Elif Şafak yine demiş, yine demiş:
"Tamamına kavuşan tek bir şey bile yoktu hayatta; "bütünlük" denilen, kof bir kelimeden ibaretti lugatlarda. Deniz yoktu mesela; her biri ayrı ayrı yönlere akmaya çalışan sayısız sonsuz denizler vardı, tek bir denizin içinde bile. Gördüğümüz dalgalar, denizlerarası savaşların toplamdan eksilttiklerinden geriye kalabilen yükseklikte ve sıklıkta ulaşıyordu kıyıya. Ulaşıp parçalanıyordu köpük köpük, zerre zerre. İstanbul da yoktu keza. Her biri kendi güzergâhında seyreden onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca güruh, cemaat, cemiyet vardı. Artılar eksileri götürüyor, zıt rüzgarlar birbirinin cereyanını durduruyor, kimsenin gücü kimseninkine baskın çıkamadığından, sonuçta şehir varlığını korumayı başarıyor, ama bu arada durmadan azalıyordu. tıpkı dalgalar gibi, İstanbul da, toplamından eksilenlerden geriye kalandı aslında." (Şafak, 104)
"İnsan bekârken, bir-ev-içindeki-eşyalar-içinde yaşıyor; mazisi, hikâyesi, kişisel önemi, sembolik değeri olan, kendine ait eşyalar içinde. Evlendiğinde, eşyalar-içindeki-bir-ev-içinde yaşamaya başlıyor; maziden ziyade gelecek, anılardan ziyade beklentiler üzerine kurulu, neyin ne kadarının kendine ait olduğu şaibeli evler içinde. Boşanmak ise, giden mi yoksa kalan mı olduğunuza bağlı olarak, ya eşyasız evler, ya da evsiz eşyalar içine konmak, silbaştan başlamak demek." (Şafak, 132)
"Sarhoşların araba sürmeleri sakıncalıdır. Bunu herkes teslim eder. Ne var ki, sarhoşların telefonu kullanmaları, araba kullanmalarından çok daha ölümcül sonuçlar doğruabildiği halde bu konuda hiçbir düzenleme mevcut değildir. Sarhoşken araba kullananlar rastgele hedeflere çarpar: aniden karşılarına çıkan talihsiz bir ağaç, kendi halinde seyreden ilgisiz bir araç... ne bir kasıt vardır bu kazalarda, ne de bir amaç. Sarhoşken telefonu kullananlar ise gidip mutlaka sevdiklerine çarpar." (Şafak, 135)
"Yalnız bir kusuru vardı. Beğenildiğini anlar anlamaz doğallığını yitiren tüm kadınlar gibi o da zoraki bir sertlik takınıyor; karşısındaki erkeği ne fazla uzak, ne lüzumsuzca yakın olacak surette arafta bir yerlerde bekletmekle, gördüğü göreceği ilgiyi daimi kılacağını sanıyordu." (Şafak, 145)
"Tatlı tatlı emdiğimiz şekerin birdenbire kırılarak, içinde gizlediği peltemsi ve alabildiğine ekşi sıvının ağzınızın içinde dağılıvermesine benzer şu özne BİZ. Lav gibidir aynı zamanda. Tek ve mutlak bir kaynaktan fışkırdığı halde, sanki her yerden boy vermiş ve her yere aitmişçesine, pervasızca dört bir yana yayılan, yoluna çıkan her şeyi istisnasız, ayrımsız eteklerinin altına alan, kendi dışında bir varlık kalmayıncaya değin tüm bir yaşam alanını kaplayan, yakıcı, kavurucu, fetih tutkunu lav gibi. Tanrı böyle konuşur kutsal kitaplarda. Tüm yaratma, yok etme, cezalandırma, mükafâtlandırma eylemlerini anlatırken, BİZ diye hitap eder. Bir de anneler böyle konuşur çocuklarıyla. "Acıktık mı?" diye sorarlar mesela. "Bakmayın amcası böyle yaptığımıza, aslında çok usluyuzdur.", derler ya da. Alınan karar, yapılan tercih tamamen onlara ait olduğu halde, ortada iki ayrı benlik ve bellek değil de, som ve sonsuz bir bütünlük varmışçasına katarlar berikinin varlığını kendi varlıklarının hudutlarına. Tanrı'nın Kuran'da,annelerin çocuklarına [...] hitap ederken kullandığı BİZ'in formülü (Biz = Sen + Ben) değil, (Biz = Ben + Ben olmayan her şey)dir. Böyle bir BİZ'in dışında kalmak mümkün değildir." (Şafak, 229)
Shipping Antiques Across the Tasman
2 yıl önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder