılın başka bir ilginçliği ise 4 konsere gitmiş olmama rağmen, yıllardır klasik müzik deyince aklıma gelen ilk mekanlardan olan Aya İrini'de tek bir konser izlememiş olmam.

Genel anlamda, gerek sanatçı/grup seçimleri gerekse organizasyon olarak her zamanki gibi fazlasıyla tatmin edici bir festivaldi. Fakat bu yılki festivalde beni rahatsız eden şey, bazı konserlerin program notlarının yanlışlarla dolu olarak hazırlanmış olmasıydı. Programda yazılan parça yerine başka bir parçanın notlarının yer almasından tutun, solistlerin isimlerinin yanlış yazılmasına kadar birçok yanıltıcı ve şaşırtıcı hata vardı program notlarında. Bu kadar büyük bir organizasyonda böyle detaylarda aksaklıklar çıkabilir diye anlayış göstermek lazım ama aynı zamanda bir daha tekrarlanmamasını da ummak lazım.

6 Haziran Cumartesi: "Barok Trompet Galası", Erden Bilgen & Barok Solistleri

Yeni başlayanlar için Barok Müzik olarak da adlandırılabilecek olan bu konser, barokta ne varsa barındırıyordu. Dönemin enstrümanlarını dönemin kostümleri ile çalarak daha müzik başlamadan şaşırtan solistler, 90 dakikaya Vivaldi'den Händel'e, Purcell'den Scarlatti'ye - ne yazık ki Bach dışında - Barok Müzik'te ne varsa özetlediler. 2 trompet, 4 keman, 1 viyola, 1 viyolonsel, 1 kontrbas, 1 klavsenden ve 1 sopranodan oluşan grubun konseri oldukça eğlenceliydi.

23 Haziran Salı: "The English Concert", The English Concert, Harry Bicket (şef), Ana Maria Labin (soprano)

Bu kez İngiliz bir gruptan, Bach, Vivaldi ve Händel'e eşit ağırlıkta yer vermiş bir programı olan; yine Süreyya Operası'nda, yine barok bir konser. Özellikle konserin ilk yarısında hükmünü süren Bach'ın La Minör süiti, akıllara cep telefonu melodisini getirse de, muhteşemdi. Program notları ise, yukarıda da belirttiğim gibi çileden çıkartıcıydı.
24 Haziran Çarşamba: "50. Yılında Play Bach", Jacques Loussier Trio

Vivaldi yorumlarını dinleyerek tanıştığım, klasik müzik eserlerini caz düzenlemeleriyle çalan Jacques Loussier Trio'nun Arkeoloji Müzesi'nin avlusundaki konserinin teması Bach idi. Grubun "Play Bach" albümlerinde bulunan parçaları çaldığı konserin sahnedekiler dahil yaş ortalaması, Placebo konseri ile aynı geceden olmasından dolayı mıdır nedir, bir hayli yüksekti. Yaşına rağmen oldukça enerjik gözüken Jacques Loussier'in bol Fransız askanlı İnigilizce'sinden bir şey anlamaksa pek mümkün değildi. Yer yer, uzun sololar nedeniyle cazı neden sevmediğimi bir kez daha hatırlamış ve Caz Festivali'ne yıllar süren inadımdan sonra bu yıl ilk kez bilet almama kararımı bir kez daha onaylamış oldum. Şimdilik grubun Vivaldi yorumlarını da Bach'a tercih ediyorum.

30 Haziran Salı: "Kapanış Konseri", La Scala Filarmoni Orkestrası, Daniel Barenboim (şef & piyano)

Festivalin kapanış konseri, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nın devasa salonundaydı. Ünlü şef Daniel Barenboim, İKSV'nin "Yaşam Boyu Başarı Ödülü"nü aldı. Ödülünü alırken yaptığı konuşmada İstanbul'u övdü ve bu şehrin Asya ve Avrupa arasında bir köprü oluşunun lafta kalmamasını diledi. Barenboim, gece boyunca La Scala Filarmoni Orkestrası'nı yönetti ve konserin ilk yarısında piyanoda onlara eşlik etti. Tam anlamıyla mükemmel olan ilk yarıda, Beethoven'ın uzun zamandır dilime dolanmış olan 3. Piyano Konçertosu'nu dinledik. Beethoven hayranlığımı bu yıl da yeterince doyurmuş oldum böylece. İkinci yarı ise Berlioz'un Fantastik Senfoni'si ile geçti. Berlioz'u sevmemeye karar verdim. Diğer yandan 100 kişiye yakın kadrosuyla, harpları ve davullarıyla orkestra inanılmazdı. Lütfi Kırdar'ın ise gerek sahnesi, gerek koltukları, gerekse akustiği ile İstanbul'da konser dinlenebilecek en güzel salonlardan biri olduğunu bir kez daha görmüş oldum.


Meraklısı için sırada, yarın başlayacak ve 15 Temmuz'a dek sürecek olan 16. İstanbul Caz Festivali var.