25 Temmuz 2009
Haftanın Filmi #6: Roger Dodger (2002)
16 Temmuz 2009
61. Emmy Adayları
30 Rock / Entourage / Family Guy / Flight of the Conchords / How I Met Your Mother / Office / Weeds
En İyi Erkek Oyuncu - Komedi
Alec Baldwin (30 Rock) / Steve Carrell (Office) / Jemaine Clement (Flight of the Conchords) / Jim Parsons (Big Bang Theory) / Tony Shalhoub (Monk) / Charlie Sheen (Two and a Half Men)
Christina Applegate (Samantha Who?) / Toni Collette (United States of Tara) / Tina Fey (30 Rock) / Julia Louis-Dreyfus ( New Adventures of Old Christine) / Mary-Louise Parker (Weeds) / Sarah Silverman (Sarah Silverman Program)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Komedi
Jon Cryer (Two and a Half Men) / Kevin Dillon (Entourage) / Neil Patrick Harris (How I Met Your Mother) / Jack McBrayer (30 Rock) / Tracy Morgan (30 Rock) / Rainn Wilson (Office)
Kristin Chenoweth (Pushing Daisies) / Jane Krakowski (30 Rock) / Elizabeth Perkins (Weeds) / Amy Poehler (Saturday Night Live) / Kristin Wiig (Saturday Night Live) / Vanessa Williams (Ugly Betty)
Alan Alda (30 Rock) / Beau Bridges (Desperate Housewives) / Jon Hamm (30 Rock) / Steve Martin (30 Rock) / Justin Timberlake (Saturday Night Live)
Coco Chanel / Grey Gardens / Into the Storm / Prayers for Bobby / Taking Chance
Ödüller 20 Eylül gecesi dağıtılacak; muhtemelen CNBC-e'nin canlı olarak vereceği gece yarısı şölenini "How I Met Your Mother"ın Barney'si Neil Patrick Harris sunacak.
13 Temmuz 2009
Konser Avlusunda Tekbir Küstahlığı
İSTANBUL, 24 Haziran 2009 - Piyanoda İdil Biret, ona eşlik eden The Whitehall
Orchestra, Çaykovski’nin eserleri, minder ve sandalyeleriyle Topkapı Sarayı’nın
I. Avlusuna yayılmış, tarihi yarımadada günbatımına karşı şaraplarını yudumlayan
izleyiciler: 2009’un en çarpıcı klasik müzik konseri, 11 Temmuz Cumartesi saat
20:00’de.
Bu haberden kendilerine vazife çıkaran Büyük Birliği Partisi’ne (BBP) bağlı
Alperen Ocakları soluğu önceki akşam saat 20.00 sıralarında Topkapı Sarayı’nın
önünde aldı. Yaklaşık 50 kişilik grup önce içeri girmek istedi. Ancak sarayın
güvenliğinden sorumlu jandarma tarafından engellendi. Bunun üzerine çevrede
asılı olan İdil Biret’in konser afişlerine yönelen kalabalık, tekbir getirerek,
afişleri yırttı. Bu taşkınlıktan sonra da sarayın önünde Türk bayrakları
üzerinde toplu olarak namaz kılındı ve Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri için
dua edildi. Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Mustafa Kayatuzu, “Doğu
Türkistan’da yaşanan olaylara rağmen duyurulan Topkapı Sarayı içerisinde hain,
saygısız ve şerefsizce yapılan şarap partili caz konserini nefretle kınıyoruz.
Bugün burada yaşanan bu rezilliğin sorumluları mutlak suretle bunun hesabını
verecek” dedi. Daha sonra tekbirler eşliğinde yürüyüşe geçen kalabalık sarayın
Gülhane kapısından tekrar konser salonuna girmeye çalıştı. Çevik kuvvet ekipleri
gruba müdahale etti.
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olaya sert bir şekilde tepki göstermiş, eylemcilerden 'ilkel yaratıklar' olarak bahsetmiş ve “Türkiye'yi geriye götürmek isteyen zavallıların bu tür saçma girişimlerine kimse müsaade etmeyecektir” gibi güzel bir cümle kurmuş. BBP yetkilileri ise olayın "demokratik bir tepkiyi ortaya koymaktan" ibaret olduğunu savunmuş. O gece, kendisinin de söylediği gibi, İdil Biret'in öfkeli kalabalık tarafından tanınmaması bir linç faciasını önlemiş sanıyorum. Sonuç olarak, gitgide sayısı artan bu iğrenç olaylardan büyük üzüntü duyuyorum.
11 Temmuz 2009
Yalın Bugün...
10 Temmuz 2009
Tosun Terzioğlu ve Çocukluğu
Ne zaman, nerede doğdunuz?
1942’de doğdum. Laleli’de oturuyorduk. Koska Caddesi, 10 numara… O kış çok soğuk geçmiş. Annem, ciğercinin önünde ayağı kayıp düşmüş. O yüzden zannediyorum 10-15 gün erken doğmuşum. Esasında ismim de oradan geliyor. Çok zayıfmışım erken doğumdan dolayı. Babam ‘bebekken baktığımız zaman arka taraf gözükürdü’ diye takılırdı hatta. İlk ismim olan Ahmet’te zaten karar kılmışlarmış. Ama sonraları babam ‘tosun gibi olacak’ diye diye Tosun diye kalmış.
Laleli’de geçti çocukluğum. İlkokulum oradaydı, Koca Ragıp Paşa İlkokulu. Halen mevcut olan bir ilkokuldur. Ailenin tek çocuğuydum. Ama çocukluğumun büyük bir kısmı, yazları özellikle; benim çok sevdiğim, annemin memleketi olan Manisa’nın Turgutalp Köyü’nde geçti. Anneannemin, dedemin olduğu yerde… Orada oyun oynayarak, çayda balık tutarak, ninemin ineklerini sürüye götürerek.
Bir kere Türkiye çok daha fakir bir ülkeydi. Çok, çok daha fakir bir ülkeydi. Arsada oynamak diye bir şey vardı mesela. Sonradan anlıyorum ki, bizim arsa dediğimiz yerler yangın yerleriydi. Yani bir zamanlar yangın olmuş ve büyük bir arazi parçası öylece kalmış. İçinde hâlâ bina kalıntıları, dehlizler vardı. Dehlizlerde garip insanlar yaşardı, fevkalade fakir bir yerdi. Bizim Koska Caddesi’nin tam köşesinde bir çorbacı vardı. Şimdi artık çorbacı diye bir şey kalmadı. Orada sade suya çorba ve ekmek satılırdı. Daha sonra 1950’lere doğru pilav da satılmaya başladı. Çok fakir ve küçüktü İstanbul. Örneğin Mecidiyeköy’de kır kahveleri vardı. Yani, ‘şehrin dışına çıkıyorum’ derdin Mecidiyeköy’e gitmek için. İlk okuduğum gazete havadislerinden biri “Hacı Osman Bayırı’nda eşkıyalar yol kesti” idi. Hacı Osman Bayırı, bugün Büyükdere’yi Maslak’a bağlayan yol.Bugün eşkıya çıksa, ilk geçen arabanın altında kalır. Çok farklı bir Türkiye’ydi yani. Tempo çok daha yavaştı. İstanbul’dan Soma’ya gitmemiz, (Turgutalp Köyü Soma’ya bağlıdır) bir günümüzü alırdı. Vapura binip Bandırma’ya gidilirdi, Bandırma’dan trene binilirdi. Trenin tarifeye göre 5 saat sürmesi gerekirdi, ama ben hiç 5 saatte gittiğini hatırlamıyorum. 6 saatte gidersek ‘Baya iyi geldik’ derdik. Buharlı bir lokomotifti ve buharlı lokomotif Bandırma’dan rampayı çok zor çıkardı. Hatta gençler trenden atlayıp yanda yürürdü. Yaz günüyse, kenarlardaki erik ağaçlarından erik toplarlardı. Sonra da rahatlıkla trene geri binerlerdi.
Futbol! Küçük plastik topla… Zordu, çünkü arsalar düz değildi. Takım seçiminde ilk önce yokuş aşağı kimin hücum edeceği çok önemli bir şeydi. Hangisi daha avantajlıydı onu hiçbir zaman tam olarak çıkaramamıştık. Bana göre ikinci devre yokuş yukarı hücum etmek daha zordu. Onun dışında çelik-çomak oynardık. Bir de benim çok sevdiğim bir oyun vardı: Yağmurlu günlerden sonra o arsalarda, su birikintileri olurdu. Gölcükler oluşurdu. Bir gölcükten diğerine kanal açarak o suyun akışını seyreder, içinde bir şeyler yüzdürürdük. Yani çamurda oynardık. Su birikintisi dediğime bakmayın; çamurdu, başka bir şey değil. Okulun bahçesi vardı, ama okulun bahçesinde oyun oynamak kesinlikle yasaktı. Bir keresinde, 4. sınıfta orada futbol oynarken yakalanmıştık. Üstelik nöbetçi öğretmen Fatma Hanım da benim öğretmenimdi. Sert bir öğretmen olduğu için çok kötü oldu. İlkokulda epey ceza vardı ve o cezaların içerisinde dayak da vardı.
Sert bir müdürümüz vardı. Değişik boyda cetvellerle döverek cezalandırırdı. Fakat maalesef, öyle alışmıştık ki bu cezalara, haksız olmadıkça fazla sesimizi çıkarmazdık. 50 santimlik cetvel cezası hak edecek bir kabahat yapmışsak -ki bu sırada doğru durmamak olabilir- onun yerine bir metrelik cetvelle dayak yersek ona kızardık. Ama tabii, ‘Müdürüm bu elli santimlik suçtu’ diyemezdik.
Tabii, babam matematikçiydi. Ama matematiğe ilk katkım, hiç iyi karşılanmadı. Laleli’deki evimizde babamın bir çalışma odası vardı. Oraya benim girmemem tembih edilmişti. Çünkü babam orada ‘matematik’ yapıyordu. Böyle yasak şeyler cazip gelir çocuklara tabii, kilitli falan da değildi. Bir gün ben girdim oraya. Babamın masasına baktım, nefis kâğıtlar var. Kuşe kâğıdı olduklarını sonradan öğrendim. Ve Babam oraya çini mürekkebiyle çok dikkatli bir takım şekiller çizmiş. Geometrik şekiller… Geometri kitabı yazıyordu o sıralar. Çini mürekkebini de buldum; ben de bir şeyler çizdim! Derken elim çini mürekkebinin şişesine çarptı, onu da devirdim. Başka kâğıtlarla onu temizlemeye çalıştım. Hemen kaçtım oradan. O tarihlerde de bu kuşe kâğıdı, çok zor bulunan, çok pahalı bir şeymiş. Sonra babam geldi eve. Orayı gördü, berbat bir durumda. Tabii mürekkebin hepsini silememişim. Güzel bir masası vardı, ben evimde, kullanıyorum şimdi o masayı. O masanın içine nüfuz etmiş adamakıllı. “Nedir bu, ne yaptın sen?” dedi, “Matematik yaptım.” dedim. Matematiğe ilk katkım, biraz cezayla sonuçlandı. O masada hâlâ o leke duruyor, kaç yıl geçmesine rağmen, kaç kez cilalanmasına rağmen.
Annem de babam da üniversitede öğretim üyesiydi. Dolayısıyla üniversiteyle tanışmam 3-4 yaşında oldu diyebilirim. Geri dönüp bakınca “o zamandan belliymiş” diyebiliriz, evet. Ortaokul ve lise yıllarım Robert Kolej’de geçti. Oradaki hocaların bana koyduğu takma isim de ‘profesör’dü. 10-11 yaşlarındaydım İngilizce hocam bana bu ismi taktığında. Akademik kariyer kaderimde varmış. Bana yalnızca hangi alanda olacağını seçmek kaldı. Lisedeyken ne annem, ne de babam ‘akademik kariyer yapacak mısın?’ diye sormadı. Ama ne yapacaksın ki?
Annem fizyologdu, benim biyolog olmamı isterdi herhalde. Ama biyolojiye bir merakım yoktu. Tarihe merakım vardı, matematiğe vardı, bir ölçüde fiziğe ve arkeolojiye. Bir de denize… Gemi mühendisi olmayı hayal ediyordum. Ortaokul ve lise yıllarında bütün yazı sandalda geçirirdim. Kendi sandalım, ya da bir arkadaşın sandalı olurdu bu. Saha sonra motorlarımız vardı. Değişik arkadaşların 3 motoru. Devamlı onları tamir etmeye çalışır, bir tanesini çalıştırmayı başardığımız anda balığa çıkardık, olmazsa da kürekle çıkardık. İşte, bunlar arasında kaldım, sonunda matematiğe karar verdim. Son anda karar verdim hatta. Ve yurtdışında okuduğum o üniversiteyi de öyle bir seçtim ki, matematiğe gidiyorum ama istersem gemi mühendisliğine hemen transfer olabilirdim sene kaybetmeden. Ama birinci senenin sonunda sevdim bu işi. Üniversiteyi de sevdim, matematiği de.
İlkokulda öğrendim. İlkokula da 2-3 hafta geç başladım. Annem-babam yurtdışındaydı. Yeni bir okuldu, sınıf çok kalabalıktı. 70 küsur kişiydik sınıfta. Ben en son geldiğim için beni bir 3 kişilik sıraya 4. kişi olarak yerleştirmişlerdi. Ben de en köşesindeyim, onlar şöyle bir kıpırdansa; düşerim diye çok korkardım.
Sürekli binmiyorum, havaya baksana. (Gülüyor) Bazen biniyorum evet. Bisiklet ilkokul dörtte alındı bana. Ve hep bisikletim vardı. Şimdi yapamıyorum tabii ama eskiden, 13-14 yaşındayken, direksiyonu tutmadan da sürebilirdim bisikleti. Ayrıca öyle giderken kazağımı da çıkartabilirdim. Birkaç sefer de düştüm tabii.
Evet, Robert Kolej’de de futbol oynadım. Bir ara atletizmle biraz uğraştım. Basketbol oynadım. Bir çok spor yaptım. Bir tanıdık beni 5 yaşından itibaren futbol maçlarına götürmeye başladı. Fenerbahçeli oldum. Çok küçüktüm, seyredip anlamaya çalışıyordum. Bir şeyler oldu, gol atıldı, Lefter attı. Herkes sevindi. Ben de sevindim ama Şevket Bey’i kaybettim ben. Beni o gol heyecanıyla tuttuğu gibi atmış bir tarafa. Bir baktım, bambaşka insanların arasındayım. Sonra geri verdiler beni.
Biri de ‘eşkıya’ydı. Arkadaşlarım takmıştı. Dağda bayırda gezmesini severdim çünkü. Yani hırsızlık yaptığım için değil. Eskiden Boğaz’da çok boş arazi vardı. “Eskiden her taraf koruymuş” , onlar nostaljik yalanlar çoğu. Boğaziçi’nin üst kısımları tamamen boştu. Etiler diye bir şey yoktu. Ben de o dağ-bayırda gezmesini çok severdim. Ha bir de elimde sopa taşırdım. Çünkü yılan çıkardı ve ben yılandan çok korkardım. Hâlâ da korkarım. Bu yüzden adım ‘eşkıya’ kalmıştı.
Mecbur kalmadıkça hayır… Ama kafam gözüm yarıldığı olmuştur. En kötüsü, bir kere bostan dediğimiz yerde, 14-15 yaşındayken futbol oynuyoruz arkadaşlarımızla... 3-4 arkadaşım fena halde kavgaya başladı. Aralarına girdim ‘durun yapmayın’ diye. Uf ne biçim dayak yedim. Herkes bana vurmaya başladı. Yok ama… Öyle çok kavgacı değildim. Ama kavga etmedim de diyemem.
Ben kendi çocukluğumdan memnunum. Oyuncağımız dâhil her şeyimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Sen su kabağından gemi yapmayı biliyor musun? Ben biliyorum. Soma’da bir havuzumuz vardı, orada bir şeyler yüzdürmek istiyordum, ama yok öyle hazır bir şey. Su kabakları vardır, onların biçimli olanlarını gider dedemin tarlasından keserdim. Esasında kesmemem lazım, çünkü onlar tohumluktur. Dolayısıyla tohumluk pek kabak kalmazdı tarlada. Büyük olanlarını keserdim, oyardım. Ondan sonra yelken direği, uydurma bir yelken. Oradan, buradan… İyi güzel de, birkaç gün sonra kabak su çekmeye başlardı ve dağılırdı. Bu sefer de havuzu temizlemek gerekirdi.
Haftanın Filmi #5: Conversations with Other Women (2005)
8 Temmuz 2009
Panic at the Disco'da Ayrılık.
"Ryan Ross and Jon Walker will be leaving Panic at the Disco to embark on a musical excursion of their own. Though the four of us have made music together in the past, we’ve creatively evolved in different directions which has compromised what each of us want to personally achieve. Over the years, we have remained close and honest with each other, which helped us to realize that our goals were different and that parting ways is truly what is best for each of us. We are all excited for the future, you should be too. -Ryan & Jon"
"We just wanted to let you know, that the news of Ryan and Jon leaving the band is unfortunately true. It’s been an amazing journey being in a band with them, but sometimes individual tastes take friends in different directions and you can’t ignore it. They are some of the most talented guys we know, and we’re sure that whatever they do next will be great. That said, Panic At The Disco is alive and very very well. We are working on new songs that we are excited for you to hear. Our dateswith Blink and No Doubt start in a little less than a month, and we wouldn’t miss those for the world. We know everybody has a lot of questions at this point with everything being so out of the blue, most of those should be answered in the coming weeks. We appreciate every one of you, and hope you continue with us on this incredible ride. - Brendon and Spencer"
En İyi Film Afişleri: 2008
2. "The Dark Knight": Yaklaşık bir yıl önce "Tüm Afişleriyle Dark Knight" yazımda uzunca ele aldığım gibi, başarılı reklam kampanyasının ürünü onlarca afişi vardı filmin. Bunlardan en iyisi teaser afişiydi kanımca. Intralink Film Graphic Design imzalı bu ilk afişte bir duvarın üzerinde kan kırmızısı bir Batman logosu gördük. Üzerinde siyahla boyanmış iki yuvarlak, ve büyük resme bakarsak oluşan gülen surat ile "Why So Serious?" ibaresi. Basit, karanlık, esprili. Ürkütücü.