15 Kasım 2009

21. İstanbul Kısa Film Festivali'nin Ardından...

Bu yıl 21. kez düzenlenen, Türkiye'nin en köklü kısa film organizasyonu olan İstanbul Kısa Film Festivali; 4-11 Kasım tarihleri arasındaydı. Birçok konsolosluk ve kültür merkezinin desteği ile 100'ü aşkın uluslararası kısa filmi izleme fırsatı yakaladık böylece. Ayrıca ulusal platformdaki yarışmanın da finalistleri olan 38 Türkiye yapımı kısa film de programda yer aldı. Gösterimler Fransız Kültür Merkezi (Institut Français d'Istanbul), Alman Kültür Merkezi (Göethe Institut) ve Pera Müzesi'nde gerçekleşti ve ücretsizdi. Çoğunlukla kurmaca filmlerden oluşan programda belgesel, animasyon ve deneysel kısa filmler de mevcuttu.

Ben, 3 günümü ayırdığım festival süresince 36 kısa film seyrettim. Bunlardan 9'u Türkiye, 9'u Fransa, 3'ü İspanya, 2'si Polonya, 2'si Avustralya, 2'si İsrail, 2'si ABD, 2'si Belçika; diğerleri de Tayland, Almanya, İngiltere, Tayvan ve Hollanda yapımıydı. Genelde kurmaca filmleri tercih ettiğimden 32'si kurmaca, 4'ü animasyon filmlerden oluşuyordu. Kaçırdığıma çok üzüldüğüm filmler olsa da, izleyebildiklerimden bende iz bırakan 10 film şöyle. Şiddetle önerilir: (Alfabetik sıra.)

Immer Sommer (Always Summer) / Yön: Michael Ruf / Almanya: Hayatı ertelemek ve bazı şeyler için geç kalmakla ilgili güzel bir filmdi. Başrol oyuncusu Aline Staskowiak başta olmak üzere güzel oyunculuklara ve hoş, akıcı bir senaryoya sahip film.

Jesusito de mi vida (Dear Child Jesus) / Yön: Jesús Pérez Miranda / İspanya: Filmin festival kitapçığındaki tanıtım cümlesi gerçekten çok güzel özetlemiş her şeyi: "Altı yaşındaki bir çocuk travmatik bir gecenin ardından tanrıya olan inancını kaybeder." Söz konusu olan travma o kadar trajikomik ve başrol oyuncusu olan çocuk o kadar tatlı ki, bu filmi sevmemek mümkün değildi. Ayrıca sembolik olarak tanrı inancının insanlar tarafından kullanılış biçiminin doğurduğu sonuçlara da göndermeler barındıran bir filmdi.

Miracle Fish / Yön: Luke Doolan / Avustralya: Başrolünde başka bir küçük yeteneğin bulunduğu, yine ultra şeker bir film. Adını ele konulduğunda aldığı şekille geleceğinizi okuyan balık şeklinde bir oyuncaktan alan filmde, doğumgününde bir anda kendini bomboş bir okulda bulan 8 yaşındaki Joe'nun hikayesi anlatılıyor. Oldukça komik sahneleri de bulunan bu Avustralya filmi, ülkesinde ve ABD'de bir çok ödül kazanmış.

Oktan Bir Aşk Hikayesi / Yön: Gizem Elçi / Türkiye: Bilgi Üniversitesi öğrencisi Gizem Elçi'nin yönettiği, bana "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"ı hatırlatan çok güzel bir filmdi. Festivalde seyrettiğim en iyi Türk yapımı filmlerden biriydi ayrıca. Doğaçlamaya müsait senaryosu ve eğlenceli oyuncularının da filme kattığı çok şey olmuş. Ayrıca arkadaşım Sina'nın babası Orhan Cem Çetin'i perdede görmek şok etkisi yarattı.

Onlar Birbirlerini Sevdiler Ama... / Yön: Ceylan Özgüm Özçelik / Türkiye: Türk "Moulin Rouge!"u diyorum. "Üç Maymun"daki olağanüstü performansıyla takipçisi olduğum oyuncular arasına giren Ahmet Rıfat Şungar da , karşısında oynayan Seden Aştı da bu müzikal filmde de gayet başarılıydı. Tanıtım yazısındaki "Dürüst olmak gerekirse, saçma sapan şeyler olacaktır." cümlesi gayet yerinde olmuş film için. Ama bu 'saçma sapan'lık filme o kadar yakışmış ki, çok eğlenceli bir şey çıkmış ortaya. A.R.Şungar'ın sesi güzel olmasa da...

Le Quota / Yön: Pascal Jaubert / Fransa: Fransız hükümetinin ırkçı olmadığını kanıtlamak için her eve doldurulması zorunlu bir göçmen kotası koyduğu gülünç bir durumun doğurduğu bir diyalogdan ibaret bu film. Güzel bir eleştiri ve basit bir fikrin güzel bir film haline gelmesi.

Die Schneider Krankheit (Schneider Disease) / Yön: Javier Chillón / İspanya: Festivalde izlediğim en iyi kısa filmlerden biri olan "Die Schneider Krankheit", bir mockumentary. Almanya'da yaşan(ma)yan bir olayın Almanca belgeselinin İspanyolca dublajlısı olarak kurgulanmış. Eski bir kamerayla çekilmiş olması ve başarılı sanat yönetmenliği sayesinde ortaokul yıllarında okulda izlettirilen siyah-beyaz belgeselleri ve "Lost"taki Dharma filmlerini anımsattı bana. Bir Rus uzay aracının Almanya'ya düşmesi üzerine ülkeye yayılan kurgusal Schneider hastalığının ülke üzerindeki etkilerini anlatan mocumentary, yönetmeni Javier Chillón'un ilk filmi olmasına rağmen oldukça başarılı.

Shadows in the Wind / Yön: Julia Guillén Creagh / İspanya: O'Henry'nin "The Last Leaf" adlı öyküsünden uyarlanan bu dönem filmi, yazarın okuyucuda bıraktığı etkiyi izleyicide bırakabilmeyi başarmış.

True Beauty This Night / Yön: Peter Besson / ABD: Festivalde izlediğim 36 film arasında en beğendiğim olma özelliğini taşıyan "True Beauty This Night"ın tagline'ı şöyle: "He met the love of his life... she just doesn't know it yet." ne kadar ilginç bir sürprizle karşılaşacağınız hakkında en ufak bir ipucu bile vermiyor aslında. Zekice yazılmış senaryosu ve etrafa enerji saçan performansıyla Dustin Seavey'in oyunculuğu sayesinde beni benden alan filmin fethettiği tek gönül benimki olmasa gerek ki, uluslararası festivallerde 20'ye yakın ödül kazanmış.

Yazlık / Yön: Eray Mert / Türkiye: Kız arkadaşından ayrıldıktan sonra yakın arkadaşını alıp yazlık evine kafa dinlemeye giden bir gencin post-ayrılık öyküsü. Başrolde yine Ahmet Rıfat Şungar. Güzel diyaloglarla ve güzel çekimlerle bezeli bir film. Ayrıca "İnsan yaşadığı yerde tatil yapamaz ki." cümlesini çok beğendim.

Festivalin ulusal yarışmasında ödül kazanan filmlerden yalnızca En İyi Animasyon ödülünü alan "Malfunction"ı izlediğim için, ödüller konusunda bir yorum yapamıyorum. Fakat En İyi Kurmaca Film "Güneşin Karanlığı", En İyi Animasyon Film "Malfunction", En İyi Belgesel Film "Özgürlüğe Mahkum", En İyi Deneysel Film de "Ben" filmlerinin olmuş. "Made in Europe" ve "Bornova Bornova"nın yönetmeni İnan Temelkuran'ın başkanlık ettiği ve Gökhan Tiryaki, Selen Uçer, Gökhan Atılmış, Ayşe Teker, Natali Yeres, Ceylan Özgüm Özçelik ve Oğuz İçsöz'den oluşan jürinin Jüri Özel Ödülü için seçtiği film ise kurmaca film "Dilemma" olmuş.

Festivalin varlığı ve emek harcanarak yapılmış olması ve desteklenmesi sevindirici. Pera Müzesi'nin gösterimleri kusursuz bir sinema salonunda ücretsiz izleme olanağı sunması da takdire değer. Fakat keşke Göethe'nin rahatsız koltukları olmasa ve Fransız Kültür Merkezi'nin yönetmenlerle izleyicileri buluşturma konusunda gösterdiği çabayı diğer iki kurum da göstermiş olsaydı. Ayrıca festivali düzenleyenlere küçük bir eleştirim, konuk yabancı yönetmenlerle halkın iletişimini sağlamakla görevli olan 'çevirmen'leri en azından ortaokul seviyesinde bir İngilizce sınavına soksalar fena olmazmış. Gittiğim iki seansta da iki ayrı 'çevirmen' yönetmenlere sorulanları ve onların cevaplarını o kadar yanlış çevrdi ki (hatta bazen "Yönetmenin cevabını anlamadım." dedikleri de oldu) İngilizce bilen seyircilerin yardımı gerekti. İstanbul'da bu işi gönüllü olarak yapacak ve İniglizce'yi anadili kadar iyi konuşan bir çok sanatsever olduğuna o kadar eminim ki, gerçekten yazık olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, kısa filmlere sıfıra yakın destek verilen bir ülkede, en azından bu filmleri izlemek için emek verilmesi oldukça önemli, bu yüzden teşekkürler.

Hiç yorum yok: