18 Eylül 2011

Taşındık!

Eğer bu blogu severek takip edenlerdenseniz, bilmeniz gereken bir şey var: Taşındık!

Zaten thebalkabaa.com üzerinden ziyaret ediyorsanız, bu satırları okumuyorsunuz bile.

Fakat artık thebalkabaa.blogspot.com güncellenmeyecek.


Sizi kendi mekanımda ağırlamaktan mutluluk duyacağım:


http://thebalkabaa.com


Evet, çok kurumsallaştım. :)

15 Ağustos 2011

ARTER'den Bağıra Basılası Sergi


22 Haziran'dan beri ARTER'in önünden geçenler, birbirine sarılmış iki motosikleti görüp gülümsüyorlar istemsizce. Derken arkada devrilmek üzere duran bir sandalye kulesinin üzerindeki küçük çocuğu görüp ağızlarına geliyor yürekleri. İçeri girenlerse o motosikletleri sevimli kılanın da, o küçük çocuğu gerçek sanılacak denli canlı yapanın da Avustralyalı sanatçı Patricia Piccinini olduğunu anlıyorlar. "Beni Bağrına Bas", yılın görülmesi şart olan sergilerinden biri ve son haftalarında sizi bekliyor.


Yer yer sevimli, yer yer tüyler ürpertici olabilen bu sergide; Piccinini'nin silikon, fiberglas, deri ve insan saçı gibi maddeler kullanarak birbirinden gerçekçi çalışmaları sergileniyor. ARTER'in üç katına yayılmış sergide aşağıdan yukarıya giderken, aydınlıktan karanlığa, hatta görünenden mahreme doğru bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Sanatçının 1997 - 2011 tarihleri arasındaki çalışmalarından oluşan sergi 30'a yakın eser barındırıyor. "The Welcome Guest" (Davetli Misafir - 2011) adlı eseri ise bu sergi için özel olarak hazırlanmış.

Son zamanlarda sergi mekanları arasında oldukça popüler bir tema olan doğa ve teknoloji ilişkisine duygular düzeyinde yaklaşıyor "Beni Bağrına Bas". Ekranlardan oluşan bir ormanın "gerçek" bir ormanın verdiği hissiyatı verip veremeyeceğini; genetik mutasyon ile insanlık tarafından 'yaratılmış' olması muhtemel 'yaratıkların' duyguları olup olamayacağını ve insanlığın doğa ve/veya teknoloji ile ilişki kurmasının ardındaki temel duygu olan 'merakı' sorgulatıyor. Giriş katındaki "The Observer" (Gözlemci - 2010) ile başlayan bu 'merak' çağrışımları, sergi boyunca yaratılan dokunma isteğinin ardındaki duygu ile doruk noktaya ulaşıyor. Öyle ki, eserlere dokunma isteğine karşı koyamayan ziyaretçilerin onlara zarar vermemesi adına "The Offering" (Sunulan - 2009) adlı bebek-eser dokunulması için bir görevli tarafından ortalıkta dolaştırılıyor. 'Merak' temasını en iyi işleyen, dokunma ihtiyacı ve şüpheciliği en iyi somutlaştıran eser ise adından da anlaşılacağı gibi "Doubting Thomas" (Şüpheci Thomas - 2008).

Serginin giriş katında daha mekanik, daha bugünün metalik teknolojisini yansıtan eserler yer alıyor. Motosikletler, kasklar, metal levhalar, televizyon ekranları, IKEA sandalyeleri... Fakat kaskların şekillerinden bir insan kafasına ait olamayacaklarını, motosikletlerin yüzlerinden duyguları olduklarını, kısacası serginin devamında ilginç şeylerle karşılaşacağınızın sinyallerini alıyorsunuz. Katın en dikkat çekici eserleri, ARTER'in ön cephesine vitrin olan "The Lovers" (Aşıklar - 2011) ve kattaki en canlı eser "The Observer" (Gözlemci - 2010).

İkinci katta mekanik ve metalikten, organik ve ürpertici olana geçiş başlıyor. Geleceğin teknolojik gelişmelerini düşünürken, insan ve bilimin korkunç yaratıklar yaratabileceği düşüncesinden korkarken ve düşüncesinden korktuğumuz yaratıkların da biz insanlardan korkabileceği gerçeğine üzülürken buluyorsunuz kendinizi. Katta ekolojik mesajlar içeren eserlerin yanı sıra, gerçek insan saçları kullanılarak yapılmış tablolar da bulunuyor. En ilgi çekici eser ise sevgi gösterisi ile zarar verme arasındaki ince çizginin ayırdına varmanızı sağlayan "The Embrace" (Kucaklama - 2005).


Serginin en duygu yüklü, en ürkütücü ve en hüzünlü katı ise üçüncü kat. Piccinini'nin yaratıklarının ev haline tanık olduğumuz, loş bir ortama sahip bu son kat; o yaratıkların da tanıdık duygulara sahip olduğunu kanıtlar gibi. Beklerken birlikte uyuyakalmış bir çocuk ve bir yaratık ("The Long Awaited" - Beklenen, 2008), aynı yatağı paylaşan bir insan ve yaratık yavrusu ("Undivided" - Bölünmemiş, 2004), kucağında taşıdığı ve bakıcılık yaptığı insan bebeğine olan sevgisi yüzünden okunan yaşlı bir yaratık ("Big Mother" - Büyük Anne, 2005) ve beşiğinde öylece bırakılmış bir yaratık-bebek ("Foundling" - Bulunmuş Bebek, 2008)... Katta yer alan video "The Gathering" (Toplanma - 2007) ise sanatçının farklı türdeki bir çalışması olması itibariyle ve duygulu hikayesi ile dikkat çekiyor.

Patricia Piccinini'nin dünyasını 21 Ağustos'a kadar ARTER'de keşfedebilirsiniz.

6 Ağustos 2011

En İyi Film Afişleri: 2010

Film afişleri, film hakkında minimum ipucu vererek, minimum ünlü oyuncu kellesi göstererek, filmi en iyi şekilde tanımlamalıdır bence ve bunu bazen bir sanat eserini andıran tasarımıyla, bazen 'tagline'ı ile, bazen de sadeliğiyle yapmalıdır. Her sene çekilen yüzlerce filmin afişi arasında, çok azı bunu tam olarak yapabiliyor ve böyle takdire layık olanları bazen gerçekten iyi filmlere ait oluyor. Her zaman mükemmel bir afiş (bırakın iyiyi) ortalamanın üstünde bir filmi müjdelemese de; gerek filmler hakkında bir ön bilgi, gerekse bir oda süsleme gereci olarak önem verdiğim birer sinema ögesi film afişleri.

En İyi Film Afişleri 2010:


1. "Let Me In": İsveçli Tomas Alfredson'un "Låt den rätte komma in" harikasından sonra "Cloverfield" ile tanıdığımız Matt Reeves imzalı "Let Me In", orijinaline kıyasla kat kat etkileyici bir afişle çıktı karşımıza. (İşte Hollywood'un ekonomik gücü) Melek, kar, beyaz... Kan ve ayak izleri. Masumiyet ve katliam. Kısacası filmi özetleyen her şey. Portfolyosunda Clint Eastwood filmleri ve Twilight serisininkiler gibi ortalama afişler bulunan The Cimarron Group bu kez şaşırttı.


2. "Buried": Ryan Reynolds'lı bu İspanyol geriliminin klostrofobik atmosferine hayli uygun, tam sevdiğim gibi fazlasıyla minimalist bir afiş. "Buried". En büyük kozu Reynolds'ı küçücük kullanması mı, yoksa o simsiyah boşluk ile yapılan toprak metaforu mu beni daha ok etkiledi bilemiyorum. Afiş son yılların en yaratıcı ve en üretken ajanslarından Ignition Print (True Blood, Men Who Stare at Goats, Inception, District 9, 3:10 to Yuma...) imzasını taşıyor.


3. "Greenberg": "Squid and the Whale" ve "Margot at the Wedding" gibi mütevazı ve iyi yazılmış bağımsız yapımların yönetmeni Noah Baumbach'ın 3. filmi "Greenberg", adını Ben Stiller'ın canlandırdığı karakterden alıyordu. Filmin minimalist afişi, çok ama boş konuşan, çok iş yapıyormuş gibi gözüken fakat hiçbir şey yapmayan, çok meşgul gibi görünen fakat aslında hiçbir işi olmayan bu adamın trajikomik hikayesini özetler nitelikte. Afişin yaratıcısı, daha önce "Brick", "Burn After Reading", "A Serious Man" ve "Away We Go" gibi bağımsız yapımların afişlerinde de imzası olan Mojo.


4. "Rabbit Hole": Son yılların en uç noktalarda dolaşan yönetmeni John Cameron Mitchell, Nicole Kidman ve Aaron Eckhart'lı aile dramı "Rabbit Hole" ile hayal kırıklığına uğratmıştı beni. Kidman'a bir Oscar adaylığı getiren filmde, o oyunculuk dahil pek bir şeye hayranlık duymamıştım. Fakat gidiş-gelişleri ile dikkat çeken Becca ve Howie'nin yaşadıkları felaket sonucu adeta bir duygular kolajına dönmüş hayatlarını özetleyen bu afiş filmden çok daha başarılıydı. Afişte yine Ignition Print imzası var.


5. "Inception": Rüyaları bir mimarlık harikası gibi işleyen "Inception" ve yaratıcı Christopher Nolan'ın bu dünyasına uygun, mimari bir afiş... Filmin yayınlandığında kimseye hiçbir şey anlatmayan ama bir o herkesi bir o kadar heyecanlandıran teaser'ını anımsatan bu afişte de Ignition Print imzası var.

En İyi Tagline'lar 2010:

1. "You Don't Get to 500 Million Friends without Making a Few Enemies." - Social Network: 2010'un en sevdiğim filmlerinden olan, Facebook ve Mark Zuckerberg'in hikayesini harika bir senaryo ile anlatan "The Social Network", iş dünyasının entrikalarını ve ikiyüzlülüğünü anlatan bir modern destandı. (Filmin eleştirisi "Sosyal Çağın İlk Destanı: The Social Network" yazıma buradan ulaşabilirsiniz.) Filmin tamamen üzerine kurulu olduğu düşmanlık hikayelerine ve Facebook'un gelebileceği toplumsal noktaya aynı anda gönderme yapan bu tagline, Eisenberg'in (bu durumda Zuckerberg'in) suratına dev puntolarla yazılmış ve bu nedenle bana biraz da 2007'nin "Michael Clayton" afişini anımsatmıştı.

2. "Innocence Dies. Abby Doesn't." - Let Me In: Yukarıda yılın en iyi afişi seçtiğim "Let Me In" de, filmin öncülü "Låt den rätte komma in" de, daha önce defalarca söylediğim gibi çocuksu, masum bir aşkın ve canice bir vampir hikayesinin ahenkli bir şekilde içiçe geçmiş hikayesi. Bu hikayeyi dört kelimede, iki cümle ile özetleyen tagline (tıpkı afişi gibi) orijinal filmin ötesine geçen kusursuz bir detay. İsveç ve Amerikan sinema endüstrilerinin ticari deneyimleri göz önünde bulundurulursa da gayet beklenen bir öne çıkış.

3. "An Epic of Epic Epicness" - Scott Pilgrim vs. the World: Başta bir gençlik filmi gibi gözüken, fakat 80'ler/90'lar nostaljisine hizmet eden, izleyenleri o mahallelerindeki atari salonuna atıp götüren "Scott Pilgrim vs. the World"ün bu tagline'ı, başrol oyuncusu Michael Cera'nın şapşallığını ve konuşmasını birebir yansıtıyor sanki.

4. "Shut Up. Kick-Ass." - Kick-Ass: Söyleyecek söz yok aslında. Shut up. Kick ass. Film bundan ibaret ve bu yüzden çok, ÇOK eğlenceli.

5. "Your Mind Is the Scene of the Crime." - Inception: 2010'un olay yaratan filmi, son Christopher Nolan harikası, "Inception" akıl oyunları ve rüya oyunları ile zihnimizi oldukça meşgul etmiş ve insan beyninin nelere kabil olduğuna, rüyalar aleminin şaşırtıcı detaylarına konsantre olmuştu. Zihni bir suç mahali olarak tanımlayan bu tagline, Nolan dünyasına, zekasına ve dehasına çok uygundu.

30 Temmuz 2011

39. İstanbul Müzik Festivali'nin Ardından..


İstanbul'un ve Türkiye'nin en köklü festivallerinden İstanbul Müzik Festivali, bu yıl 39. kez şehri klasik müziğe doyurdu. 4 Haziran günü Aya İrini'deki Açılış Konseri ile başlayan festival İdil Biret'ten Gidon Kremer'e, Hilary Hahn'dan Alissa Weilerstein'e birçok ünlü sanatçıyı ağırladı ve 22 Temmuz günü Aya İrini'de dev bir sopranonun aryaları ile, Festival Özel Konseri'nin konuğu Renée Fleming ile sona erdi. Her yıl olduğu gibi Barok'tan Modern'e geniş bir yelpazedeki eserlerden oluşan programı ile dikkat çeken festivalin bu yıl ilk kez bir de teması vardı: "Uzaklara Yolculuklar"...


Bu yıl kişisel rekorumu kırarak 24 konserin 7'sinde bulunabildim ve BİFO'ya bir kez daha hayran kalmanın yanı sıra; yukarıda saydığım, hepsi de birbirinden efsanevi sanatçıların birçoğunu izleme fırsatı buldum. Programımdaki 5 konserin dışında Açılış Konseri'nde bulunmamı sağlayan İKSV'ye ve hayatım boyunca unutmayacağım konserlerden birinde Renée Fleming'i dinlememi sağlayan Festival Direktörü Yeşim Gürer Oymak'a çok teşekkürler.


Açılış Konseri (4 Haziran 2011, Aya İrini) BİFO, Sascha Goetzel (şef), Lara Melda (piyano):
Festivalin açılışı, kendisi ile özdeşleşmiş mekanlardan Aya İrini'de düzenlendi bir kez daha. Önceki yıllarda Caddebostan sahilindeki dev ekrandan seyretmeye çalıştığım Açılış'ı bu yıl ilk kez ben de yerinde izleme fırsatı buldum. Yıllardır Borusan sponsorluğunda gerçekleşen festivalin sürekli orkestrasının da kanımca Türkiye'nin en iyi orkestrası olan BİFO olması sayesinde daha ilk günden dinleyebildim böylece BİFO'yu. Orkestranın bu sezon çalışmaya başladığı sürekli şefi Sascha Goetzel'in sahnede resmen müziği yaşayarak ter dökmesini ilk kez izlediğim gibi, festivalin bu yılki Onur Ödülü sahibi Muemmer Sun imzalı İzmir Rapsodisi'ni de ilk kez dinledim Açılış Konseri'nde. Yöresel ve tanıdık ezgileri orkestral bir görkemle birleştiren her esere hayranlık duyduğum gibi İzmir Rapsodisi'ni de harmandalıyla, zeybeğiyle, yaylılarıyla, üflemeleriyle büyüleyici buldum. Diğer yandan 2010 BBC Yılın Genç Müzisyeni Ödülü'nün sahibi olan 1994 doğumlu Lara Melda, piyanosuyla Grieg'in La Minör Piyano Konçertosu ile BİFO'ya eşlik ederek kendisine hayran bıraktı. İKSV böylece bir kez daha, ustaları ödüllendirdiği festival açılışında genç bir sanatçıyı seyircisine tanıtmış oldu. (Geçtiğimiz yıl 38. İstanbul Müzik Festivali'nde BİFO'ya 1997 doğumlu keman sanatçısı Elvin Hoxha Ganiyev eşlik etmişti.)


Gezi Yılları (6 Haziran 2011, Aya İrini) İdil Biret (piyano):
Ülkemizin en tanınmış ve başarılı piyanistlerinden İdil Biret, festivalin temasına bir hayli uygun ve adını Liszt'in "Années de pélerinage" eserlerinden alan resitali ile Açılış sonrasındaki ilk konserin konuğuydu. Ne yazık ki yalnızca İdil Biret'i dinlemek için gittiğim bu resital bile Liszt'i sevmemi sağlayamadı.


Venedik Barok Orkestrası (13 Haziran 2011, Aya İrini) Sara Mingardo (kontralto):
Festival programında son anda yapılmak zorunda kalınan değişiklik ile Patricia Petibon yerine Sara Mingardo eşlik etti Venedik Barok Orkestrası'na. Barok'un olmazsa olmazlarından Händel ve Vivaldi ağırlıklı bir program bizi bekliyordu. Sara Mingardo kontralto olmasından mıdır, Petibon'un yedeği olmasından mıdır bilmiyorum, geri dönüp baktığımda festivalden aklımda yer edememiş ender sanatçılardan oldu. Diğer yandan konserin bana kazandırdığı en önemli şey, Francesco Geminiani'nin 12 No.lu Re Minör Konçerto Grosso'su "La Folia" oldu. Scarlatti'den Vivaldi'ye birçok ünlü bestecinin kullandığı temanın bir varyasyonu olan "La Folia"da bir ara "Pirates of the Caribbean" temasını bile duyduğumu söylesem bana deli denmeyeceğini umuyorum. Kısacası İstanbul Müzik Festivali'nin olmazsa olmazı Barok Müzik için bu yılki tercihim Venedik Barok Orkestrası'ndan yana oldu. Fakat geçtiğimiz yılki Academy of Ancient Music etkisini yapamadı ne yazık ki.


Seyahat Günceleri (20 Haziran 2011, Süreyya Operası) Anna Lapkovskaja (mezzosoprano), Tamás Kéry (piyano):
Festival temasını avaz avaz ismi ile bağıran başka bir konser, "Seyahat Günceleri" oldu. Yolculuklar, geziler ve izlenimleri konu alan 10'dan fazla arya ile kısa ama güzel bir gece yaşattı iki genç sanatçı. Macar piyanist Tamás Kéry'nin eşlik ettiği Belaruslu Anna Lapkovskaja, mor elbisesi içinde büyüleyiciydi. Mezzosoprano, geçtiğimiz yıl düzenlenen VI. Leyla Gencer Şan Yarışması'nda üçüncülük ödülünü Pervin Çakır ile paylaşmış, benimse birinci gelen Pretty Yende'den sonraki favorim olmuştu. İdil Biret resitali nedeniyle onca laf ettiğim Liszt sevgisizliğim, Liszt'in "Kennst du das Land" aryası ile bir duraklama dönemine girdi. Tek bir kelimesini anlamadığım, üstüne üstlük Almanca olan aryaya ağlamam bunun en büyük kanıtı.


BİFO & Hilary Hahn (21 Haziran 2011, Aya İrini) Sascha Goetzel (şef), Hilary Hahn (keman):
Festivalin en iyi konseri benim için BİFO'ya Hilary Hahn'ın eşlik ettiği, Mozart ile başlayıp Bartók ve Ravel ile devam eden konserdi. Mozart'ın 5 No.lu La Minör Kaman Konçertosu ile dinlediğimiz Hilary Hahn, dünyanın en tatlı insanlarından biri izlenimini kolaylıkla bıraktı. Twitter hesabı bulunmasıyla ve bunu konser programındaki biyografisine yazdırmasıyla da gönlümü fethetti @violincase. Hahn, uzun alkışlar sonrasında Schubert'in Erlkonig adlı lied'inin üzerine çaldığı fantezi ile veda etti seyircisine ve konser çıkışında abümlerini imzalayarak uzun kuyruklar oluşmasına neden oldu. Gecenin en harika yanı ise, BİFO'nun Ravel ile zirveye ulaştığı, hayatımda dinlediğim en etkileyici vurmalı seslerini duyduğum "Bolero" ve ardından dinmeyen alkışları susturmak için çaldıkları Ulvi Cemal Erkin'İn çok sevdiğim eseri "Köçekçe"yi arka arkaya dinlemekti.


Schleswig-Holstein Festival Orkestrası (29 Haziran 2011, Lütfi Kırdar) Christoph Eschenbach (şef), Alissa Weilerstein (viyolonsel):
Planladığım haliyle festivaldeki son konserimdi Lütfi Kırdar'daki Schleswig-Holstein Festival Orkestrası konseri. Orkestra, bir gece önce Lübeck Korosu ile Haydn'ın "Yaratılış Oratoryosu"nu seslendirmişti. Bu ikinci gecede ise Rossini ile başladılar programlarına. Hayranı olduğum bestecilerden Saint-Saëns'in 1 No.lu La Minör Keman Konçertosu sırasında onlara eşlik eden Alissa Weilerstein, kadınların viyolonsel çalarken ne kadar seksi olduğunu bir kez daha gösterdi. Hem duruşu, hem kıyafeti, hem mimikleri, hem de müziğiyle... Brahms'ın 1 No.lu Do Minör Senfonisi ile sona eren konserin benim için bir kapanış olmadığınıysa çok yakında öğrenecektim.

Festival Özel Konseri (22 Temmuz 2011, Aya İrini) Sascha Goetzel (şef), Renée Fleming (soprano):
Bu yıl bir yana, hayatım boyunca izlediğim ve izleyeceğim en iyi klasik müzik konserlerinden biri ise Festival'in bitişinden bir ay sonra gerçekleşen ve dünyanın en iyi sopranolarından Renée Fleming'i ağırlayan Festival Özel Konseri'ydi. Renée Fleming'in o harika sesi ve o muhteşem karizması bir yana, BİFO'yu çok kısa bir zamanda 3. kez dinliyor olmanın yeri de apayrıydı. Schubert'in Rosamunde Uvertürü ile açılan konserde BİFO aryaların arasında Mascagni, Khachaturian, Gounod ve Puccini'den eserler çaldı. Bunlar arasında en harikası benim için yeni bir keşif olan Gounod'un "Faust Valsi" idi. Renée Fleming ise Strauss, Massenet, Dvořák, Leoncavallo, Puccini, Cilea ve Verdi'den aryalar seslendirdi. Soprano, Douglas Hannant imzalı, biri beyaz biri pembe (bir erkek olduğum için detay veremiyorum, fakat o rengin adının basit bir 'pembe' olmadığına adım gibi eminim) iki elbisesi içinde de harikaydı. O tapılası sese rağmen, karşımızda dünyanın en sıcakkanlı insanlarından biri duruyordu. Arya aralarında sık sık mikrofonu alıp kendi ya da aryalar ile ilgili kısa bilgiler verdi. Bunlardan en ilginci çocukluğu Çekoslovakya'da geçtiği için Çekçe biliyor oluşu ve bu nedenle çok sevdiği Dvořák imzalı arya "Pisen Rusalky O Mesiku"yu (Song to the Moon) kendi imza aryası olarak kullandığını ve hemen hemen tüm konserlerinde programına dahil ettiğini söylemesiydi. Fleming, konser bittikten sonra tam dört kez geri gelerek söylemeye devam etti. İki aryanın yanı sıra söylediği "Summertime" ve West Side Story'den "I Feel Pretty" yorumları da kusursuzdu sanatçının.

"No programme is complete for me without Strauss." - Renée Fleming


39. İstanbul Müzik Festivali, Renée Fleming ile sona erdi. Fakat sırada en az onun kadar iyi başka bir konser var: Şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Venezüella Simon Bolivar Senfoni Orkestrası, 8 ve 9 Ağustos tarihlerinde İstanbul'da iki performans sergileyecek. 200'den fazla genç sanatçıdan oluşan bu orkestrayı kaçırmayın!

Fotoğraflar: İKSV Basın Fotoğrafları (Mahmut Ceylan, Mustaf Önder, Emre Mollaoğlu)

24 Temmuz 2011

Harbiye'de Bir Efsane: Paul Simon

18. İstanbul Caz Festivali, Joss Stone'u ağırlayacağı son konserinden önce, iki performansa ev sahipliği yaptığı son haftasında da bizlerleydi. Haftanın ilk konseri, Esma Sultan'da Amadou & Mariam'ı ağırlarken; ikincisi ise konserin en 'headliner' konseri, en efsane müzik adamını bizlere getirdi: 19 Temmuz Salı gecesi Harbiye Açıkhava Tiyatrosu, oturmayı bırakın, ayakta duracak bile yer kalmayan bir şekilde Paul Simon'ı dinledi.





Simon & Garfunkel'ın Simon'ı, "Sound of Silence" ve "Mrs. Robinson" gibi şarkıların yaratıcısı; solo kariyeri boyunca "50 Ways to Leave Your Lover", "You Can Call Me Al", "Slip Slidin' Away" ve "Diamonds on the Soles of Her Shoes" gibi şarkılara imza atmış olan Paul Simon, sevenlerini oldukça tatmin eden bir performans sergiledi ve programını bitirdikten sonra 8 şarkı ile daha devam etti. Gece boyunca neredeyse her şarkıyı ayrı bir gitarla çalan Simon, heyecanla beklenen "50 Ways to Leave Your Lover"ı izleyicisini fazla bekletmeden, konserin hemen başlarında söyleyiverdi.


Benim içinse gecenin en heyecan verici anı, Simon'dan çok Simon&Grafunkel'ı seven biri olarak "Sound of Silence"ın o kalabalık sessizliğin ortasında, bir spotun altında söylendiği andı. Yıllar önce KoroSU ile sahnede söylerken bile tüylerimi diken diken eden şarkıyı sahibinden canlı canlı dinlemek, yaşanabilecek en güzel şeylerden biriydi benim için. İKSV ve konserin sponsoru Sony'e bunu yaşattıkları için bir kez daha teşekkür ediyor, 18. İstanbul Caz Festivali'nin son konseri için Perşembe günü herkesi santralistanbul Kıyı Amfi'ye Joss Stone'u dinlemeye davet ediyorum.

Rock'n Coke 2011'in Ardından, Vol.2

Aslında bir önceki yazıda hunterofphoenix, Rock'n Coke 2011 hakkında söylenebilecek birçok şeyi, çok güzel ve eğlenceli bir şekilde söyledi. Onun kadar festival insanı değildim, Hezarfen'de yalnızca birkaç saat bulundum. Fakat benim gözümden de apayrı bir Rock'n Coke okumak isteyenler için geliyor bu yazı:

Hiçbir zaman "Festivallerde kamp kurmalıyım!"cılardan olmadım, rahatına düşkün bir insanım çünkü. Bu nedenle, Rock'n Coke 2011, benim için yalnızca Pazar gününün yarısından ibaretti. Aslında Athena ve Travis dinlemek için gitsem de, günün alamet-i farikası ise Paolo Nutini'yi keşfetmem oldu.

Ulaşım, festival alanının cehennemin dibinde olmasından ve hizmet sağlayıcının İETT oluşundan dolayı biraz sıkıntılıydı. Kadıköy Rıhtım'da, İETT şoförlerinin 'saati gelmeden kaldırmayız' kaprisleri yüzünden klimalı boş otobüsün önünde, güneşin altında sırada beklemek komikti mesela. Neyse ki, otobüsler klimalıydı ve 1.5 saat sürse de rahat ve serin bir yolculuk sonucunda Hezarfen'e ulaştım.


90'lı yıllardan beri en çok sevdiğim Türk gruplarından olan Athena, bugüne kadar yaşadığım türlü talihsizlikler nedeniyle bir kez bile canlı izleyemediğim ve bu nedenle hayatımda çok büyük bir eksiklik hissettiğim gruplardan biriydi. Rock'n Coke 2011'in Pazar günü, festival alanına giriş yaptığım saat de Athena performansına göre ayarlanmıştı. Athena henüz batmamış olan güneşin tam karşısında, sıcaktan ter içinde kalmış kalabalık bir kitlenin karşısında sahneye çıktığında saatler 18.00'i gösteriyordu. "Serseri Mayın"dan "Kime Ne"ye, "Arsız Gönül"den "Öpücük"e eski ve yeni onlarca Athena şarkısı, karşımda kanlı-canlı söylenirken gerçekten mutlu hissettim kendimi. - hunterofphoenix "Konserleri öylesine kafayı sallayarak ve ayakla ritim tutarak izlerim." demiş yazısında, gerçekten haklı. İnsanın zıplama hevesini sabit durarak kursağında bırakıyor. Ben yine de şarkıları bağıra bağıra söyledim ve kendi çapımda eğlendim. - Festival görevlilerinin sevaba girerek üzerimize püskürttüğü suların ve güneşin altında, aslında çok daha iyisini beklediğim sıradan bir performans izledim Athena'dan. Keşke son şarkıları "Ben Böyleyim" sırasında etrafa saçılan balonlar olmasaydı da, bu sıradan performansa bir de korku dolu anlar eklenmeseydi. (Bilmeyenler için, balonlardan uzak durmaya çalışıyorum.)

Önce kasadan fiş, sonra büfeden yemek/bardan içki sisteminin nesi düzensiz geldiyse; kart çıkart-kart doldur-yemek/içki al düzeninin tercih edildiği yiyecek/içecek düzeni ise kesinlikle festivalde kısıtlı zaman geçirecekler için uygun değildi. Bu nedenle kartlarını sömürdüğüm sevgili arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürü borç bilirim. Skunk Anansie ile ilgilenmediğim için (durun vurmayın!) yemek, bira, arkadaşlarla muhabbet ve sanırım festivalin en huzurlu köşesi Coca Cola Zero Sahnesi civarında dinlenmek, içmek ve oyun oynamakla geçen bir saatin sonrasında birkaç kişi tarafından "tam benlik" olduğu söylenen Paolo Nutini'yi izlemek üzere tekrar Ana Sahne'nin yolunu tuttum.


Paolo Nutini ile ilgili bildiğim tek şey, festival kitapçığında daha fazlasını okumuş olmama rağmen "İtalyan asıllı İskoç müzisyen, besteci ve söz yazarı" kısmıydı. Bir de "Candy" diye bir şarkısı vardı, herkes biliyordu - ben değil. Paolo Nutini sahneye çıktığında, aklımda kalan cümleden dolayı Brit Rock ve Akdeniz ezgileri harmanı bir müzik ile karşılaşacağımın farkındaydım. Fakat kesinlikle duyduğum mükemmellikte bir şey beklemiyordum. Sonradan benden yalnızca 21 gün büyük olduğunu öğrendiğim o bedenden o harika olgunluktaki sesin çıkacağını da. Nutini'nin sahne performansı da (önümdeki 180cm ve üzeri arkadaşların arasından görebildiğim kadarıyla) gayet başarılıydı. Fakat beni en çok etkileyen duyduğum müzik oldu. kesinlikle. Brit Rock'ın o kusursuz, hareketli ve gaz eğlencesini İtalya ve Fransa'ya özgü o çok kötü rock ile birleştirince ortaya güzel bir şey çıkabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Sonuç olarak Paolo Nutini, Jamie Cullum kadar olmasa da, son zamanlarda dinlediğim/izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi.

Gecenin en hazin yanı, saat 12 olmadan Taksim'de olabilmek için (bkz. balkabağına dönüşmek) Travis'i yarım bırakmak zorunda oluşum gerçeğiydi. Fakat söz konusu Travis olunca, 5 şarkı dinlemek bile beni gözyaşları içerisinde bırakmaya yetti. En sevdiğim gruplardan biri daha,karşımdaydı ve sahneye en sevdiğim şarkıları ile çıkmışlardı: "Selfish Jean". Tam buna seviniyor, bir yandan da mutluluktan ağlıyorken, 3. şarkı daha büyük bir darbe vurdu: "Love Will Come Through". Sanki kalbimin sesini dinleyip gönül rahatlığı ile onları bırakabileceğimin mesajını veriyordu Fran Healy: "Love will come through" diyordu, "It's just waiting for you." Kalabalığı aştığımda, kapıdan çıktığımda, kamp çadırlarının yanından yürüdüğümde, servise bindiğimde fonda 6. ve 7. şarkılarını söylüyordu Travis. O kadarı bile mutlu etmeye yetti beni, gecenin devamı ise pişman olmama neden olmayacak kadar güzeldi. (#tmi)

Fotoğraf: Ezgisu Biber

Hayatımın ilk Rock'n Coke'u, en sevdiğim iki grubu (birini yarım yamalak da olsa) izlememi ve Paolo Nutini'yi keşfetmemi sağladı. Bir sonraki Rock'n Coke'un yine benim için bir günden ibaret olacağını biliyorum. Kimleri dinleyip, kimlerden fedakarlık yapmam gerektiğini öğrenmeyi heyecanla bekliyorum.

21 Temmuz 2011

Rock'n Coke 2011'in Ardından

Konuk Yazar: hunterofphoenix

Geçmiş yıllara nazaran her kesimden insana ulaşmak için hazırlanmış bir line-up’la karşımıza çıktı Rock’n Coke, 2011 yılında. Kimi kesime göre gelen sanatçıların çoğu geçmiş yılların yıldızlarıydı. Ama bu sanırım sadece popüler müziğe saplanıp kalmış insanların şikâyetiydi. Sanatçıların duyurulma şekli her ne kadar saçma olsa da (10000 like olmadan göstermem abi) gelen isimlerin kalitesi ve bolluğu festival öncesi gerçek müzik severleri tatmin etmiştir şahsi kanaatimce.

Tahmin edileceği üzere bir festivali oluşturan tek şey gelen sanatçılar olmamakta. Kamp alanından tutun da, yiyecek-içecek büfelerine, güvenliğe, gelen izleyici profiline ve tuvaletlere kadar onlarca şeyin bir arada bulunacağı bir festivali düzenlemek zor iştir. İşte tüm bu unsurları detaylı ve sıkmadan anlatmak gerekirse Rock’n Coke 2011 şöyle geçti:

Cuma trafiğinin ne olduğunu her İstanbullu çok iyi bilir. Gözünüzde büyüyen, bir türlü açılmayan trafik eğer bir toplu taşıma aracında iseniz daha da korkutucu olabiliyor. Klima (eğer varsa) yetersiz, koltuklar elinizdeki çantalarla daha da sıkışık. Sanırım kafada oluşturmak zor değil. Tüm bunları göze alıp Cuma gününden gitti benim gibi bir sürü kampçı. Taksim’den yaklaşık 4-4.5 saatlik bir yolculukla Hezarfen’e ulaşmayı başardık. Nispeten çabuk ilerleyen bir sırayla güvenliğe kadar ulaştık. Burada katılımcılara bedava soğuk kolalar veren organizasyona teşekkür etmek isterim, çok bonus sevap kazandınız.

Fotoğraf: Anıl Uluşan

Ancak ah o güvenlik yok mu o güvenlik? Şiddetten uzak bünyemi delirtmeyi başardıkları için öncelikle kendilerini tebrik etmek isterim. Çantamı sanki bir terör örgütü üyesinin çantasıymış gibi karıştırması. Lens solüsyonuma ve yedek lenslerime parçalarcasına el koymaya çalışması, içeride pil satılıyor olmasına rağmen fenerimin pillerini alması ve bunları yaparken ağzından tek kelime çıkmaması sinir bozucuydu. İşin daha ilginç yanı, bunu yaşamayanlar yani rahat rahat insan muamelesi görerek içeri girenler de vardı. Nitekim bedava kolayla kazanılmış puanlar bu yaşadığım güvenlik olayıyla azaldı.

Benim gibi nice çadır kurma özürlüsü insana yardım eden kamp alanında çalışan gönüllüler çok uğraştı Cuma günü. Etrafa rastgele dizilmiş çadırlardan ziyade düzen ön plandaydı. Bu sayede çadırlara takılmadan ya da onları yıkmadan yürüyebiliyorsunuz rahat rahat. Pek dikkat çeken bir durum olmasa da ilk düşünüldüğünde, bu çok büyük bir artı puan kazandırdı organizasyona. Gelelim kamp alanının sıkıntısına; saat 08.00-08.30’dan sonra uykuya devam etmeniz imkânsız durumda. Öyle bir güneş çıkıyor ki, düşman başına. Hele ki sadece bu kamp için ucuz tek katlı çadırlar almışsanız durum daha da vahim oluyor.


Gelelim organizasyonun fena çuvalladığı yere. Tuvaletler ve su. Çok detaya girmek istemiyorum bu konuda aslında, kısa geçeceğim daha da iğrenç olmaması için. Ben 6 yaşından beri festivallere gidiyorum ekolünün bir üyesi değilim ama arkadaş o tuvaletlerin hali neydi öyle? Kimse dolmuş ve taşmış bir pisuvar ya da seyyar tuvalet kabini görmek istemez. Ara ara ana sahne tarafına bile kokusu geliyordu. Kısaca; çok kötüydü… çok.

Yemekler ve içecekler
konusunda pek sıkıntı gözlemleyemedim aslında. Seçebileceğiniz onlarca büfe olunca fiyatlar da normal seviyede kalmış durumdaydı. İçecekler konusunda basit zevkleri olan biri olduğumdan aldığım biraların soğuk olması benim için yeterliydi. Organizasyon bu konuda gayet iyiydi. Ancak insan çöp kutuları koyar belli aralıklarla. Herkesten yediğini atmasını beklemiyorum ama bir çöp kutusu be. Zaten herhalde bunu kendileri de fark etmiş olacaklar ki, Cumartesi akşamı ya da Pazar sabahı tam hatırlamıyorum, 5 tane bardak getirene kola veriyorlardı. Pek etkili bir çözüm değil, çabaladılar son dakikada ama olmadı.


Ve asıl olay: Müzik... Vodafone Free Zone Sahnesi’nin sabah 12.00 sularında başlaması çok güzel bir hareketti. Matını, minderini alan onlarca kişi gölgeye kuruldu, ya gözünü kapatıp yarı uyur halde müziğe bıraktı kendini ya da arkadaşlarıyla muhabbet etti. Festivalin açılış kurdelesini cumartesi günü Hemi Behmoaras kesti ve de ne iyi etti. Ardından gelen Grup Ses Beats ise muhteşemdi. 60’ların Türk Funk’ını alıp harika bir performansla izleyenleri hem hareketlendirdi hem de güldürmeyi başardı. Sezyum’un performansını merak etsem de Ana Sahne’nin açılışı ile sadece kısa bir süre izleyebildim.

Fotoğraf: Anıl Uluşan

Kurban’ın cehennem gibi sıcak ortamı daha da ısındırması ile festival tam anlamıyla başlamış oldu benim adıma. Çilekeş’in de hakkını yemeyelim sadece çok erken bir saatte çıktılar. Duman konseri ise bildiğimiz Duman konseriydi, Kaan yerine seyirciler söylüyordu şarkıları. The Kooks festivalin katılımcılarının açıklanmasıyla keşfettiğim bir gruptu. Bu sayede Paolo Nutini ile birlikte merak ettiğim sanatçı/grupların başında geliyorlardı. Güzel müzikleri hakkında söylenecek bir şey olmasa da tek bir şey diyebilirim sanırım haklarında. İngilizceme ne kadar güveniyor olsam da şarkı aralarında Luke Pritchard’ın o kuvvetli aksanından bir şey anladıysam Arap olayım. Ve evet en güzel şarkıları California (bkz: Erkek Psikolojisi).

Fotoğraf: Ezgisu Biber

Cumartesi gecesinin merakla beklediğim performansı Motörhead yerine Limp Bizkit’ti. Zamanında takip ettiğim, şarkılarını ezberlediğim yani kısaca hayranlık duyduğum bir grup değildi Limp Bizkit. Ama ergenlik yıllarımın sembol gruplarının başında geliyordu. Zaten bir hafta öncesinde Harry Potter’a temelli veda etmiş bir bünye için ikinci vurgundu Limp Bizkit konseri, gelip geçen yılları hatırlatması yüzünden. Konserleri öylesine kafayı sallayarak ve ayakla ritim tutarak izlerim. Ama elemanlar sağ olsun çılgınlar gibi zıpladım, tepindim ve sayelerinde geçici bir zaman yolculuğuyla o bahsettiğim günlere döndüm. Dolayısıyla festivalin en güzel 3 sahne şovundan birine sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Konser sırasında Fred Durst sahne önünü de geçip bir anda önümde dikilince kamerayı çalıştırdım ve 32. Saniyede yaşadığım olay yüzünden küçük dilimi yuttum. Nasıl gördü, nasıl fark etti bilmiyorum ama Fred’le paslaştık, bakıştık.

Fotoğraf: Anıl Uluşan

Pazar günü programı biletleri aldığım ilk günden beri beni çok heyecanlandırıyordu. Özellikle bu gün 3 ayrı sahneye çıkacak olan sanatçılara baktığımda hangisine gideyim, hangisini feda edeyim diye çok düşündüm. Sonuç olarak feda ettiklerim ve izlediklerim şu şekilde oldu: FM Belfast ilk bakışta Eurovision’a katılacak kuzenler topluluğu gibi gözüküyordu ama laflarımı bir bir yedirdiler. Güneşi batırmak için Paolo Nutini daha iyi bir seçim olabilirdi Skunk Anansie yerine. Festival’in en güzel performanslarından birini verdikten sonra Paolo Nutini ağzında kuş tutsa yaranamazdı o kitleye. Skunk Anansie’nin kelimelerle anlatılmayacak performansı sırasında Skin iki kez seyircilerin arasına atladı, bunlardan birinde Skin’in üzerimizde yürümesi ise hayatımda gördüğüm en güzel sahnelerden biriydi. Güneş ufukta batıyor ve Skin üzerimizde yürüyor. Gene de duyarlı kadınmış ki topukluları çıkarıp botla bu işlemi yaptı.

Fotoğraf: Anıl Uluşan

Paolo Nutini beklentilerimin üzerinde bir performans gösterip hepimizi hüzünlendirmeyi başarmış olsa da adamın şanssızlığı demin de dediğim gibi Skunk Anansie’den sonra çıkmış olmasaydı. Böyle bir festivalde The Kooks gibi daha erken saatte çıkmaları gerekiyordu. Nitekim konser başında aklımda Candy’yi dinleyip diğer sahnelere gitmek olsa da thebalkabaa ile sonuna kadar keyifle dinlemiş olduk.

thebalkabaa: Sence Paolo ile Nutella arasında bir akrabalık var mıdır?
hunterofphoenix:
ne?

thebalkabaa: Diyorum ki Paolo ile Nutella arasında bir akrabalık var mıdır, hani İtalyan falan ya soyadı da Nutini?
hunterofphoenix:
o_0

Aslında asıl macera Paolo Nutini konserinden sonra başladı benim için; Beach House’un son 3 şarkısına yetişebildim. Şansıma sevdiğim şarkıları sona kalmıştı. Acaba Mogwai’ın ne kadarını kaçırdım derken organizasyonun tek gecikmiş konserinin bu olduğunu Coca Cola Zero Sahnesinin önündeki sinirli kalabalığı görünce anladım. Üzüldüğüm iki şeyden biri Mogwai ve Thievery Corporation’ın doğru düzgün dinleyememek oldu. “Alıp götürdü” kalıbını kullanmayı sevmeyen ve çok yapay bir laf olduğunu düşünen ben, bu lafı rahatlıkla söyleyebilirim Mogwai için.

Fotoğraf: Ece Öztunç

Festivale son noktayı ise Moby ile koymuş oldum. Yorgundum, dizlerim ve ayak tabanlarım ağrıyordu. Güneş kremim işe yaramamış ensem kararmıştı, çadırımı bu karanlıkta nasıl toplayacağımı düşünüyordum. Neden yalnızdım, iş ve ev bulabilecek miydim? Festivalin sonuna doğru bünyede oluşan yıpranmalar bu tarz sayıklamaları da beraberinde getirdi. Ancak Moby bunlara ilaç gibi geldi. Son bir güçle Moby ile zıpladım, tepindim ve güzel bir festivale nokta koymuş oldum.

Kendime not: Oğlum hunter, artık fitness’a yazılmanın vakti gelmiş. Millet kas ve dövme yaptırmış, onları gösterir olmuş herkese. Ama bir daha bak onlara, senin gibi amele yanığı olmadılar. Hadi bi gayret, bu yaz olmadı ama önümüzdeki yaza adonislerle giriş yapabilirsin. Kimi kandırıyorum ben?

Devamı çok yakında thebalkabaa'ndan...

16 Temmuz 2011

Kadınlar, Ozanlar ve Caz

18. İstanbul Caz Festivali'nin ikinci haftası da en az ilk haftası kadar dolu dolu geçti. Arkeoloji Müzesi'ndeki "The Duwala Malambo Project" ile başlayan hafta, Harbiye Açıkhava'daki iki konserde 5 efsane kadını ağırladı. "Yeni Ozanlar" serisinin bu yılki konuğu Patrick Wolf bir gün gecikmeli olarak İstanbul Modern'de hayranları ile buluşurken, aynı anlarda Harbiye Açıkhava'da "Javier Limón's Mujere de Agua" projesi Akdeniz rüzgarları estiriyordu. European Jazz Club projesinin son iki konserinde ise Selen Gülün Trio ve Çağrı Sertel cazın ustalarıyla Salon'da bir araya geldi.


Haftanın benim için ilk bombası, Joe Sample Trio'nun eşlik ettiği Randy Crawford ve Natalie Cole'un aynı gece aynı konserde ardı ardına sahne almasıydı. Bir önceki gece aynı mekanda "Sing the Truth!" ile Angelique Kidjo, Dianne Reeves ve Lizz Wright'ın sahne alması Harbiye Açıkhava'yı kadın caz vokallerin geçit töreni yaptığı bir konser mekanı haline getirdi adeta bu hafta. Sahneye piyanoda Joe Sample ve basta Nick Sample'ın eşliği ile çıkan Randy Crawford pamuk şeker gibi sesiyle dinleyenleri büyüledi. Beni de.


Crawford, hâlâ gencim hâlâ güzelim mottosuyla bacaklarını açtı, oturarak başladığı konsere ayakta ve sahnenin alternatif köşelerinde oturarak devam etti. "One Day I'll Fly Away"den "Street Life"a birbirinden güzel şarkılar söyledi ve "Almaz" ile veda ederek sahneyi bir başka büyük sese bıraktı. Nat King Cole'un babasına-bak-kızını-al kızı Natalie Cole, yaşından onlarca yaş genç gösteriyordu. 9 Grammy ödüllü sanatçı, babası ile yaptığı bir düetin de dahil olduğu birbirinden güzel şarkılarla sahnede asil ve mesafeli bir duruş sergiledi.


İKSV'nin yıllardır bize birbirinden yetenekli genç isimleri tanıttığı, ya da halihazırda zaten kendisine hayran olanları sevindirdiği, bugüne dek Rufus Wainwright, Kings of Convenience ve Imogen Heap gibi isimleri ağırlamış serisi "Yeni Ozanlar"ın bu yılki konuğu İngiliz şarkıcı ve besteci Patrick Wolf'tu. Sanatçının pasaportundan kaynaklanan sorun nedeniyle bir gün sonraya ertelenen konser, ne yazık ki Javier Limón'un İsrail'den Yunanistan'a, İspanya'dan Türkiye'ye güçlü Akdenizli kadın vokalleri buluşturduğu proje "Mujeres de Agua" ile çakıştı.


İstanbul Modern'de -ki çok iyi bir konser mekanı olduğunu ilk kez deneyimlemiş oldum- izlediğimiz Patrick Wolf, gece boyunca ukuleleden viyolaya kadar birçok farklı enstrüman çaldı ve ilk kez buluştuğu Türk hayranlarına her albümünden mümkün olduğunca fazla şarkı söylemeye çalıştı. Hiçbir turnede yer vermediğini fakat internetten gelen istekleri karşılıksız bırakmak istemediğini söyleyen Wolf, "Damaris"i çalmayı ihmal etmedi.


Patrick Wolf'un boynunda performansı boyunca dev bir nazar boncuğu bulunuyordu ve gece boyunca bazı şarkıların arasına Türkçe kelimeler serpiştirip durdu. Konser vermeye geldiği ülkeler hakkında araştırdığı ilk şeyin medeni hak ve özgürlükler olduğunu söyledi ve Türkiye'yi bu konuda "o kadar da kötü değil" kategorisine soktu. Dünyanın her yerinde, herkesin dilediği gibi özgürce aşkını yaşayabilmesini dileyerek hayran kitlesinin hatrı sayılır bir yüzdesini oluşturan eşcinselleri de sosyal mesajı ile selamladı.

Patrick Wolf, kandil gecesi Tophane'de ezan sırasında şarkı söylemeden, erkenden sahneden inerek herkesi üzdü. Fakat o sırada Harbiye'de çok daha üzücü olaylar yaşandığını birçoğumuz bilmiyordu. Müziğin, sanatın ve kültürel paylaşımın ırkı, dili ve dini olmadığını bir kez daha hatırlatıyor; dün gece Aynur'a verilen tepkiyi ve çıkan olayları kendi adıma kınıyorum.

18. İstanbul Caz Festivali, önümüzdeki haftalarda Amadou&Mariam, Paul Simon ve Joss Stone'u ağırlayarak şehre veda edecek.