türk sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #3: Yarışmalardan

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 16 Nisan Cumartesi gecesi düzenlenen tören ile Altın Lale'lerini ve diğer ödüllerini dağıtarak Kapanış Gecesi'ni gerçekleştirdi.

1985 yılından bu yana verilen ve son iki yıldır Şakir Eczacıbaşı'nın anısına takdim edilen Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü'nün sahibi "Microphone" filmi ile Mısır'dan Ahmad Abdalla oldu. Jüri Özel Ödülü ve Radikal Gazetesi Halk Ödülü Türkiye'den Seyfi Teoman'ın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" filmine layık görülürken; Jüri Özel Ödülü'nü paylaşan diğer film Uruguay'dan Federico Veiroj'un "La Vida Útil" filmi oldu ve FIPRESCI Ödülü Japonya'dan Tran Anh Hung'un "Noruwei No Mori" filmine verildi. Claire Denis'in jüri başkanlığı yaptığı yarışmada, "Elisa K" (J.Colell & J. Cadena), "Poupoupidou" (G.Hustache-Mathieu), "Mill and the Cross" (L.Majewski), "Piano in a Factory" (Z.Meng), "Rio Sex Comedy" (J.Nossiter), "Sound of Noise" (O.Simonsson & J.S.Nilsson), "Incendies" (D.Villeneuve) ve "Trip" (M.Winterbottom) yarışan diğer filmlerdi.

Altın Lale Ulusal Yarışma bölümünde ise galibiyet Tayfun Pirselimoğlu'nun "Saç" filminin oldu. "Saç", En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu (Nazan Kesal) ödüllerine layık görülürken; Jüri Özel Ödülü ve FIPRESCI Ödülü Sedat Yılmaz'ın "Press", Radikal Gazetesi Halk Ödülü ise İlksen Başarır'ın "Atlıkarınca" filmlerine verildi. ("Atlıkarınca aynı zamanda En İyi Müzik Ödülü ile de ödüllendirildi.) Bu ödüller dışında "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" (En İyi Görüntü Yönetmeni), "Görünmeyen" (En İyi Erkek Oyuncu - Ahmet Mekin) ve "Zefir" (En İyi Senaryo) filmleri de birer ödülle geceden ayrıldı. Jüri başkanlığını Reha Erdem'in yaptığı Ulusal Yarışma'da bu filmler dışında "Ekümenopolis" (İ.Azem), "Oğul" (A.Cengiz), "Kar Beyaz" (S.Güneş), "Çınar Ağacı" (H.İpekçi), "Gişe Memuru" (T.Karaçelik), "72.Koğuş" (M.Saraçoğlu) ve "Kırık Midyeler" (S.Tokmak) de yarışmış; Derviş Zaim'in "Gölgeler ve Suretler" filmi ise Ankara'da kazandığı En İyi Film Ödülü nedeniyle yönetmelik gereğince yarışmadan çıkarılmıştı.

"Sinemada İnsan Hakları" bölümünde gösterilen filmlerin yarıştığı Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE'e ise "As If I'm Not There" filmi ile Juanita Wilson layık görüldü. Yarışmanın Jüri Özel Ödülü ise Türkiye'den Sedat Yılmaz'ın "Press" filminin oldu.

Ben yarışma filmlerinden Uluslararası Yarışma'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" ve "Incendies", Ulusal Yarışma'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" ile "Sinemada İnsan Hakları"ndan "También la lluvia" filmlerini izleme fırsatı buldum. Ayrıca Derviş Zaim'in "Gölgeler ve Suretler" ve İlksen Başarır'ın "Atlıkarınca" filmlerini vizyonda izlemiştim. ("Atlıkarınca" hakkında yazdığım yazıya buradan ulaşabilirsiniz.)

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz", "Tatil Kitabı" filmi ile çok iyi bir ilk filme imza atan yönetmen Seyfi Teoman'ın ikinci filmiydi. 61. Berlin Film Festivali'nde yarışan filmi merakla bekleyen yerli izleyicisi için Türkiye galası, İstanbul Film Festivali'nde yapıldı. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından, yazar ve yönetmen tarafından uyarlanan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", uzun yıllar süren bir dostluğun ve bu dostluğun arasına girer gibi olan genç bir kızın hikayesi. Bu hikayenin Ankara'da geçmesi, filmin Ankara görüntüleri içinde boğulmasına ve seyirciyi daraltmasına neden olmuş olsa da Seyfi Teoman'ın başarılı yönetmenliği ve İzlanda asıllı Alman görüntü yönetmeni Birgit Gudjonsdottir'in mükemmel işçiliği sayesinde film ortalamanın çok üzerinde bir yerlere ulaşmış. İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın'ın oyunculukları ise sanırım yalnızca benim değil, birçok kişinin beklentilerini karşılamaktan geri kaldı. Sakin'in film için yaptığı şarkılar ise keşke daha fazla yer alsaymış, neredeyse müziksiz olan filmde. Film, belki de bir roman uyarlaması olmasının talihsizliğini yaşarken, en büyük artısı da romancının senaryoda imzasının bulunmasıydı. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", geçtiğimiz Cuma günü genel gösterime de girdi.

Kanada'ya bu yıl En İyi Yabancı Film dalında bir Oscar adaylığı getiren Denis Villeneuve filmi "Incendies" (İçimdeki Yangın), 130 dakikalık zorlayıcı süresiyle yer yer sıkıntı veren bir yapım olsa da, görkemli ve şaşırtıcı finali ile tüm kusurlarını kapatmayı başarıyordu. Annelerini kaybeden ikiz kardeşler Jeanne ve Simon, annelerinin vasiyeti duyduklarında sandıklarının aksine halen yaşayan bir babaları ve varlığından habersiz oldukları bir abileri olduğunu öğrendiklerinde seyirciyi de şaşırtmayı başarıyor yönetmen. Fakat sonrasında (belki de filmin bir tiyatro oyunu uyarlaması olmasındandır) birkaç heyecanlı terör sahnesi dışında durağan ve uzun bir macera bekliyor aynı seyirciyi. Ta ki filmin sonunda "1+1, 1 eder mi?" gibi düşündürücü ve vurucu bir replik ile çözümlenen olaylara kadar. Lubna Azabal'ın performansı ile de kalplerde taht kuran "Incendies"i 29 Nisan'da vizyonda izleyebilirsiniz.

"También la lluvia" (Yağmuru Bile), iki dev oyuncuyu, İspanyol Luis Tosar ve Meksikalı Gael García Bernal'i bir araya getiren ve Bolivya'da geçen bir İspanyol yapımı. Columbus ile ilgili büyük bütçeli bir gişe filmi çekmek için Bolivya'da bulunan bir yapım ekibinin, kendini bir insanlık dramının ortasında bulmasını anlatıyor film. Yarıştığı "Sinemada İnsan Hakları" bölümüne gayet uygun bir şekilde, insanlığın defalarca sınanması ile karşı karşıya kalıyoruz film boyunca. Geçmişte İspanyol kaşiflerin yerli halkı sömürmeleri ve günümüzde zenginlerin yoksulları sömürmeleri ile sıkı bağlar kuran film Bolivya ve yakın tarihi konusunda da bilgilenmemizi sağlıyor. Icíar Bollaín'in yönettiği filmde iki oyuncuya eşlik eden Juan Carlos Aduviri'nin de emeği büyük. Film, tahminlerimin aksine ülkemizde de 29 Temmuz'da vizyona girecek.

Festival izlenimlerim devam edecek...

10 Nisan 2011

Türk Sineması'nın Son Harikası: Atlıkarınca

Türk Sineması son yıllarda hem film sayısındaki, hem de yeni yönetmenler ve ilk filmlerin sayısındaki artıştan da görülebileceği üzere parlak bir dönem geçiriyor. Fakat niceliğin değil, niteliğin önemli olduğunu hatırlarsak, bu filmlerin ve yeni yönetmenlerin birçoğunun kimsede iz bırakmadığını, elendiğini görüyoruz. İlk filmi "Başka Dilde Aşk"ı 2009 yılında çekerek hem eleştirmenlerin, hem de seyircinin beğenisini kazanabilme başarısını gösteren İlksen Başarır ise; kesinlikle iz bırakan, cesur bir yönetmen.

Yönetmen, ilk filmi "Başka Dilde Aşk"ta (Dikkatli olalım, aynı anda 5 işle uğraşınca karışabiliyor, "Aşk Tesadüfleri Sever" değil) işitme ve konuşma engelli bir gence odaklanmış; iletişimin konuşmadan da sağlanabileceğini göstermişti bize. Yaşamını konuşmadan sürdürmek zorunda olan bir erkek ve yaşamak, para kazanmak için konuşmak zorunda olan bir kadının arasındaki duygusal bağ ile duygulandırmıştı seyircisini. "Atlıkarınca"da ise konuşma engeli olmasa da konuşmadığı, konuşamadığı için zarar görmeye devam eden bir aileye dönüyor kameralar.


Erdem, Sevil, Edip ve Sevgi... "Atlıkarınca", karakterlerinin isimlerinden, içinde yer alan en ufak ayrıntıya kadar her şeyin bir metafor olarak düşünülmesi gereken; senaryosunda en ufak bir fazlalık olmayan bir film. Yönetmenin "Başka Dilde Aşk"ta olduğu gibi yine başrol oyuncusu Mert Fırat ile birlikte yazdığı senaryo gerçekten kusursuz. Yalnızca toplumda tabu olan enseste odaklandığı ve bu nedenle cesur olduğu için değil; filmdeki ailenin bu yarasını derinlikli bir şekilde anlatmayı becerebildiği için başarılı. Söz konusu sinema olduğunda; evine komşu yemeği sokmayacak kadar titiz ve şair olacak kadar duygusal bir adamın çocuklarına verdiği zararın nedenlerini boş bir kovada, bir sokak köpeğinde ya da bozuk bir kapıda aramak gerektiğini hatırlatıyor "Atlıkarınca".

Filmin zamansız ve mekansız sanat yönetimi ile zamanda yaptığı atlamaları gayet doğal gösterebilen kurgusu da en az senaryosu kadar iyi. Diğer yandan oyuncular Mert Fırat ve Nergis Öztürk çok iyi birer oyuncu olduklarını önceki filmlerinden sonra bir kez daha kanıtlıyorlar. 14 yaşındaki Zeynep Oral ise, filmin genelinde olmasa da kilit bir sahnede yaşadığı patlama sırasında ileride nasıl iyi bir oyuncu olacağının sinyallerini veriyor.

"Başka Dilde Aşk"ta seyircide duygusal bir patlamaya neden olan Louis Aragon şiirinin yerini bu kez Erdem'in yazdığı bir şiir ve Sevgi'nin yaşadıklarını anlatamayışına ilaç olan bir roman alıyor "Atlıkarınca"da. Çağan Irmak Sineması'nın filmin sonlarında ağlatan şairane replikleri varsa; İlksen Başarır Sineması'nın da söylenemeyenleri edebiyatla söyleyebilmesi var 2 filmden gördüğümüz kadarıyla. Ve Irmak'ınki ne kadar yapmacık durmaya müsaitse, Başarır'ınki sanatın iki dalını bu kadar güzel iç içe geçirebildiği için gerçekçi duruyor.

İlksen Başarır, Türk Sineması'nın geldiği son ve umut verici noktanın en önemli temsilcilerinden biri olduğunu ikinci filmiyle de kanıtlıyor "Atlıkarınca" ile. Ben de bir Türk sinema izleyicisi olarak teşekkür ediyorum kendisine.

47. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden En İyi Senaryo (İlksen Başarır ve Mert Fırat) ve Behlül Dal Jüri Özel Ödülü (Zeynep Oral) ile dönen film; 10. !F Bağımsız Filmler Festivali'nin Keş!f yarışmasından, kurgusunda yapılan değişiklik nedeniyle çekilmek zorunda kalmıştı. Şu anda 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin, Ulusal Yarışma'sında Altın Lale için yarışan "Atlıkarınca"yı, vizyonda ya da Festival kapsamında 12 Nisan Salı günü izleyebilirsiniz.

6 Nisan 2011

30. Uluslararası İstanbul Film Festivali #1: Açılış Töreni

30. İstanbul Film Festivali, 1 Nisan Cuma gecesi Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen tören ile yapıldı. Gecede Açılış Filmi "Capocabana" gösterildi, sonrasında ise Roxy'de Akbank'ın evsahipliğindeki partide eğlenildi. Açılış ve Ödül Töreni, ülkem sınırları dahilinde izlediğim en profesyonel organizasyonlardan biriydi. Hele ki çok çok kısa bir süre önce aynı mekanda gerçekleşen 4. Yeşilçam Ödül Töreni ile kıyaslandığında aradaki farkı çok daha anlaşılır, çok daha belirgindi.

Sunucu Memet Ali Alabora gece boyunca, en az oynadığı (ve nedense bana garip bir enerji verdiği için çok sevdiğim) İş Bankası reklamlarındaki kadar dinamikti. Daha ilk cümlelerini söyleyip, davetlileri selamladıktan sonra Emek Sineması lehinde atılan sloganlar, çalınan borazanlar ve alkışlarla sözü kesildiğinde "Emek Sineması olmadan açılış da olmaz!" sözlerine çok güzel cevap verdi ve durumu çok iyi toparladı.



Tören, Alabora'ya eşlik eden biri kadın biri erkek ikişerli sunucu çiftlerden ve ustalıkla hazırlanmış çeşitli konulardaki videolardan ibaretti. Sanırım törenin Yeşilçam Töreni'nden en büyük farkı, hiçbir şeyi kağıttan okumaya gerek duymayan insanlardı. Bırakın kağıttan okumayı, kimsenin elinde kağıt bile bulunmuyordu. Ayırca o kadar akıcı ve planlı bir törendi ki izlediğimiz; bu işin belediye başkanları, kurumsal genel müdürler ve dernek başkanları konuşmadan çok daha iyi olabileceğinin kanıtıydı her şey.




Türkan Şoray, İzzet Günay, Atilla Dorsay, Hale Soygazi, Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Serra Yılmaz, Özgü Namal, Mehmet Günsür, Vecdi Sayar ve Hülya Uçansu; gece boyunca festival ile ilgili anılarını anlatan ve törenin kısa bölümlerini sunan ünlü isimlerden yalnızca birkaçıydı. Gecenin en duygusal anı ise Emek Sineması emektarı Hikmet Dikmen'in sahnede ağladığı anlardı.


İKSV'nin, törende gösterilen videoların hazırlığına da büyük önem verdiği, büyük emek harcadığı belli oluyordu. Emek Sineması'nın anıldığı, geçmiş festivaller ve ödüllerden parçaların kurgulandığı, ünlülerin festival anılarını paylaştığı ve sıkı durun, seyircilerin festival ile ilgili OLUMSUZ eleştirilerinin paylaşıldığı videolar izlemeye değerdi gerçekten. (Özellikle bu sonuncusu nedeniyle, "İnsanın kendi ile dalga geçebilmesi en büyük erdemdir."i savunan biri olarak İKSV'ye teşekkürler.)


Festival'in bu yılki Onur Ödülleri de gecenin sonunda sahiplerine verildi. Macar yönetmen Belá Tarr, görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay, yönetmen Yusuf Kurçenli ve sevilen ikili Zeki Alasya ile Metin Akpınar ödüllendirilen isimler oldu. Gece boyunca Emek Sineması'nın kapatılmasından, lüferlerin tükenme tehlikesine kadar birçok konuda sosyal mesaj verilirken; gecenin en bomba lafı da Zeki Alasya'dan geldi: "Sahnesinde namaz kılınacaksa, Emek Sineması hiç açılmasın daha iyi."


Törenden sonra, Açılış Filmi olarak Marc Fitoussi imzalı "Copacabana" gösterildi. Salonun yarısından fazlasının boşalması ise, davetlilerin büyük çoğunluğunun sinema ile 'gerçekten' ilgili olmadığı ve yalnızca boy göstermeye gelmiş olduğunun bir göstergesiydi belki de. (Filmle ilgili yorumlarımı diğer filmler ile birlikte paylaşacağım.)

Törenin ardından Roxy'de, festival sponsoru Akbank'ın partisi ise biraz sıradandı. Partide gördüğüm bazı isimler Engin Günaydın, Büşra Pekin, Uğur Vardan, Yavuz Bingöl ve Hatice Aslan olarak sıralanabilir. Diğer yandan Açılış Töreni'nde olduğu gibi, Roxy'de de bana eşlik eden sevgili Oğulcan Güler'e teşekkür ediyorum.

Memet Ali Alabora sahneye ilk çıktığında, salondaki herkesin bir şekilde İstanbul Film Festivali'ne katkısı olduğunu ve 'bizbize olduğumuzu' söyledi. Ben de orada olduğuma göre, en azından bunca yıldır bir izleyici olarak festivale birazcık katkım olmuşsa ne mutlu bana. Mükemmel bir organizasyon için İKSV'ye de bir kez daha teşekkürler. Nice 30 yıllara!

28 Mart 2011

4. Yeşilçam Ödülleri

TÜRSAK, Turkcell ve Beyoğlu Belediyesi'nin katkıları ve girişimleri ile bu yıl dördüncü kez düzenlenen Yeşilçam Ödülleri, bu gece Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda yapılan törenle sahiplerini buldu. 'Çoğunluk'la hak edenlerin ödüllendirildiği gece, daha çok politik mesajları ile öne çıktı. Geçtiğimiz yılki birçok eksikten yalnızca biri giderilmiş olsa da, bunu önümüzdeki yıllarda diğer eksikliklerin de giderileceğinin işareti olarak algılıyor ve umudumu koruyor; geceyi yerinde izlememe neden olan Turkcell ile Koray Öztürkler'e ve bana eşlik eden Canan'a teşekkür ediyorum. Geceden tüm notlarım ve kazananlara gelirsek:

Kırmızı Halı'dan yürümenin harika bir duygu olduğunu anladım bu gece. Patlayan flaşların, duyulan heyecanın hiçbiri benim için olmasa da; oradan geçerken bir başka egosu kabarıyor insanın. Tören öncesindeki kokteylde botokslu insan görmekten bir hal olmamız bir yana; gözümüze çarpan ünlüler arasında Redd, Emre Aydın, Tansu Biçer, Reha Erdem, Hatice Aslan, Ahu Tuğba, Hande Ataizi, Bülent Emin Yarar ve Bergüzar Korel gibi isimler vardı.

Tören başladığında, en sevindirici gelişme, geçtiğimiz yıl olduğu gibi ödüller dağıtılırken bir karambol yaşanmaması için, adayların oturacakları yerlerin belli olmasıydı. Sevindirici olmayan gelişmeme ise, törene ev sahipliği yapan üç kurumun insanlarının her zamanki klişe laflarını tekrarlayarak yaptıkları konuşmaların gereksizliğinin ve sıkıcılığının anlaşılmamış, konuşmaların aynen korunmuş olmasıydı. Bir de üstüne Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın AKP propagandası yapan benzer konuşması eklenince ortam iyice baygınlık geçirttirme kıvamına geldi. Yaklaşık 15 dakika süren bu konuşmalar boyunca duyduğum tek önemli laf da yine Bakan'ın ağzından çıkan şu kabullenişti: "Geleneksel sinema salonlarını yaşatmakta bazı sorunlarımız var."


Yeşilçam Ödülleri'nin takdimine geçilmeden Kültür Bakanlığı'nın ödüllerinin dağıtılması ise anlamsızdı. Nebahat Çehre, İzzet Günay ve Göksel Arsoy'a verilen anlamlı Kültür Sanat Hizmet Ödülü, daha anlamlı bir gecede verilebilirdi sanki. Zira bu nedenle Türker İnanoğlu'na Yeşilçam tarafından verilen Onur Ödülü de güme gitmiş oldu. Bu dört ödül sırasında tamamen protokolün ödül vermesi amacıyla çok değerli oyuncuların Miss Golden Globe misali hostes olarak kullanılması ise kabul edilemez bir hata. Zaten törenin genelinde sunucuların sunumları ellerindeki kartlardan okuduğu, ödül sunanların ise yağ çekmek ya da klişe laflar etmek dışında bir şey söylemediği bir "sunum" hakimdi. Pazarlamasını Oscar benzetmesi ile yapan bir organizasyonun, öncelikle sıkıcı konuşmalardan kurtulması, sonra da sunum yapan sayısını azaltarak söylenenlerin kalitesini arttırması, çok daha yukarılara taşıması gerekiyor. Tıpkı Ozan Doğulu ve orkestrasının kalitesinin çok yukarılarda olduğu gibi.

NTV'nin muhtemelen reklam verdiği sıralarda salondakilere çok kaliteli bir müzik sunan Ozan Doğulu ve Orkestrası; "G.O.R.A."nın müzikleri ile başladığı sunumlarına, "Organize İşler", "Ya Sonra", "Babam ve Oğlum" gibi filmlerin orijinal şarkıları ile devam etti. Bu şarkı seçimi, umarım Yeşilçam Ödülleri'ne En İyi Orijinal Şarkı kategorisinin eklenmesine ve tabii ondan önce bu kategoride aday olacak şarkıların daha çok yapılmasına önayak olur.


Gecenin bombası, "Çoğunluk"un En İyi İlk Film Ödülü'nü alması ve Seren Yüce'nin yurtdışında olması üzerine sahneye çıkan yapımcı Sevilay Demirci ve konuşmasıydı. "Yayımlanmamış kitapların yasaklandığı zor günleri yaşıyoruz." cümlesiyle başlayan ve "Ahmet Şık ve Nedim Şener'in yanındayız." diye biten o konuşma, ilk cümleden sonra uzun süre kesilmeyen alkış nedeniyle devam edemedi. Daha sonra Seren Yüce'nin aldığı En İyi Senaryo Ödülü'nü almak için sahneye gelen Bartu Küçükçağlayan da "Emek Sineması 3 yıldır kapalı." sözleri ile ülkenin başka bir dramına parmak bastı. "Çoğunluk" aldığı ödülleri ne kadar hak eden bir film olduğunu, yaratıcılarının cesaretiyle de bir kez daha kanıtlamış oldu böylece. Emek Sineması ile ilgili ilk hatırlatmayı yapan, ödül veren Meltem Cumbul ise "Sayın Bakanım buradayken hatırlatayım, Emek Sineması kapanalı 3 yıl oldu." dedi.

Gecenin kazananları 4'er ödül ile "Çoğunluk" ve "Av Mevsimi" oldu. Onlar dışında "Kosmos" ile Reha Erdem iki ödül birden kazandı; "Eyvah Eyvah", "Kavşak" ve "Yahşi Batı" filmleri de birer ödüle kavuştu. "Çoğunluk"un kazandığı En İyi Film Ödülü'nün ise oldukça ağır olduğunu düşünmekteyim. Çünkü ödülü 5 kişi verdi. (bkz. Türkler'in yağ çekmekten ödül töreni organize edememesi) Gecenin kaybedenleri ise Demirci'nin mükemmel konuşmasından sonra "Sinema odullerinde politikaya girmeye ne gerek var" diye tweetleyen sinema eleştirmeni (!) Ömür Gedik ve Cumbul'un sözlerine gülerek karşılık veren Beyoğlu Belediye Başkanı oldu.

Tüm kazananlar şöyle:

En İyi Film: Çoğunluk
En İyi Yönetmen:
Reha Erdem (Kosmos)

En İyi Senaryo: Seren Yüce (Çoğunluk)
En İyi Erkek Oyuncu:
Cem Yılmaz (Av Mevsimi)

En İyi Kadın Oyuncu:
Demet Akbağ (Eyvah Eyvah)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Okan Yalabık (Av Mevsimi)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Melisa Sözen (Av Mevsimi)

En İyi İlk Film:
Seren Yüce (Çoğunluk)

En İyi Genç Yetenek:
Esme Madra (Çoğunluk)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak (Av Mevsimi)
En İyi Müzik: Selim Demirdelen (Kavşak)
En İyi Kurgu:
Reha Erdem (Kosmos)

En İyi Sanat Yönetmeni: Hakan Yarkın (Yahşi Batı)

4 Mart 2011

43. SİYAD Ödülleri


43. SİYAD Ödülleri, geçtiğimiz hafta düzenlenen tören ile sahiplerini buldu. "Kosmos" En İyi Film dahil 5 ödül ile gecenin galibi olurken, onu 4 ödülle "Çoğunluk" izledi. "Kavşak" ve "Prensesin Uykusu" da birer ödülle yetindi.

!F ile çakıştığı için izleyemediğim tören hakkında aldığım duyumlar ve okuduğum yorumlar gösteriyor ki, her zamanki gibi Atilla Dorsay'ın esprileri, boş bir salon ve kötü müzikler geceye damgasını vurmuş. Beni rahatsız eden şey, ödüllerin sürekli aynı isimlere verilmeye başlanmış olması. İki yıl üst üste bir Reha Erdem filmini En İyi Film, Reha Erdem'i En İyi Yönetmen seçen, hatta Settar Tanrıöğen'e iki yıl üst üste En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü layık gören bir dağılımdan söz ediyoruz. Diğer yandan 7 dalda aday olan "Bal"ın geceden eli boş dönmesi oldukça şaşırtıcı.

İzlemediğim ve ödülleri iki film arasında paylaştıran bir ödül töreninden daha fazla söz edemiyorum. Tüm kazananlar şöyle:

En İyi Film: Kosmos
En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Kosmos)
En İyi Erkek Oyuncu: Bartu Küçükçağlayan (Çoğunluk)
En İyi Kadın Oyuncu: Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Settar Tanrıöğen (Çoğunluk)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nihal Koldaş (Çoğunluk)
En İyi Senaryo: Çoğunluk (Seren Yüce)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Florent Herry (Kosmos)
En İyi Müzik:
Selim Demirdelen (Kavşak)

En İyi Kurgu: Kosmos
En İyi Sanat Yönetimi: Kosmos
En İyi Yabancı Film:
Das Weisse Band

En İyi Belgesel: Direnişçi
En İyi Kısa Film:
Bisiklet

16 Şubat 2011

4. Yeşilçam Ödülleri Aday Listesi

Henüz o ünvana sahip olmasa da, Türkiye'nin en prestijli sinema ödülü olma iddiası ile yola çıkmış olan Yeşilçam Ödülleri, bu yıl 4. kez dağıtılacak. Bir yenilik olarak En İyi Kurgu ve En İyi Sanat Yönetimi dallarındaki en iyilerin de ödüllendirileceği daha önce duyurulmuştu. 28 Mart 2011 gecesi düzenlenecek törende sahiplerini bulacak olan ödüllere aday olan filmlerse bu gece açıklandı.

Adaylar arasında en çok dikkati çeken, daha doğrusu yokluğu ile şaşırtan film, Semih Kaplanoğlu'nun geçtiğimiz yıl Berlin'den Altın Ayı ile dönmesine ve 7 dalda SİYAD Ödülleri'ne aday gösterilmesine rağmen hiçbir kategori altında ismine rastlanmayan "Bal". Bir başka festival gururumuz, genç yönetmen Seren Yüce'ye Venedik'te Genç Aslan Ödülü'nü kazandıran "Çoğunluk" ise 11 dalda Yeşilçam adayı olarak öne çıkıyor. "Çoğunluk"u 10 dalda aday gösterilen "Av Mevsimi", 8'er dalda aday gösterilen "Kavşak" ve "Kosmos" ile 7 dalda aday olan "Yahşi Batı" izliyor. Kavşak'ın yönetmeni Selim Demirdelen, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi İlk Film, En İyi Kurgu ve En İyi Müzik kategorilerinde bizzat aday olarak listenin parlayan one-man-band ismi.

Tüm adaylar ise şöyle:

En İyi Film:

Av Mevsimi, Çoğunluk, Eyvah Eyvah, Kavşak, Kosmos

En İyi Yönetmen:
Selim Demirdelen (Kavşak), Reha Erdem (Kosmos), Ömer Faruk Sorak (Yahşi Batı), Yavuz Turgul (Av Mevsimi), Seren Yüce (Çoğunluk)

En İyi Erkek Oyuncu:
Tansu Biçer (Beş Şehir), Güven Kıraç (Kavşak), Bartu Küçükçağlayan (Çoğunluk), Sermet Yeşil (Kosmos), Cem Yılmaz (Av Mevsimi)

En İyi Kadın Oyuncu:
Demet Akbağ (Eyvah Eyvah), Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu), Demet Evgar (Yahşi Batı), Esme Madra (Çoğunluk), Türkü Turan (Kosmos)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Zafer Algöz (Yahşi Batı), Salih Kalyon (Eyvah Eyvah), Çetin Tekindor (Av Mevsimi), Okan Yalabık (Av Mevsimi), Bülent Emin Yarar (Beş Şehir)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Nihal Koldaş (Çoğunluk), Özge Özpirinççi (Veda), Şebnem Sönmez (Beş Şehir), Melisa Sözen (Av Mevsimi), Selen Uçer (Büyük Oyun)

En İyi Senaryo:
Av Mevsimi (Yavuz Turgul), Beş Şehir (Onur Ünlü), Çoğunluk (Seren Yüce), Eyvah Eyvah (Ata Demirer), Kavşak (Selim Demirdelen), Kosmos (Reha Erdem)

En İyi Müzik:
Av Mevsimi (Tamer Çıray), Eyvah Eyvah (Fahir Atakoğlu, Serkan Çağrı), Kavşak (Selim Demirdelen), Prensesin Uykusu (REDD), Veda (Zülfü Livaneli)

En İyi Görüntü Yönetmeni:
Türksoy Gölebeyi (Ses), Mirsad Herovic (Yahşi Batı), Florent Herry (Kosmos), Uğur İçbak (Av Mevsimi), Barış Özbiçer (Çoğunluk)

En İyi Kurgu:
Çoğunluk, Kavşak, Kosmos, Ses, Yahşi Batıü

En İyi Sanat Yönetimi:
Av Mevsimi, Çoğunluk, Kosmos, Veda, Yahşi Batı

En İyi Genç Yetenek:
Umut Kurt (Kavşak), Esme Madra (Çoğunluk), Şenay Orak (Min Dit), Büşra Pekin (Çok Filim Hareketler Bunlar), Damla Sönmez (Mahpeyker: Kösem Sultan)

En İyi İlk Film:
Ozan Açıktan (Çok Filim Hareketler Bunlar), Selim Demirdelen (Kavşak), KETCHE (Romantik Komedi), Erhan Kozan (Çakal), Aslı Özge (Köprüdekiler), Seren Yüce (Çoğunluk)

13 Şubat 2011

Geleceğin Ustaları #2: Gizem Elçi

Sanatın farklı alanlarında yıllardır emek veren, eserler yaratan genç isimler onlar. Önümüzdeki yıllarda isimlerini çok önemli yerlerde duyacağımıza emin olduğum isimler. Onları geleceği beklemeden size tanıtmayı amaçlayan "Geleceğin Ustaları" röportaj serisinin ikinci konuğu kısafilmleri ile hak ettiği bir başarı yakalayarak emin adımlarla ilerleyen Gizem Elçi.

Justify Full
1985, İzmir doğumlu Gizem; Bilgi Üniversitesi Sinema-TV ve Sosyoloji bölümlerinden mezun oldu. Kendisi ve sineması ile ilk kez 21. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali kapsamında gösterilen "Oktan Bir Aşk Hikayesi" ile tanıştım. Bu filmi ile yalnızca benim değil, birçok insanın dikkatini çeken genç yönetmen, 2009 yılında Altın Koza ile ödüllendirildi. Son kısa filmi "Hayali İhracat" 10. !f Bağımsız Filmler Festivali kapsamında "Saniyede 24 Gündüz Düşü" seçkisinde gösterilecek olan ve önümüzdeki Akbank Kısa Film Festivali'nde yarışacak olan Gizem Elçi; şu sıralar ilk uzun metrajlı filmi için hazırlanıyor. Gizem, 2010'un son günlerinden birinde sorularımı yanıtladı:

İlk gördüğün filmi ve kiminle gördüğünü hatırlıyor musun?
Sinemada izlediğim ilk film “Bak Şu Konuşana” (Look Who’s Talkiing (1989)) ya da “Aslan Kral” (The Lion King (1994)) diye hatırlıyorum. Annemle gitmiştim herhalde.

Yönetmen olma fikri nereden geldi?
Sinema okumaya karar verdiğimde kesinlikle yönetmen olacağım diye bir şey yoktu aklımda. Ortaokul ve lisede en yakın arkadaşım Merve ile birlikte sınıftaki insanlarla ilgili hikayeler, senaryolar yazardık, karikatürler çizerdik. Sonra bir kamera edinip onları çekmeye başladık. Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. Üniversite kararımı verirken tek bildiğim şey keyifle yapabileceğim bir şey okumak istediğimdi, o yüzden sinemayı seçtim. Yapmak istediğim şeyin yönetmenlik olduğuna karar vermem daha sonra oldu. Setlerde çalışıp gözlem yaptıktan, kendimi tanıdıktan, anlatacak şeylerim olduğunu fark edip, başka birşey yapmanın beni mutlu etmediğini gördükten sonra yönetmen olmak istedim.

Sinema okumuş olmanın faydasını göreceğini düşünüyor musun, yoksa okullu olmak o kadar önemli değil mi?
Bu aslında biraz yabancı dil öğrenmek gibi. Evinde oturup kitaplardan okuyarak da öğrenebilirsin, televizyon seyrederek de öğrenebilirsin; ama gidip yurtdışında o dili konuşan insanların yanında olduğun zaman bir anda çok daha çabuk yol katedersin. Yani evet, okul okumak şart değil, ama okulun şöyle bir faydası var; seninle aynı işi yapmak isteyen insanlarla berabersin hep. İster istemez o ortamda sürekli sinema konuşuluyor, sürekli pratik yapılıyor. Hocalarla tanışma fırsatın olması da çok iyi. Ama şart değil tabii ki. Sonuçta sinema okumayan, ama çok iyi sinema yapan bir sürü insan var.

“Eternal Sunshine of the Spotless Mind” hayranı binlerce genç kız var. Senin bu filme olan sevgini, bir yönetmen olarak, onlarınkinden ayıran nedir?
Michel Gondry’nin yaptığı şeyleri genelde çok beğeniyorum; kısa filmlerini, sinema filmlerini, videolarını... Çok çocuksu bir yaratıcılığı var işlerinin. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” da çok güzel bir aşk filmi. Herkes sevgilisinden ayrıldıktan sonra keşke onunla ilgili her şeyi, bütün anılarımı hafızamdan silebilsem der. Bu kadar basit bir konuyu bu kadar yaratıcı bir şekilde anlatmasını çok etkileyeci buluyorum. Ama duygusal olarak pek bir farkım yok diğer kızlardan galiba, ben de izlerken her seferinde ağlıyorum. Tek fark, bende iyi bir film yapma isteği uyandıran bir film olması olabilir.

Bir yazında* Michel Gondry için “pamuktan bulut, bulaşık telinden musluk yapmak gibi çocuk tiyatrosu yöntemlerine başvursa da sonuna kadar Michel Gondry’ciyim” demişsin. Nedir onu farklı kılan?
Inception ile karşılaştırmamdan bahsediyorsun. Onu şunun için yazdım, Inception konu itibariyle Michel Gondry’e yakın bulduğum bir film. Fantastik bir durum var, bir şey bağlıyorlar insanların kafasına -aynı Eternal Sunshine’daki süzgeç gibi- bilinçaltına giriyorlar ve bilgi çalıyorlar ya da bilgi yerleştiriyorlar. Bu yüzden filmi izlerken hep bu film bir Hollywood yönetmeninin değil Michel Gondry’nin elinden çıksaydı nasıl olurdu sorusu geldi aklıma. Hollywood’un görkemine hayran olmamak mümkün değil. Ama beni diğer taraf daha çok etkiliyor. Daha samimi, çok daha insancıl, çok daha yaratıcı geliyor.

Hollywood Sineması’ndansa Avrupa Sineması’na daha yakın hissediyorsun diyebilir miyiz yani?
Evet öyle diyebiliriz. Avrupa sinemasına, ya da bağımsız yapımlara... Ama dediğim gibi bu Hollywood Sineması’nı hayranlıkla izlemediğim anlamına gelmiyor. Sinemanın öyle bir tarafı olması çok etkileyici. Ama benim yakın olduğum şey değil. Woody Allen filmlerini çok severim mesela. Ve o ne kadar düz bir sinema yapıyor görsel olarak. Gayet düz ilerleyen, diyaloglara, insan ilişkilerine dayalı... Ama seyrettikten sonra içinde bir iz bırakıyor. O küçük detaylardaki buluşları, seni gülümsetmesi... Sürekli yaşayıp da fark etmediğin şeyleri filmde görüp “Aa hakkaten ya!” dediğin şeyleri daha çok seviyorum. Hiç bir aksiyon filmi çekme hayalim olmadı mesela, daha çok insan ilişkilerine dair şeylerle boğuşurken buluyorum kendimi.


Bu beğendiğin sinema ile aynı havayı yakalamak için özel bir çaban oluyor mu filmlerinde?
Tabii ki benim estetik kaygılarımı taşıyor çektiğim kısa filmler. Yani ben ne istiyorsam o çekiliyor ama kafandakilerinin çoğunu da yapamıyorsun. Bunun faturasını yalnızca bütçesizliğe çıkarmak haksızlık olur tabi. Bütçesizlik de insana farklı birçok şey deneme fırsatı veriyor ve yaratıcılığı tetikliyor çoğu zaman. “Oktan bir Aşk Hikayesi” örneğin, biraz da şartları istediğin şeye uydurabilme egzersiziydi.

Senaryoyu da kendin yazıyor olman, yani yönetmenin aynı zamanda senarist olmasının artıları ya da eksileri neler?
Senaryo çok teknik bir metindir aslında. Hem yönetmenin hem ekibin yol göstericisidir. Farklı yönetmenler aynı senaryodan bambaşka filmler çıkartabilir. Aynı şekilde bir kurgucu da yönetmene öyle seçenekler sunar ki, aynı malzemeden sayısız farklı anlam içeren film çıkabilir. Üç aşamanın da filmin şekillenmesinde çok büyük payı var. Bilgi’de senaryo hocamız, Öktem Başol, “Senaryoyu sen yazıyorsan, filmi sen çekmeyeceksin. Filmi sen çekiyorsan, sen kurgulamayacaksın, bunları birbirinden ayırmanız gerek, yoksa kaybolursunuz” derdi. Şimdiye kadar hiç başkasının senaryosunu çekmedim ama, başka arkadaşlarımın senaryolarına ya da kurgularına yorum yaparken daha objektif olabildiğimi görüyorum. Kendi yazdığım şeyde işin içinden çıkıp bakmak zor oluyor. Yazarken zaten kafamda çekiyorum. Aynı şekilde kurguda acımasız davranmakta zorlanıyorum, başından beri her şeyi kafamda oturttuğum için denemelere açık olamıyorum. Bu sebepten filmlerimin kurgusunu başkasına emanet etmem gerektiğini hissediyorum. Ben kurguladığım için iki film de olması gerekenden daha uzun. Diğer yandan, başkasının yazdığı senaryoları çekmek isterim de, kendi yazdığım senaryoyu başkasına veremem herhalde. Yazdığımı veremeyeceğim gibi, yazmadan da duramam.


Hangisi seni daha çok tatmin ediyor? Yazmak mı, çekmek mi?
Çekmek daha çok tatmin ediyor. Senaryo yazmak çok daha sancılı, çok daha matematiksel bir şey aslında. Gözlem yapmak, notlar almak, hikayeler kurmak yetmiyor. Normal bir metindekinden çok farklı işliyor senaryo yazarkenki düşünce mantığı. Bir tarafa bir şey koyduğunda diğer tarafa da koyman, birinden çıkarınca diğer yerden de çıkarman lazım; yazdığın her şeyin görsel bir karşılığı olması lazım vs. Bazen başına oturduğumda sıkılıyorum ama sette sıkıldığım olmadı hiç. Oyuncularla iletişim kurup konuşmak çok keyifli. Kendi işinde iyi olan birçok insana kendi istediğin şeyi anlatıp, o senin yarattığın dünyayı kurmana yardımcı olmalarını izlemek, o yazı üstündeki şeyin adım adım görselleştiğini izlemek çok eğlenceli.

Doğaçlamaya bakışın nedir? “Oktan Bir Aşk Hikayesi”nde doğaçlama daha fazlaydı ve bu benim daha çok hoşuma gitti örneğin.
Evet, “Oktan Bir Aşk Hikayesi”nde daha çok doğaçlama vardı. Özellikle Orhan Hoca ve Deniz’in diyaloglarında... Onlar kendileri gittiler ve benim monitörün başında gözümden yaş geliyordu gülmekten. “Hayali İhracat”ta biraz daha azdı. Çünkü çok az zamanımız vardı. Mümkün olduğu kadar programa uygun gidelim dedik. Doğaçlamalar oyuncu provalarında oldu daha çok. Setten bir hafta önceki provalarda doğaçlamalardan gidildi ve onlar arasından karar verdik ve sette herkes gelip onu oynadı. Sette değil ama öncesinde oldu yani. Yansıyor ama demek ki... İyi oyuncular bence mutlaka oyun sırasında beklenmedik bir şey yapıp kendinden bir şey katıyor. İçinden gelen bir bakış, bir mimik, bir el-kol hareketi...

“Oktan Bir Aşk Hikayesi”nin başarısını bekliyor muydun?
Hiç beklemiyordum. O film aslında benim 3. Sınıfta ışık dersi için çektiğim bir filmdi. Ben de böyle bir hikaye yapmıştım. Yani aşık bir adam var, kalbine ok saplanmış, acı çekiyor ve onun yüzünden hiçbir şey yapamıyor, hayatını engelliyor gibi bir sahne geldi aklıma. Dedim ki bunu bu ders için çekelim. Benim o filmle ilgili tek düşüncem jüriye gösterip notumu almaktı ve bitecekti. 3. Sınıftaydık ve arkadaşlarım arasından da hiç kimsenin öyle bir festival algısı yoktu. Film bittikten sonra hocalarım ve arkadaşlarım dedi “Gizem iyi oldu bu, festivallere göndersen” diye. Öğrenci filmi festivallerine göndermeye başladım. Fikri ilginçti ama sinematografik olarak bir enteresanlığı yok diye düşünüyordum, gayet basit çekilmiş bir filmdi. Çok şansım olduğunu düşünmeyerek, belki ancak konusu ilginç diye gösterime alırlar diye düşünerek gönderdiğim bir filmdi. Beklenmedik bir şekilde SinePark’ta ödül aldı, sonra Altın Koza’da aldı! Altın Koza’ya kabul edildiğini öğrendiğimde listede gördüm ve çığlıklar attım Adana’ya gidiyorum diye. Hiç beklemiyordum ödül almayı.

“Oktan Bir Aşk Hikayesi”nden sonra “Hayali İhracat”ı çekene kadar, Gizem’de bir değişiklik oldu mu?
Oldu, olmaz olur mu... Bir kere şöyle bir olay oldu, “Struck”** ortaya çıktı. Altın Koza’dan bir ay sonra biri vimeo’da filmin altına bir yorum yaptı, bak böyle bir film var diye ve benim de o şekilde haberim oldu. Ondan sonra yaşanan süreç çok sıkıntılı geçti benim için. Daha hassastım ve çok çabuk demorolize oluyordum. Haksızlığa uğramış hissediyordum ve kendimi açıklama ihtiyacı hissediyordum. Ama şimdi düşününce, ben evde oturup kendim izlemek için yapmıyorum bu filmleri, insanlarla paylaşmak için yapıyorum. Anlaşıldığımı düşündüğümde çok mutlu oluyorum evet, ama herkesin anlamasını bekleyemem. Birileri anlamayacak, beğenmeyecek, inanmayacak, birileri eleştirecek, birileri oradan çalmışsın diyecek, iftira atacak, birileri benim başarısız olmamı isteyecek, bununla mutlu olacak. Güzel bir deneyim oldu, daha ilk baştan. Her ilk filmini çeken insan bu kadar geribilidirim almıyordur, ben antrenmanlı oldum. Şimdi çok daha sertim saygısız ve düzeysiz eleştirilere karşı, görmezden gelebiliyorum. Öyle bir kabuk yarattı. Bir de çok önemsememek gerek kendini ve işlerini. Ne pohpohlanmaya ne de seni yermelerine izin vermeli, yolunda gitmelisin bunu anladım.

Filmlerini nasıl finanse ettin, zor oldu mu?
“Oktan Bir Aşk Hikayesi”nin çok bir bütçesi yoktu, 200 lira gibi birşeydi. Doktorun odasındaki postere, sanata ve yemeğe para harcadık. Bütün ekipman okuldandı. Bütün ekip okuldan arkadaşlarımdı. Oyuncular arkadaşlarım, hocalarımdı. Oku ve kelepçeyi, heykel okuyan bir arkadaşım okulun atölyesinde yaptı. Yani neredeyse sıfır maliyetti o. İkinci filme çok para aradım. P&G sponsor oldu, Duracell ve Fairy ile. Onlardan biraz nakit para aldım. Prodüksiyon şirketlerinden film topladım. Kullanmadıkları, reklam filmlerinden artan parça filmlerini topladım. Şişecam’dan defolu şişelerini aldım. Gidip herkesten bir şeyler toplamaya çalıştım. Nakit parayla da yol, yemek, ekipman kiralama işlerini hallettik. Ama şunu da anladım ki en önemli şeylerden biri yapım bir filmde. Eğer yapım iyiyse, bu herkesin daha verimli ve motive çalışmasını sağlıyor. Bizim çok fazla paramız yoktu ama en azından temel ihtiyaçları karşılayacak kadar bir paramız ve iyi bir yapımcımız (Barış Dikmen) vardı.

Uzun metrajlı bağımsız film çekmek istediğinde bu konuda zorlanacağını düşünüyor musun? Zengin mi olmak gerekiyor, deli mi olak gerekiyor bağımsız film çekmek için?
Ne kadar bağımsız olacağına bağlı. Türkiye’de yavaş yavaş kırılmaya başlayan ve iyi bir yere doğru gittiğini düşündüğüm ama hala var olan bir ayrım var: Bir model, belli yapım şirketlerinin çatısı altında çekilen ve yapımcısına, oyuncusuna para kazandıran, gişesi iyi olan ama çoğu sinemasever tarafından hor görülen bir model. Diğer yandan festival filmi diyebileceğimiz; seyirciye çoğunlukla sıkıcı gelen ama yurtdışındaki festivallerden ödüllerle dönen bir model. İki ayrı uçtan bahsediyorum tabii en basit haliyle. Eğer festival filmi yapmak istiyorsan Kültür Bakanlığı’ndan, yurt dışındaki ortak yapımcılardan fon bulabilirsin. Diğer tarafta da Türkiye’de gişe yapacağını düşündüğün bir senaryon varsa yapım şirketlerinin kapısını çalabilirsin. Ben bu iki modelin de var olması gerektiğini düşünüyorum çeşitlilik açısından. Ama benim yapmak istediğim sinema ikisinin arasında duran bir şey. Sınırları keskin çizilmiş, bir tarafa ait olan bir şey değil. Türkiye’de bunun güzel örnekleri İlksen Başarır’ın “Başka Dilde Aşk” filmi, Emre Şahin’in ‘40’ filmi, Ali İlhan’ın ‘Senyora Enrica ile İtalyan Olmak’ filmi... Şu an ilk aklıma gelenler bunlar.. Para kısmını şimdi düşünmüyorum, ben senaryomu bitireyim de, para kısmı sanki kendiliğinden olurmuş gibi geliyor. İyi bir senaryo her zaman bir yerlerden destek bulur ve o film kendini kurtarır diye düşünüyorum - düşünmek istiyorum.

Türk Sineması’ndaki gidişatı iyi buluyor musun?
Ben iyi bir yere gittiğini düşünüyorum. Mesela bu sene Altın Portakal’da yarışan filmlerin büyük çoğunluğu ilk filmdi. Bence çok heyecan verici bir şey. Ve ödül alanların da çoğu bu ilk filmlerdendi. Filmlerin çoğunu izleyemedim. Ama umut vaat eden bir gelişme olarak görüyorum genç yönetmenlerin bu kadar katılımcı olmasını.

“Kadın Yönetmen Olmak” diye bir kavram var mı?
Var. Yani kendim için düşünüyorum, bir filmin yönetmeni kadınsa, pozitif ayrımcılık gösteriyorum o filme karşı. Çok yanlış belki benim böyle bir şey düşünüyor olmam ama, sanki kadınsa çok daha faza güçlüklerle boğuşarak o noktaya gelebilmiş gibi hissedip ona göre bir puan fazladan veriyorum filme. Türkiye’den mesela kaç tane kadın yönetmen sayabilirsin, çok az. Hala, erkeklerle dolu bir seti yönetmenin erkeklerin yapabileceği bir iş gibi görülmesi durumu malesef var. Oysa yönetmenlik sette insanlara höt-zöt demek değil. Aynı şekilde genç yönetmen azlığını da bu bakış açısına bağlıyorum.

Kathryn Bigelow Oscar’ı kadın olduğu için mi aldı mesela?
Kadın olduğu için ödül almak diye bir şey olduğuna inanmıyorum. Benim bahsettiğim ayrımcılık kendi içimde duyduğum bir sempatiden ibaret.

Senin için sırada ne var?
Sırada uzun metraj var. Şimdi oturduk, Oğulcan ile uzun metraj yazıyoruz. Birlikte tartışmak, bir fikir hakkında konuşmak çok besleyici oluyor. Konuşurken ortaya çıkan yeni şeyler çok faydalı oluyor. Senaryo yakında tüm revizyonlarıyla bitmiş olacak, ondan sonra da yapımcı aramaya başlayacağım. Sırada bu var.

Teşekkürler!

Gizem'in En İyi 10 Film Listesi:
Jules et Jim (François Truffaut, 1962), Lost in Translation (Sofia Coppola, 2003), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Michel Gondry, 2004), Korkuyorum Anne (Reha Erdem, 2006), Annie Hall (Woody Allen, 1977), Royal Tenenbaums (Wes Anderson, 2001), Le fabuleux destin d'Amélie Poulain (Jean-Pierre Jeunet, 2001), Arizona Dream (Emir Kusturica, 1993), Sen to Chihiro no kamikakushi (Hayao Miyazaki, 2001), Mary and Max (Adam Elliot, 2009)

*“Inception: Christopher Nolan’ın Derdi ne?”, Gizem Elçi
**Taron Lexton’ın yönettiği 2009 yapımı “Struck” da “Oktan Bir Aşk Hikayesi” gibi kalbine ok saplanan bir adamın hikayesini anlatıyor. İki filmin birbirinden esinlenmesi gibi bir durum; çekildikleri tarihler bakımından söz konusu değil.

29 Ocak 2011

43. SİYAD Ödülleri Adayları

Türk Sinemasının tek eleştirmen birliği ödülü SİYAD Ödülleri'nin 43. adayları açıklandı. 2010 boyunca vizyona giren 66 filmden 15'inin adaylıkları bölüştüğü ödüller, 24 Şubat gecesi sahiplerini bulacak.

Seren Yüce'nin Venedik Film Festivali'nden Genç Aslan Ödülü ile döndüğü ilk-filmi "Çoğunluk", 10 adaylıkla yılın en iddialı filmi olarak görülüyor. Onu, 9 adaylıkla Reha Erdem'in fantastik hikayesi "Kosmos", 7 adaylıkla Semih Kaplanoğlu'nun Altın Ayı'lı filmi "Bal" ve 6 adaylıkla Onur Ünlü'nün "Beş Şehir"i izliyor. "Bahtı Kara"nın bu filmlerin yanı sıra En İyi Film adayları arasında yer alması ise oldukça sürpriz bir durum. Aday listesinde "Av Mevsimi", "Ejder Kapanı", "Yahşi Batı", "Ses" ve "Eyvah Eyvah" gibi filmlerin de yer bulabilmiş olması, hem SİYAD'ın popüler yapımlara olan bakışının değişmeye başladığının, hem de popüler yapımların kalitesinin 2010'da gerçekten arttığının bir göstergesi.

Tüm adaylar şöyle:

En İyi Film:
Bahtı Kara / Bal / Beş Şehir / Çoğunluk / Kosmos

En İyi Yönetmen:
Reha Erdem (Kosmos) / Semih Kaplanoğlu (Bal) / Theron Patterson (Bahtı Kara) / Onur Ünlü (Beş Şehir) / Seren Yüce (Çoğunluk)

En İyi Senaryo:
Bal / Beş Şehir / Çoğunluk / Kavşak / Kosmos

En İyi Erkek Oyuncu:
Tansu Biçer (Beş Şehir) / Güven Kıraç (Kavşak) / Bartu Küçükçağlayan (Çoğunluk) / Reha Özcan (Bahtı Kara) / Sermet Yeşil (Kosmos)

En İyi Kadın Oyuncu:
Demet Akbağ (Eyvah Eyvah) / Sezin Akbaşoğulları (Kavşak) / Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu) / Esme Madra (Çoğunluk) / Türkü Turan (Kosmos)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Erdal Beşikçioğlu (Bal) / Genco Erkal (Prensesin Uykusu) / Volga Sorgu (Kara Köpekler Havlarken) / Settar Tanrıöğen (Çoğunluk) / Cem Yılmaz (Av Mevsimi)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Yeşim Ceren Bozoğlu (Bahtı Kara) / Ceyda Düvenci (Ejder Kapanı) / Nihal Koldaş (Çoğunluk) / Selen Uçer (Büyük Oyun) / Nurcan Ülger (Pus)

En İyi Görüntü Yönetmeni:
Florent Herry (Kosmos) / Uğur İçbak (Av Mevsimi) / Barış Özbiçer (Bal) / Barış Özbiçer (Çoğunluk) / Ercan Özkan (Pus)

En İyi Müzik:
Alp Erkin Çakmak, Barış Diri (Kara Köpekler Havlarken) / Tamer Çıray (Av Mevsimi) / Herve Guyader, Reha Erdem (Kosmos) / Cenap Oğuz (Beş Şehir) / Selim Demirdelen (Kavşak)

En İyi Kurgu:
Bal / Beş Şehir / Çoğunluk / Kavşak / Kosmos

En İyi Sanat Yönetimi:
Bal / Çoğunluk / Kosmos / Ses / Yahşi Batı