kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2011

2010: Yılın En İyileri

Geriye dönüp bakıyorum da, 2010 oldukça aktif bir yıl olmuş hayatımda. 141 film izlemiş, 18 konsere, 15 sergiye gitmiş, 9 tiyatro oyunu seyretmiş, 9 festivale katılmış, (biraz utanç verici olsa da) 6 kitap okumuş ve 3 opera izlemişim 2010 boyunca. Dinlediğim şarkıları ve izlediğim dizi bölümlerini sayacak bir mekanizma ise henüz geliştirilmiş değil tarafımdan.

2010'u kendi çapımda değerlendirmek ve çeşitli dallarda kültür/sanat dolu bu yılın en iyilerini ödüllendirmek istedim. Karşınızda "Bana Göre"* yılın** en iyileri...

YILIN VİZYON FİLMİ
A Single Man / How to Train Your Dragon / Inception / Social Network / Up in the Air

YILIN FESTİVAL FİLMİ
127 Hours / Away We Go / Le concert / J'ai tué ma mère / Somewhere

YILIN VİZYON DIŞI FİLMİ
Dear Wendy (2005) / Fucking Åmål (1998) / Julie & Julia (2009) / Shortbus (2006) / Das Weisse Band (2009)

YILIN SİNEMA ETKİNLİĞİ
9. !F Bağımsız Filmler Festivali / Filmekimi 2010 / Sıfır Derecede Aşk / 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali / 13. Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali

YILIN ALBÜMÜ
Almost Alice - VA / Kırık Kalpler Durağında - Candan Erçetin / Masumiyetin Ziyan Olmaz - mor ve ötesi / Pis - Athena / Prepare the Preparations - Ludo

YILIN PERFORMANSI
Hindi Zahra @Ghetto / Jay Jay Johanson @Ghetto / Mika @Freshtival / Mystery Jets @Salon / Ting Tings @One Love

YILIN KLASİK MÜZİK KONSERİ/OPERASI
Dört Mevsim ve Ötesi - Academy of Ancient Music / Figaro'nun Düğünü - İstanbul Devlet Opera ve Balesi / VI. Leyla Gencer Şan Yarışması Finali / Requiem - İstanbul Devlet Opera ve Balesi / Sevil Berberi - Deutsche Oper Berlin

YILIN MÜZİK ETKİNLİĞİ
Akbank 20. Caz Festivali / 9. Efes Pilsen One Love / Miller Freshtival / 38. İstanbul Uluslararası Müzik Festivali / 1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali

YILIN SERGİSİ

Botero @Pera Müzesi / Efsane İstanbul @SSM / Extramücadele @NON / Hüseyin Çağlayan @İstanbul Modern / Kutluğ Ataman @İstanbul Modern

YILIN KİTABI
Ali ile Ramazan - Perihan Mağden / Küçük Aptalın Büyük Dünyası - Pucca / Otomatik Portakal - Anthony Burgess / Ölü Ruhlar Ormanı - Jean Christophe Grangé / Sineklerin Tanrısı - William Golding
YILIN TİYATRO OYUNU
İntiharın Genel Provası @İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları / Kraliçe Lear @Kenter Tiyatrosu / Profesyonel @İstanbul Devlet Tiyatroları / Punk Rock @dot / Shopping & Fucking @dot

YILIN DİZİSİ
Big Bang Theory / FlashForward / Glee / Modern Family / Office

YILIN MEKANI
İstanbul Modern (Hüseyin Çağlayan, Kutluğ Ataman Sergileri; "Sıfırın Altında Aşk" ve "İdare Edemem Anne" gösterim programları.)

YILIN İNSANI
Yekta Kara (Uluslararası İstanbul Opera Festivali)

* Tamamen subjektif bir değerlendirme söz konusudur ve bu değerlendirme yalnızca gitme/görme fırsatı bulduğum adaylar için yapılmıştır.
** 28 Aralık 2009 - 26 Aralık 2010 tarihleri arasındaki kültür/sanat etkinliklerim değerlendirilmiştir.

7 Temmuz 2010

"Chopin Üzerine Notlar"

Klasik müzik, son zamanlarda Serhan Bali'nin de sıkça dile getirdiği gibi, sadece eğitimini almış olanların değil, konuya dair bilgisi olan herkesin üzerine yazabileceği bir konu (olmalı). Bunun en iyi ve tescilli örneklerinden biri de 1947'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış ünlü Fransız yazar André Gide'nin (1869 - 1951) yazmış olduğu "Chopin Üzerine Notlar". Chopin Yılı vesilesiyle Can Yayınları'ndan, hem de İdil Biret kayıtları içeren bir CD ile birlikte edinme fırsatı bulabildik bu anlatıyı bu yıl.

"Ayrı Yol" (1902), "Pastoral Senfoni" (1919) ve "Kalpazanlar" (1925) gibi romanlarıyla ünlü André Gide, amatör olarak klasik müzikle ilgilense de; günümüzde çoğu profesyonelin ulaşamadığı derecede iyi bir müzik bilgisine sahip olduğu anlatının her satırında anlaşılıyor. Orijinali 1938'de "Notes sur Chopin" adı ile yayınlanan, 1983'te tekrar basılan anlatıda Gide'nin satırlarına ek olarak; "Fragments du Journal et de Feuillets inédits"den Chopin ve klasik müzik üzerine alıntılar, 1938 baskısında yayımlanmamış kısımlar ve Fransız müzikolog Édouard Ganche'ın André Gide'e 1932 yılında yazmış olduğu bir mektup da bulunuyor.

Can Yayınları ise, Chopin'in 200. doğum yılı nedeniyle Chopin Yılı ilan edilen 2010'da; en ünlü piyanistlerimizden İdil Biret'in yazdığı önsöz ve eser için kaydettiği 17 Chopin eserine yer veren bir CD ile yayınladı bu yıl eseri. Kısa ve öz bir anlatı olması nedeniyle; CD hediye eden bir kitap olarak değil, kitap hediye eden bir İdil Biret CD'si olarak algılanabilir "Chopin Üzerine Notlar". Kayıtta, eserde de adı geçen 9 prelüd, 2 etüd ve birer eöpromptu, balad ile Chopin'in ünlü "Barkarol" ve "Polonez-Fantezi"sine yer verilmiş.

André Gide'in notlarında daha çok Chopin'in nasıl çalınması gerektiği üzerine yoğunlaştığını ve bunu yaparken bestecinin biyografisine ve geride bıraktığı izlere sıkça başvurduğunu görüyoruz. Kısaca, Chopin'i hızlı çalmak değil, yavaş çalabilmek marifettir diyor Gide. "Müziklerin en katıksızı" gibi tanımlamalar, "Bundan daha az Germen nitelikli bir müzik olamaz." gibi yorumlar ve "Chopin, en çok Chopin gibi olmaya çalışmadığında kendisi olmuştur." gibi tespitlerin bulunduğu eserde bir çok nota alıntılarına da yer verilmiş olması André Gide'in müzik bilgisinin ne kadar engin olduğu konusunda daha net bir fikir veriyor okuyanlara.

"Chopin Üzerine Notlar", 2010
(Notes sur Chopin, 1938)
Yazar: André Gide
Çeviren: Ömer Bozkurt
Yayınevi: Can Yayınları
Sayfa Sayısı: 78 + CD
Fiyatı: 13 TL

20 Ocak 2010

"Sineklerin Tanrısı"

1983 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi İngiliz yazar William Golding; en bilinen ve günümüz popüler kültüründe oldukça sık referans gösterilen ilk romanı "Lord of the Flies"ı (Sineklerin Tanrısı) 1954'te yazmış. R.M. Ballantyne'ın "Coral Island" (Mercan Adası) romanına oldukça benzer bir temaya sahipmiş gibi gözükse de, onun tam zıttı olarak edebiyat tarihinde yer edinen ve insanlığın içinde varolan kötülük duygusunu açıkça ortaya koyan bir roman "Sineklerin Tanrısı".
"Coral Island"da ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun İngiliz İmparatorluğu'nun bir benzerini adada kurması, huzur ve uyum içinde yaşaması bir yana; "Sineklerin Tanrısı" yine ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun nasıl uygarlıktan uzaklaşıp birer vahşiye dönüşebileceğini, cennetimsi bir mekan olan adayı nasıl cehenneme çevirebileceklerini gösteriyor. Gerek karakterleri, gerek olay örgüsü, gerekse detayları ile fazlasıyla alegorik bir roman olan "Sineklerin Tanrısı"; adını romanda bir mızrağa saplanmış domuz kafasını sarmalayan sineklerin oluşturduğu bir korkuluktan / 'canavar'dankorunmak için alınan bir önlemden alıyor. Ayrıca şeytanın adlarından "Beelzebub"un İbranice'de geldiği anlam da "Sineklerin Tanrısı"...

Romanın ana karakterleri Ralph, Jack, 'Piggy' (Domuzcuk), Simon ve Roger... Bu karakterlerin hepsinin simgelediği ayrı bir kavram olduğunu söylemek de mümkün. Adada lider özelliklerine sahip iki ayrı insanın oluşu başlıca sorun ve tüm çatışmaların çıkış noktası. Ralph, demokrasiye inanan, 'mantığının sesi' ile hareket eden bir lider olsa da; Jack bir diktatör olarak çıkıyor karşımıza. Söz hakkı elde ederek konuşmaktan, herkesin fikrine önem vererek ve düzenli toplantılar yaparak işleri yoluna sokmaktan yana olan Ralph'ın karşısında avcılığı, mızrakları ve boyalı yüzleri ile Jack ve kabilesi var. Gerçek adını bilmediğimiz; şişmanlığı, gözlüksüz görmeyen gözler ve astımı ile sürekli dalga geçilen 'Piggy' ise adadaki çocuklar arasında en zekisi, en akıllıca düşüneni ve Ralph'ın 'mantığının sesi'nin ta kendisi aslında. Romanın sonlarına dek uygarlığı ve insan gibi yaşamayı savunabilen; güçsüz olsa da Jack'e karşı koymaya kalkışabilen cesur bir kaybeden. İnsanların içindeki kötülük dışında hiçbir şeyden korkmayan, mistik bir şekilde gerçeklerin farkına varabilen, yardımsever Simon'ı saf iyiliğin; hiç düşünmeden insanlara zarar verebilen Roger'ı ise saf kötülüğün simgesi olarak görmek de olası. Deniz kabuğu, 'canavar', gözlük, boyanan yüzler, 'Sineklerin Tanrısı'... Eserdeki her detay politik tartışmalara yol açabilecek birer simge niteliğinde.

"Lord of the Flies" 1963'te Peter Brook tarafından filme çekilmiş bir eser aynı zamanda. Fakat edebiyat, sinema ve televizyondaki macerası, en azından yeni eserlere ilham kaynağı olması yönünden bitmiş değil. 1990'da yeniden filme çekilmiş olması, ya da Stephen King'in ilk öykülerine ilham kaynağı olması bir yana; bir grup insanın ıssız bir adaya düşmesi dendiğinde akla ilk gelen popüler kültür ögesi "Lost"un bu kadar benzer temalı bir eserden faydalanmadığını düşünmek saçmalık olur. Dizide ana karakterlerden birinin adının Jack olmasından, iki lider Jack ve Locke arasındaki "man of science"/"man of faith" çatışmasına, Locke'ın 'Ada' ile kurduğu mistik bağların Simon'ın iç dünyasını anımsatmasından, Boone'un Simon gibi 'Ada'ya verilen bir kurban olmasına kadar bir çok detayın romanı anımsattığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın Modern Klasikler Dizisi'nin ilk kitabı olarak yeniden Türkçe'si basılan "Sineklerin Tanrısı"nın bu yeni versiyonunda (aynı zamanda eserin çevirmeni) Mîna Urgan'ın olay örgüsünün birçok önemli kısmını açık ettiği önsözünün "Sonsöz" olarak kitabın sonuna konulması ise güzel düşünülmüş.

Birçokların beyninde kırılan gözlük simgesi ile yer eden bu edebiyat klasiği; yaşı kaç olursa olsun insan doğasında bulunan kötülüğün ve uygarlığa olan ihtiyacın çok güzel ifade edildiği bir roman. Geç kalmadan okunmalı.

"Sineklerin Tanrısı", 2008
(Lord of the Flies, 1954)
Yazar: William Golding
Çeviren: Mina Urgan
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 261
Fiyatı: 12 TL

28 Aralık 2009

İllallah!

Ajanda kullanmam. Fakat Radikal'in Cumartesi ekinde okuduğum bir yazı, artık sıkıcı ajandalar devrinin bittiğini gözüme sokunca, bugün hemen gidip aldım 2010'da muhattap olacağım küçük arkadaşımı. Kendisi "İllallah!". Elif Şafak ve Murathan Mungan gibi önemli edebiyatçıların yayıncısı olarak tanınan Metis Yayınları, 2005'ten beri çıkardığı tematik ve yalnızca yazmak için değil okunmak ve yıl bittiğinde saklanması amacıyla hazırladığı ajandalarının bu yılki konusunu "İnanmama Hakkı" olarak seçmiş.
2005 yılında "Edebiyat" teması ile çıkan ilk ajandadan sonra sırasıyla "Doğa İçin Sorumluluk", "Cadılar", "Yaratıcı Direniş" ve "Hayvanlar ve İnsanlar" temalarını işleyen Metis Ajandaları'nın sonuncusu da diğerleri gibi Müge Gürsoy Sökmen, Özde Duygu Gürkan, Özge Çelik, Eylem Can, Emine Bora ve Tuncay Birkan tarafından hazırlanmış.

Kendileri ajandanın önsözünde şöyle demiş:

"Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek. İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu. Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce. İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz... — Metis editörleri "

Ajandanın içinde, her ajandada bulunması gereken şeylerin dışında; ünlü düşünür, aydın, bilimadamı, yazar, şair ve sanatçılardan konuyla ilgili alıntılar; birkaç karikatür; başta ateizm üzerine olmak üzere konuyla ilgili ansiklopedik bilgiler; konuyla ilgili 'tarihte bugün' notları ve her sayfada Ay'ın evrelerini görebileceğiniz bir ay takvimi de bulunuyor.

Üstelik fiyatı çift haneli sayılarda seyreden diğer örneklerinin yanında, sadece 4 TL.

22 Ağustos 2009

"Hızlandırılmış Ateizm Dersleri"

Antonio López Campillo ve Juan Ignacio Ferreras, laik bir ülke olduğunu savunan ülkeleri İspanya'da zorunlu din (Katolik Hristiyan) derslerinin ilköğretim müfredatına girmesi ile doğan haksızlıkları çözmek için bir kitap yazmak istemişler ve bu kitabı Fransa'da Fransızca olarak (Cours accéléré d'athéisme) yayınlamışlar. Benzer şekilde, laik bir ülke olduğunu savunan ülkemizde de zorunlu din dersleri mevcut. Bununla da yetinmeyen, ahlak dersi de verdiğini söyleyen fakat bunu da dinle bağdaştırarak yapan bir müfredata sahip bir dersten söz ediyoruz. İki yazarın bu kısa ve gerçekten 'hızlandırılmış', bir solukta okunabilen kitabı; tamamen mantık ve akılcılıkla hareket ederek bazı çıkarımlar yaptıkları kitabı, yıllardır ateistim diye geçinenlerin bile bazı şeylere neden inanmamak istediğini farkettirebilen bir eser. Yalnızca 64 sayfada ve 10 bölümde yapıyorlar bunu.

Kitabın önsözü niteliğindeki "Gerekçe" kısmında, yazdıklarını neden yazdıklarını anltıyor yazarlar. Liberal İspanyol hükümeti için söylenen şeyleri bizzat kendi hükümetimiz de üzerine alabilir sanıyorum. Kitabın sonundaki "Kaynakça" bölümü ise, yazarların ne kadar sıkı çalıştıklarının bir göstergesi olarak sergileniyor ve okurlara güzel kaynaklar sunmak açısından oldukça faydalı.

Kitabın "Gerekçe" ve "Kaynakça" arasındaki bölümleri ise, bir ders kitabı formatında yazılmış. Derslerin başlıkları "İnanmamaya İnanmak", "Ateist İçin İlk Zorunluluk Tüm Tanrılara İnanmaktır", "İnsanın Tarih İçinde Tanrıları Yaratması Ancak Dinleri Yaratmasıyla Mümkün Olmuştur", "Ahlakın İlla Dinsel Olması Gerekmez", "Tarihsel Açıdan Tanrıların, Ardından da Dinlerinin Yaratılması, İnsan Toplumunda Kültür ve Uygarlığın İlerlemesine Yol Açmıştır", "Tanrı Düşüncesi Artık Zorunlu Değil", "Bilim Yeterli Olmasa Bile Gereklidir" ve Kapanış Dersi, "Bilim Yeterli Olmamakla Birlikte Gereklidir, Bu da Bilimin Neden Dinin Yerine Geçmeye Niyetli Olmadığını Açıklar".

Kitabın tek kötü yanı, bölümler arasına serpiştirilmiş, kurmaca diyaloglar, tartışmalar. Bir inanan ve inanmayan arasında geçen bu konuşmalar, bir önceki bölümdeki düşüncenin günlük konuşmada nasıl savunulabileceğini göstermek için tasarlanmış. Fakat, hem Fransızca'dan Türkçe'ye çevrildiğine biraz fazla formal durmuş, akıcılığını kaybetmiş; hem de zaten bölümün verdiği bir düşünce kafamıza girdikten sonra biraz yineleme olmuş kanımca.

Yazarlar, bir dine inanmak için o dinin bir kitabın, bir peygamberin, dinin gereklerini bize aktaracak ve zaman içinde varlığını sürdürmesini sağlayacak bir mekanizmanın var olması gerektiğini; çünkü aklımızı kullanarak bir Tanrı'ya inanamayacağımızı söylüyor. Ateizm ise tamamen aklımızı kullanarak, bilimin varlığını ve geldiği noktaları gözlemleyerek kendi kendimize varabileceğimiz bir sonuç... "İnanmamaya İnanmak" yani. Bu kitap bana, "Tanrı yok." demek yerine "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, ama ben olmadığına inanıyorum." demeyi öğretti. Ayrıca dinlere inanmamanın, onların insanlığa bugüne dek katmış olduğu şeyleri yok saymayı gerektirmediğini öğretti. Sadece inanmayanların değil, inananların da okuması gereken bir eser bence. -ki bunu fikirlerini değiştirip onlar da inanmasın diye değil, en azından inanmayanlarla empati kurabilsinler diye söylüyorum.

"Tanrılar doğdukları zamana uygun özellikler gösterirler, çünkü varlıkları o zamanın ihtiyacına tabidir. Ancak, dinler kurucu tanrıların yaratım zamanına çakılıp kalmaz, hayatta kalmaları, bir türlü ele geçiremedikleri bir güçle mücadele etmeleri gerekir. Ele geçiremedikleri gücün adı zamandır. Mevcut dinlerin tamsilcileri bu tahlikenin gayet iyi farkındadır; bundan ötürü çeşitli köktendincilikler gelişmekte. Tarih'in etkisine dayanmayan bir dinin akıldışı savunusu olarak tanımlanabilir köktendincilik. Ve her dinde köktendincilik vardır, çünkü bilinen tüm dinler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır." (López Campillo & Ignacio Ferreras, 2009 ,sf.20)

"Modern devletler, yani dinsel olmadığını ilan eden devletler, hangisi olursa olsun bir dinin vatandaşları için daha iyi olduğunu bildiğinden hiçbir zaman agnostisizm veya ateizmi kabul etmez. Doğrusu, agnostiklerden meydana gelen bir toplum, dinsel bir ulustan çok daha az yatkındır kandırılmaya, aldatılmaya. Bilim insanı yabancılaştırmaz; oysa hangisi olursa olsun din yabancılaştırır." (López Campillo & Ignacio Ferreras, 2009 ,sf.44,)

"Hızlandırılmış Ateizm Dersleri", 2009
(Cours accéléré d'athéisme, 2004)
Yazar: Antonio López Campillo, Juan Ignacio Ferreras
Çeviren: Savaş Kılıç
Yayınevi: Versus Kitap
Sayfa Sayısı: 54
Fiyatı: 6,5 TL

23 Temmuz 2008

"Son Şeyler Ülkesinde"


Bu kez Elif Şafak'tan değil, Paul Auster'dan:

"Art arda gelen şanssızlıklar, birtakım yanlış hesaplar, giderek zorlaşan koşullar. Yaşam, ortaya çıkan çeşitli acil durumların toplamından başka bir şey olamıyor. Ayrıntılar ne ölçüde değişirse değişsin, temelde, her hikâyede rastlantılar, gelişigüzel gelişmeler rol oynuyor." (Auster, 140)

"Her şeyi kağıda dökmeye, çok geç olmadan bitirmeye çalışıyorum, ama kendimi kandırdığımı ancak şimdi anlıyorum. Sözcüklerle yapılacak iş değil bu. Sözcükler buna olanak tanımıyor. Sonuna yaklaştıkça söylenecek şeyler çoğalıyor. Son denen şey soyut bir kavram çünkü. Yarıda bırakmamak için kendi kendine belirlediğin bir bitiş noktası. Oysa o noktaya asla ulaşamayacağını anladığın bir an da geliyor. Kesmek zorunda kalabilirsin, ama bu, zamanın tükendiği içindir yalnızca. Keser bitirirsin, ancak bitirmiş olman sonuna gelmiş olman demek değildir." (Auster, 176)

Sanırım, Auster'ın "Yanılasamalar Kitabı"ndan sonra okuduğum en iyi romanıydı.

18 Nisan 2008

Bit Palas'tan...


Elif Şafak yine demiş, yine demiş:

"Tamamına kavuşan tek bir şey bile yoktu hayatta; "bütünlük" denilen, kof bir kelimeden ibaretti lugatlarda. Deniz yoktu mesela; her biri ayrı ayrı yönlere akmaya çalışan sayısız sonsuz denizler vardı, tek bir denizin içinde bile. Gördüğümüz dalgalar, denizlerarası savaşların toplamdan eksilttiklerinden geriye kalabilen yükseklikte ve sıklıkta ulaşıyordu kıyıya. Ulaşıp parçalanıyordu köpük köpük, zerre zerre. İstanbul da yoktu keza. Her biri kendi güzergâhında seyreden onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca güruh, cemaat, cemiyet vardı. Artılar eksileri götürüyor, zıt rüzgarlar birbirinin cereyanını durduruyor, kimsenin gücü kimseninkine baskın çıkamadığından, sonuçta şehir varlığını korumayı başarıyor, ama bu arada durmadan azalıyordu. tıpkı dalgalar gibi, İstanbul da, toplamından eksilenlerden geriye kalandı aslında." (Şafak, 104)

"İnsan bekârken, bir-ev-içindeki-eşyalar-içinde yaşıyor; mazisi, hikâyesi, kişisel önemi, sembolik değeri olan, kendine ait eşyalar içinde. Evlendiğinde, eşyalar-içindeki-bir-ev-içinde yaşamaya başlıyor; maziden ziyade gelecek, anılardan ziyade beklentiler üzerine kurulu, neyin ne kadarının kendine ait olduğu şaibeli evler içinde. Boşanmak ise, giden mi yoksa kalan mı olduğunuza bağlı olarak, ya eşyasız evler, ya da evsiz eşyalar içine konmak, silbaştan başlamak demek." (Şafak, 132)

"Sarhoşların araba sürmeleri sakıncalıdır. Bunu herkes teslim eder. Ne var ki, sarhoşların telefonu kullanmaları, araba kullanmalarından çok daha ölümcül sonuçlar doğruabildiği halde bu konuda hiçbir düzenleme mevcut değildir. Sarhoşken araba kullananlar rastgele hedeflere çarpar: aniden karşılarına çıkan talihsiz bir ağaç, kendi halinde seyreden ilgisiz bir araç... ne bir kasıt vardır bu kazalarda, ne de bir amaç. Sarhoşken telefonu kullananlar ise gidip mutlaka sevdiklerine çarpar." (Şafak, 135)

"Yalnız bir kusuru vardı. Beğenildiğini anlar anlamaz doğallığını yitiren tüm kadınlar gibi o da zoraki bir sertlik takınıyor; karşısındaki erkeği ne fazla uzak, ne lüzumsuzca yakın olacak surette arafta bir yerlerde bekletmekle, gördüğü göreceği ilgiyi daimi kılacağını sanıyordu." (Şafak, 145)

"Tatlı tatlı emdiğimiz şekerin birdenbire kırılarak, içinde gizlediği peltemsi ve alabildiğine ekşi sıvının ağzınızın içinde dağılıvermesine benzer şu özne BİZ. Lav gibidir aynı zamanda. Tek ve mutlak bir kaynaktan fışkırdığı halde, sanki her yerden boy vermiş ve her yere aitmişçesine, pervasızca dört bir yana yayılan, yoluna çıkan her şeyi istisnasız, ayrımsız eteklerinin altına alan, kendi dışında bir varlık kalmayıncaya değin tüm bir yaşam alanını kaplayan, yakıcı, kavurucu, fetih tutkunu lav gibi. Tanrı böyle konuşur kutsal kitaplarda. Tüm yaratma, yok etme, cezalandırma, mükafâtlandırma eylemlerini anlatırken, BİZ diye hitap eder. Bir de anneler böyle konuşur çocuklarıyla. "Acıktık mı?" diye sorarlar mesela. "Bakmayın amcası böyle yaptığımıza, aslında çok usluyuzdur.", derler ya da. Alınan karar, yapılan tercih tamamen onlara ait olduğu halde, ortada iki ayrı benlik ve bellek değil de, som ve sonsuz bir bütünlük varmışçasına katarlar berikinin varlığını kendi varlıklarının hudutlarına. Tanrı'nın Kuran'da,annelerin çocuklarına [...] hitap ederken kullandığı BİZ'in formülü (Biz = Sen + Ben) değil, (Biz = Ben + Ben olmayan her şey)dir. Böyle bir BİZ'in dışında kalmak mümkün değildir." (Şafak, 229)

22 Eylül 2007

Mahrem'den...

Elif Şafak demiş:

"Aslında az buçuk arızası olan herkes bilir bu altın kuralı: "Baktın ki kem söz işiteceksin, evvela kendin dalga geç kendinle; hatta en çok sen dalga geç ki, başkalarına fırsat kalmasın. İsmini sen koy marazının; hatta davul zurnayla duyur ki merhamet yoksunu ismini, sana lakap takmaya yeltenenlerin hevesleri kursağında kalsın." Yani baktın ki başkaları seni hırpalamak üzere, kendi kendini hırpalamalısın kalkan niyetine." (Şafak, 2000, 20)

"Adem ile Havva, yasak elmanın tadına varınca, farklılıklarını gördüler ilk defa. Utanıp, incir yapraklarıyla örtmek istediler çıplaklıklarını. Ama birinde bir, ötekinde üç incir yaprağı vardı. Sayı saymayı öğrenince, bir daha hiç aynı olamadılar." (Şafak, 2000, 87)

"Komşu kadın, hiç kapanmayan bir gözdür. Pencere önlerinden, dantel tüllerin ardından, balkon kenarlarından, duvar diplerinden, gözetleme deliklerinden ve bir de, pişirip dağıttığı aşurelerin içinden bakar." (Şafak, 2000, 158)

"Aşk bir korsedir. Niye bu kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir. Senebesene katman katman çoğalmış, vıcık vıcık yayılmış, pelte pelte yığılmış yağları sarıp sarmalar, hizaya sokar. Ve sonra da geçip karşısına kendi eserinin, seyrine bakar kudretinin. [...] Aşk bir korsedir. Gün gelir, hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir anda, atıverir çıt çıtlarından biri yahut çözülüverir iplikleri. Neler olup bittiğini anlamaya vakit kalmadan, korsenin cenderesinden kurtulan yağlarsürüsepet dışarı çıkmıştır çoktan. O keşmekeşte, göz açıp kapayıncaya kadar eski haline dönüverir gövde. Aşk bir korsedir. Niçin bu kadar kısa sürdüğünü anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir." (Şafak, 2000, 214)

"Uçan balonun seyri sadece tek seyircisi olan bir gösteridir. Niçin böyle olduğu zamanla öğrenilir. [...] Çünkü ömrü hayatında ilk defa bir uçam balon gören yalnız-çocuk öyle şaşırır, öyle heyecanlanır ki, onuhemen başkalarına göstermeye kalkışır. Tek başına keşfettiği bu güzelliği başkalarına göstererek, yalnızlığını savuşturabileceğini zanneder. Ya eve dönüp birilerini dışarı çağırır, ya annesini kollarından çekiştirir ya da en yakındaki çocuklara seslenir. Ötekiler önce anlamazlar yalnız-çocuk'un ne dediğini; sonra, işaret ettiği noktaya bakarlar. Ama orada bir şey göremezler. Çünkü uçan balon, uçmuştur çoktan. Yoktur artık. Varmış da gitmiş gibi değil; sanki hiç var olmamışçasına yoktur. Yalnız-çocuk, uçan balonu göstermek için çağırdığı insanların yanında yarı mahcup, yarı kızgın kalkalır. Anlamıştır." (Şafak, 2000, 225)

24 Temmuz 2007

Araf'tan...

Bir kez daha, ne de güzel demiş Elif Şafak:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye ismine yabancılaşmasıdır." (Şafak, 2003, 10)

"Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler." (şafak, 2003, 28)

"Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu." (Şafak, 2003, 79)

"Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı." (Şafak, 2003, 80)

"Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen, gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun olduğundan bne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiydi, o kadar! Basit ve ilkel. [...] Ama işte vejetaryenler hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de sağlıklı konuşan insanlar değillerdir." (Şafak, 2003, 215)

"Ömer o anda farkına varmasa da Gail'le konuşmanın böylesi bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen sadece "Gail'le konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flörtleşme değil, bir cilveleşme beklentisi değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini hissetmişti. Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak üzere eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi ama bunların hiçbirinin o anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada." (Şafak, 2003, 216)

"Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın balkonundan eşit ölçüde cezbedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla, acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktanlı bir hayhuyda kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da zıtanlamlısı da aynıdır." (Şafak, 2003, 324)

6 Şubat 2007

"Baba ve Piç"ten...

Ne de güzel demiş Elif Şafak:

"Zeliha Teyze'nin içindeki fırtınanın tek şahidi Allah. Mesele onun varlığına inanmaması. [...] Allah varsa ve bu kadar çok şey biliyorsa hakkımızda, neden tüm o bilgisiyle hiçbir şey yapmıyor? Neden bunca haksızlığın yaşanmasına izin veriyor? Neden seyirci kalıyor yeryüzünde yaşanan bunca acıya ve madem ki seyirci, ne hakla yargılıyor sonunda? Hayır, Zeliha Teyze kararlı, dine teslim olmayacak. Hele hele yaşlandıkça dindarlaşan, öte dünyaya gitmeden evvel sicilini temizlemek için ansızın imana gelen şu çıkarcı hesapçılardan olmaya hiç niyeti yok. Bir agnostik olarak yaşadı ve öyle de ölecek. Zındıklığı samimi ve saf. Bir yerlerde bir Allah varsa, onun bu içten muhalefetini ve reddiyesini takdir etmeli, diye düşünüyor. Sırf içine doğdukları öğretileri ezberleyerek ahkâm kesen kopyacı din fanatiklerinden daha makbul olmalı dinsizliği..." (Şafak, 2006, sf.228)

"Evet, hepimiz Boğaziçi Köprüsü'ne sıralanıp bu şehri batıya itmek için ciğerlerimizin bütün kuvvetiyle üflemeliyiz. İşe yaramazsa bir de öteki tarafı deneriz, bakalım doğuya gidecek mi? [...] Arada olmak iyi değil. Uluslararası siyaset muğlaklığı kaldırmıyor." (Şafak, 2006, sf.154)

"Batılılar zannediyor ki, Doğu ve Batı Medeniyetleri arasında bir kültür uçurumu var. Keşke bu kadar kolay olsa! Gerçek medeniyet uçurumu Türkler ile Türkler arasındadır. Bizimle onlar arasında. Her tarafımız magandalar, hödükler ve köylülerle sarılmış. Biz de bunun tam ortasındayız, bir avuç kültürlü şehirli eski komşularımızı özlüyoruz. İstanbul Ermenilerini, Rumlarını, Yahudilerini... onun yerine Anadolu köylüleriyle komşuluk etmek durumundayız. Nereye kaçacağımızı şaşırdık. Sıkıştık. Bütün şehri ele geçirdiler." (Şafak, 2006, sf.93)

" Bu ülkede az biraz da olsa demokrasi varsa, bunu şu elimdeki alkol şişesine borçluyuz. [...] Ne sosyal reformlar ne siyasi yapılanmalar. Hatta Kurtuluş Savaşı bile değil. Türkiye'yi diğer bütün Müslüman ülkelerinden ayıran işte bu şişedir. Bu bira var ya bu bira... [...] özgürlüğün ve gelişmiş sivil toplumun simgesi. [...] İslam dini alkolü yasakladığından beri. Ezelden beri yani. [...] Var mı bizim gibi çok, bizim kadar rahat içen Müslüman memleket? Osmanlı tarihini düşün. Onca meyhane, onca meze... adamların keyfi yerindeymiş. Biz milletçe alkole bayılırız, neden kabul etmiyoruz bunu? Senede on bir ay kafayı çeken, sonra paniğe kapılıp pişman olan ve bütün Ramazan oruç tuttuktan sonra, mübarek ay biter bitmez içkiye geri dönen bir toplum bu. İyi ki de öyle valla. Bu ülkede şeriat olmamasını, dincilerin başka yerlerde oldukları gibi başarılı olamamasını, işte bu içki geleneğini zinde tutan kültüre borçluyuz. Velhasıl Türkiye'de demokrasiye benzer bir şey varsa bunu alkole borçluyuz." (Şafak, 2006, sf.99)