6 Ocak 2007

"Best Ensemble"

Beni bilenler bilir, birlikte çalıştığım kişi sayısı 1'i geçtiği anda; o grup çalışmasından hayır geldiği nadir olarak görülmüştür. (Umarım ileride iş görüşmesi yapacağım insanlar burayı okumamış olurlar.) Ama grup çalışması önemli bir şeydir. Yalnızca insan ilişkileri bakımından değil; göze batan bir tarafı olmayan bir sonuç elde edebilmek açısından.
Screen Actors Guild (SAG), yani Hollywood'un Oyuncular Birliği bu seneki "Screen Actors Guild Awards" adaylarını geçen gün açıkladı. Ve SAG'in diğer ödül dağıtanlardan farkı, en uyumlu sonucu elde eden ekibi ödüllendirişidir. Yani bireysel performanslarıyla öne çıkan aktör ya da aktrisleri ödüllendirmekle kalmayıp; her yıl "Best Ensemble"ı seçerek en iyi ekip çalışmasını da ödüllendirir. Zaten en harika performansı sergileyen ekip; dolaylı yoldan "En İyi Film"i de ortaya koymuş oluyor ve bu nedenle ödül dalları arasında "En İyi Film" diye bir şey yok. Olması da gerekmiyor zaten; "Guild", "Actor"ların olduğuna göre. Bugüne dek bu ödülü almış film ekipleri arasında "Traffic", "American Beauty", "Shakespeare in Love", "Gosford Park", "Lord of the Rings: Return of the King", "Chicago", "Sideways", "Crash" gibi seçimin doğruluğunu kanıtlayan filmler var.

Bu yılın 5 adayı arasından ise henüz yalnızca iki tanesi Türkiye'de vizyona girdi: "Babel" ve "The Departed". SİNEK'in Film Maratonu sayesinde vizyona girmeden seyredebildiğim "Little Miss Sunshine"ı da sayarsak, benim gördüklerim de üç ediyor. Diğer iki aday ise gerçekten kalabalık bi kadroya sahip, Kennedy süikastını anlatan "Bobby" ve Şubat'ta seyredebileceğimiz müzikal uyarlaması "Dreamgirls".
Görmüş olduğum 3 film arasındaki "Babel", Rinko Kikuchi ve Adriana Barraza'nın, belki Brad Pitt'in performanslarıyla öne çıktığı, yardımcı oyuncu kaynayan bir filmdi. Güzeldi, Alejandro Gonzalez Iñarritu'nun dört dörtlük üçlemesinin üçüncüsüydü. "Süper" (!) bir Türkçe'yle "Köstebek"leştirilmiş "The Departed" ise hiçbir eleştirmenin kimin başrol, kimin yardımcı rol oynadığını anlayamayacağı kadar oyuncu ve oyunculuk dolu bir filmdi. Ama bu kez de diğerlerini gölgede bırakanlar vardı: Jack Nicholson ve Leonardo DiCaprio...

Kısacası, benim adayım kesinlikle "Little Miss Sunshine". En yaşlısından gencine, en komedyeninden en tanınmamışına istisnasız herkesin bir "olayının" olduğu, herkesin güzel oynadığı, herkesin uyum içinde olduğu, afişte olduğu gibi filmde de herkesin eşit olduğu... Tam bir ekip çalışması yani.

Peki nedir beni iki gün önce ilan edilen bir aday listesinin bir dalı hakkında bugün yorum yapmaya iten? Ahmet Ümit'in "Beyoğlu Rapsodisi"ni bugün bitirmiş olmam desem, çok mu 180 derece döndürmüş olurum konuyu? :)

Bu romanın 76. sayfasında yazılanları okuduğumda, haftalar sonrasında bu satırları yazacağımı bilmeden; aynen bu dalda ödüllendirilen filmler gibi, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar bir uyum içinde durarak sonucu vazgeçilmez kılan bir ekip gelmişti gözümün önüne. Ve romanı bitirdiğim şu günlerde "Best Ensemble" adayları arasına 'İstiklal Caddesi' filminin oyuncularını da koyuverdim ister istemez.

Bakın ne diyor o satırlar, nasıl anlatıyor Beyoğlu'nu:

"Yeryüzünde böyle bir yer daha var mıdır bilmiyorum? Müzik marketlerden caddeye yayılan arabesk, protest, jazz, pop, metal, klasik müzik, Türk müziği, klasik Türk müziği, türkü ve sınıflandırılamamış ne kadar şarkı varsa kulağınızı tırmalardı. Parfüm, ter, yemek ve çiçek kokuları arasında keyifle, kederle, aceleyle, dalgınlıkla, pervasızca, çapkınca, tek başına, topluca yürürdü insanlar. Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevî dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi, sorgusuz sualsiz kucaklamıştı. Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Péra, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi."

Ve insanları da oyuncuları...

Hiç yorum yok: