Bizi bir atkı gibi sararak sonbahar havasının melankolisinden koruyan Filmekimi, bu yıl 9. kez bizlerleydi. Bu kez Emek Sineması olmadan, bu kez Emek Sineması'nın altın renkli perdesi her film öncesi kapanıp tekrar açılmadan, bu kez kocaman salonlarda insanları buluşturmadan. 8 Ekim'de başlayan ve 31 filmi İstanbullu sinemaseverlerle bir araya getiren Filmekimi'nde geçtiğimiz yılki performansımı koruyarak yine 9 film izledim. Bu 9 filmin bazıları bu yıl gerçekten mükemmel olan afişteki o kırmızı atkıdan çok daha sıcak tuttu içimi, bazı filmlerde ise o atkı sanki bir battaniye olup üzerime örtüldü sıkıntıdan. Filmekimi 2010, yine çok iyi filmler izlememe vesile olmuş olsa da; geri dönüp baktığımda benim için programıma sığdıramadığım filmler için duyduğum üzüntünün gölgesinde kaldı bu yıl.
Peki ben ne izledim?
"Somewhere" (Yön: Sofia Coppola - ABD): Sofia Coppola, 2003'te "Lost in Translation" ile girmişti hayatlarımıza. Hollywood'un efsane yönetmenlerinden Francis Ford Coppola'nın kızı etiketini üzerinde taşımaya mahkum bu genç kadın bir anda, Oscar adayı olabilen nadir kadın yönetmenlerin arasındaki yerini bulmuştu Japonya'da bir otelde geçen bu kültür ve dil yabancılaşması destanı ile. Aynı yıl aynı filmle En İyi Orijinal Senaryo Oscar'ını da kucaklamıştı. Yönetmenin ikinci filmi "Marie Antoinette" oldukça olumsuz eleştiriler aldıktan sonra, üçüncü filmi ile toparlanmış, hayata dönmüş ve harikalar yaratmış "Somewhere" ile Coppola. Filmin açılış sahnesi ve kapanış sahnesi arasındaki tezat, 100 dakika boyunca ne izlediğinizi bir anda yüzünüze çarpıveriyor. Hayatın nasıl değişebildiğini, ne ile değişebildiğini, insanların duygularını hatırlaması ile nereden nereye gelebildiğini anlatıyor "Somewhere". Bunun için de Stephen Dorff'un canlandırdığı ünlü bir aktörü ve hayatında bir anda eskiden olduğundan çok daha fazla yer tutmaya başlayan kızını kullanıyor. 1998 doğumlu (evet, evet 1998 doğumlu) Elle Fanning'in oyunculuğu ablası Dakota'nınki ile karşılaştırılamayacak kadar etkileyici. Ayrıca Coppola, çok başarılı olduğu konuya da dokunmadan edemiyor ve filmin bir bölümünü İtalya'da bir otele, burada yaşanan kültür çatışmaları ile süsleyerek taşıyor. Yalnızca Filmekimi'nin değil, yılın en iyi filmlerinden biri olan "Somewhere", Venedik'te aldığı Altın Aslan'ı sonuna kadar hak eden bir film. (Evet, evet. Elle Fanning 1998 doğumlu.)
"Flickan som lekte med elden" (Yön: Daniel Alfredson - İsveç): İstanbul Film Festivali'nde izlediğimiz ve yakın bir tarihte vizyona da uğrayan "Ejderha Dövmeli Kız"ın ardından, serinin ikinci filmi "Ateşle Oynayan Kız", aynı karakterleri aynı görsellik ve aynı kalitedeki performanslar ile aktarmayı başarsa da, hikayesi ve sürükleyiciliği söz konusu olduğunda benim açımdan sınıfta kaldı. Üçüncü filmin ikincisine değil, ilkine benzemesi dileğiyle...
"Kaboom" (Yön: Gregg Araki - ABD): Bazı filmler olur, ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Film çıkışında karşılaştığım ve bir sonraki seansta aynı filme girecek olan arkadaşımın gecenin bir yarısı yazdığı şu mesaj özetliyor aslında filmin etkisini: "Film çıkışında Emre neden bir garipti diyordum ki, ben de filmden sonra anladım." Önüne ilginç sıfatını koymak bile sıradan olacak ilginçlikte bir film "Kaboom". Cinselliği keşfeden gençlerin yaşadığı dramı anlatan Amerikan bağımsız filmlerinin, el kamerasıyla ve boktan efektlerle çekilmiş ucuz bilimsel kurgusal fantastik filmlerle karışımının; üzerine hayatla, gençlikle, aşkla ve cinsellikle ilgili harikulade diyaloglar eklenmiş halinin; saçma bir polisiye kurgu ile rezil edilmiş hali "Kaboom". İyi bir film değil, ama kötü bir film hiç değil. Kötü bir film değil, ama iyi bir film hiç değil. Cinsel sınırların olmadığı bir dünyanın absürd bir şekilde perdeye kusulmuş hali. Tahminen bolca ot içildikten sonra.
"Tree" (Yön: Julie Bertuccelli - Avustralya): Mekanı Avustralya'nın uçsuz bucaksız toprakları, dili İngilizce olsa da, "Ben Fransız filmiyim." diye bağırıyor Bertuccelli'nin "Tree"si. Cannes Film Festivali'nin bu yılki kapanışında gösterilen filmin neden yarışmaya seçilmediğini anlamak güç. Charlotte Gainsbourg, "Antichrist" ile tüm dünyaya kanıtladığı oyunculuk yetenieğini aynen sergilemeye devam etse de kendisinden onlarca yaş küçük olan Morgana Davies ondan adeta rol çalıyor. "Ağaç" simgesinin dalağını yaran Bertuccelli, yas tutmanın ve hayata devam etmenin aynı beden ve aynı aile içindeki çatışmasını anlatıyor. Bazı sahneleri yıllarca akılda kalacak, filmin adı ise zamanla unutulacak tarafımdan.
"Happythankyoumoreplease" (Yön: Josh Radnor - ABD): Yoksa "How I Met Your Mother"ın umutsuz vakası Ted, yani Josh Radnor, yeni Zach Braff mi? Hem yazdığı, hem yönettiği, hem de başrolünde oynadığı ilk filmi ile Amerikan Bağımsız Sineması'nın bu yılki en büyük keşiflerinden biri olan Radnor, "Happythankyoumoreplease"de 5 yıldır canlandırdığı karakterin kendisine çağrıştırdıklarını dökmüş perdeye. "Go get yourself loved." mottosu ile hayat dolu, ama hayatın acımasızlıklarını biraz görmezden gelmeyi tercih edecek denli Polyannacı bir film çekmiş.
"L'âge de raison" (Yön: Yann Samuell - Fransa): Filmekimi'nin hemen sonrasında vizyonda da izlenilebilecek olan (ah bunu biletleri almadan bilseydim ya...) "L'âge de raison"u izlemek için tek bir neden var aslında: Yönetmeni Yann Samuell'in "Jeux d'enfants"ın yönetmeni olması. 2003 yılında, çocukça bir aşk yaşamış olan her yaratığı derinden etkileyen bir film çevirerek gönülleri fetheden Fransız yönetmen; bu kez çocukluk hayallerini deşiyor. Eğer çocukluğunuzu biraz olsun özlüyorsanız, gözyaşı dökmemeniz imkansız bu filmde. Michel Gondry sinemasını anımsatan rengarenklikteki sanat yönetimi ile yine hüzünlü bir hikayeyi bonbon şekeri kıvamında bir film ile anlatmış Samuell.
"New York, I Love You" (Yön: Fatih Akın, Yvan Attal, Randy Balsmeyer, Allen Hughes, Shunji Iwai, Shekhar Kapur, Joshua Marston, Mira Nair, Natalie Portman, Brett Ratner, Jiang Wen - ABD): Sen git ısrarla yasal yollardan izlemek için bekle, sonra "Paris, Je t'aime"deki sıcaklığın yarısını bile bulama. Ünlü şair Hande Yener'in başına gelenlerin tam tersi gelmiş de olabilir "Paris, Je t'aime" formülünün başına; sorun şehirlerde olabilir. New York ve Paris, ikisi de birer metropol olsa da, ilki Amerika'nın soğukluğunu, tarihsizliğini, kültürsüz çok-kültürlülüğünü ve yapaylığını yansıtıyor ne de olsa. Diğeri ise sadece ve yalnızca Paris. Çoğunluğu Amerikalı yönetmenlerin kısa filmlerinden oluşan "Paris, Je t'aime"in, çoğunluğu Asyalı olan yönetmenlerin kısa filmlerinden oluşan "New York, I Love You"dan çok daha iyi olmasını açıklamanın başka bir yolu var mıdır bilemiyorum. Soğuk aşk hikayeleri anlatıyor "New York, I Love You". İnsanlar paltolarıyla dolaşıyorlar Central Park'ta. Tarih kokan inişli-yokuşlu sokaklarda yürüyerek değil, gökdelenlerin yükseldiği dümdüz caddelerde taksiye binerek yaşıyorlar aşklarını. Kısa filmler arasında Yvan Attal ve Brett Ratner'ın hikayeleri ise favorilerim. Fatih Akın'ın beni hayalkırıklığına uğrattığını, Uğur Yücel'in New York'a değil İstanbul'a yakıştığını, Eli Wallach ve Cloris Leachman'ın ise birbirine çok yakıştığını söylemeden geçemem.
"Certified Copy" (Yön: Abbas Kiarostami - Fransa): Yarısında mışıl mışıl uyuduğum bir film hakkında yazarak haksızlık etmek istemiyorum. (Yoksa bunu diyerek çoktan yorumumu yapmış mı oldum?) "Certified Copy", iki kişinin yürüyerek, oradan oraya girip çıkarak durmadan konuştuğu ve tartıştığı bir film. Evet, 90'lı yılların en güzel filmlerinden "Before Sunrise"daki fikir bu. Ya da onun devam filmi "Before Sunset"in, hatta onun izinden giden "2 Days in Paris"in. Fakat Juliette Binoche ve William Shimell hayatın içinden değiller. Geyik yapmıyorlar. Bildiğin sanat felsefesi ve kültür ekonomisi tartışıyorlar. E ben zaten okulda dinliyorum bunları? 6 liraya Juliette Binoche'tan ninni dinleyerek uyudum ya, herkese nasip olmaz. ("Sen sinemadan ne anlarsın" eleştirilerinizi kapının altından atabilirsiniz.)
"Town" (Yön: Ben Affleck - ABD): Bu Filmekimi'nin popüler sinemaya en yakın parçalarından biriydi Ben Affleck'in ikinci filmi. Kötü oyuncu Affleck'in, umut vaat eden yönetmen Affleck'e dönüştüğü "Gone Baby Gone" sonrası; umutları boşa çıakrmadığını gösteriyordu kendisi. Bu kez kendisini başrole de koyan yönetmen, yanına Jon Hamm, Jeremy Renner ve Rebecca Hall gibi son yılların televizyon ve sinemada parlayan oyuncularını alarak yine bir suç dramasına imza atmış ve yine başarılı olmuş. Kimi yerlerde 'son işini yapan deneyimli hırsız' klişesine yenik düşse de, gerek sürükleyici soygun sahneleri, gerekse dramatik yapısı ile etkileyici ve görülesi bir film "Town".
Bu 9 film dışında kaçırdığım için gözümden birer damla yaş akıtan filmleri ise şöyle sıralayabilirim: "Get Low", "Jack Goes Boating", "Alting bliver godt igen" ve "Des hommes et des dieux". Çok merak ettiğim ama göremediğim "Revolución"un ise Gael Garcia Bernal ve Latin kültürü hayranı bir insan tarafından beğenilmemesi içimi rahatlattı.
3 yorum:
festival, filmler muthis.. ancak gosterim yapilan sinemalarda ve salonlar, IKSV personelinin keyfe keder uygulamalari uzucu!!! ornegin 12 Ekim 1020 11:00 de seansi olan Get Low filmi 35dkika gecbaslayip, film basladiktan sonra dahi iceriye izleyici alinirken, 2 gun sonra yine cinebonus gmall da 14 ekim 13:30 da seansi olan chatroom filmine tanitim gosterilirken dahi alinmiyorsunuz!!! saatlerce kuyrukta bekleyip, istanbul trafiginin azizligine ugrayip tum cilelere katlandiktan sonra keyfe keder uygulanan kurallara birebir bizzat sahitkenorganizasyon directoru Azize Hanima da derdiniz anlatmaya calisiyorsunuz ama malesef kimse sikayette bulunmadigi icin direktorler dahi yasananlardan bir haber!!! bir daha ki film ekimiicin kafanizda bir suru soru isareti ile geziniyorsunuz.
ayrica 15 Ekim 13:30 Sosyalizm filmine de tanitim bittikten sonra kimsenin iceri alinmamasi kuralina ragmen, 3 kisinin film basladiktan sonra iceriye alindigina sahitolmak gercekten uzucu idi...
Her fırsatta uluslararası düzeyde festivallere katılmak için özen gösteren benim gibi birisi bile organizasyondaki keyfi uygulamalar (insanlarımız keyfi uygulamalardan çok zevk alıyorlar) nedeniyle katılmamaya ikna edilmiştir.Ama bundan organizatorlere ne diye soracaksınız? Katılıyorum. Çünkü bu tür eleştirilere aldırmadıkları çok belli. Onlar kendileri konuşup kendileri dinlemeyi seviyorlar. Herhalde gelen rejisör ve aktörlere yakın düşmek dışında bir şeye aldırdıkları yok.Onlar için festival bahane.
Yorum Gönder