Son üç yıldır İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu Broadway müzikallerinin akınına uğradı. 14 Ağustos 2006'da "Broadway'den İstanbul'a Müzikaller"; 13 Ağustos 2007'de "Rock Müzikaller" ve bu yıl/dün/14 Ağustos 2008'de "Rock on Broadway"...
İlki; Keremcem, Mirkelam, Şevval Sam, Seden Gürel gibi isimlerin bulunduğu; Broadway'de sahnelenmiş onlarca müzikalden birer şarkının (sahnelendiği değil) söylendiği, araya Türkçe müzikallerden seçmelerin de serpiştirildiği orta kararda bir (konser/show değil) dinletiydi. Bir ilkti.
İkincisi; Pamela, Hayko Cepkin, Özge Fışkın, Demir Demirkan ve Ogün Sanlısoy gibi rock starlardan oluşan kadrosu (ve Demet Evgar bonusuyla) hayatımda deneyimlediğim en güzel sahne olaylarından biriydi. Öncüsünden daha dar bir konsept belirlemişti kendine. "Rock Müzikaller"... Amacıysa yine aynıydı, sahneye bir müzikali koymak/koymaya çalışmak değil; müzikallerden seçme şarkıları söylemekti. Bu kez sahnede takım elbisesi ve Keremcem olmadığından ve programda müzikleri daha az laylaylom olan, 'rock'ı gerçekten başarılı kullanmış müzikallerden seçme şarkılar olduğundan birbiri ardına gelen bireysel sahne performansları da oldukça göz doldurucuydu. "Rent"in magazin basınında "lezbiyen müzikali" şeklinde anılmasına neden olsa da büyük bir olaydı başından sonuna. Özge Fışkın'ın -o zaman henüz albümünü çıkarmamıştı sanırım- "ileride bu abla bir 'şey' olacak" dedirttiği, Pamela'nın takdir edildiği ve Hayko Cepkin'in inanılmaz bir sahne gösterisiyle Jesus olarak çarmıha gerildiği sahnelerin güzelliği kaldı o günden bugüne aklımda.
Dünkü Broadway çıkarmasında ise Doğan Duru, Pamela, Burak Kut, Meyra, Irmak Ünal ve bonus olarak Hande Yener ve Fadik Sevin Atasoy vardı. Ladies&Gentlemen Musical Ensemble da onlara eşlik ediyordu. Müzik Direktörü Tuluğ Tırpan ise mikrofondaydı, şey pardon, piyanodaydı. Gösteri, son bir haftadır başta Hürriyet'in 'Kelebek' ve Sabah'ın 'Günaydın' ekleri olmak üzere (evet okuyorum onları :P) magazin basınında dev bir zepline gaz basılırcasına şişirildi. Burak Kut Freddie Mercury ile kıyaslanırken, Hande Yener tüm gecenin başrol oyuncuymuş gibi abartılıyor, Irmak Ünal da çocuksu heyecanından bahsediyordu bolca. Diğer yandan Doğan Duru'nun dünkü röportajı oldukça mütevazıydı ve "ben bu işin eğitimini aldım ve güzel bir şeyler yapmak istiyorum" alt metnini barındırıyordu. Tüm bu gaza kapılan insanlardan biri olarak, bugüne kadar kendilerinden bir şeyler kapmaya çalışma fırsatı bulduğum iki insanın (Doğan Duru, Dünya Kızılçay) yer almasının da yarattığı merakla ben de biletimi -biraz geç olsa da- aldım.
"Rock on Broadway", 5 bölümden oluşuyordu: İlk yarıda "Jesus Christ Superstar" ve "The Wall"; ikinci yarıda "Chicago", tek şarkılık seçmeler bölümü ve "We Will Rock You". Bu listeye bakıldığında geçen seneden farklı olarak "The Wall"un programa dahil edilişiydi tek göze çarpan şey, bunu da Pink Floyd hayranı Doğan'ın kadroda yer almasına bağlıyorum. Genel anlamda ise şöyle denilebilir "Rock on Broadway" için: Gözlerini kapayarak seyreden biri için çoğu bölümü bir müzik ziyafeti kıvamında, kalan birkaç kısmı ise biraz parazitli bir rock müzikal seçmesi. Kulaklarını tıkayarak seyreden biri için ise (ilk yarının sonundaki bir atraksiyon dışında) ünlü yıldızların ilkokul çocuğu rolünde sahnede debelenmekte olduğu bir müsamere.
Sanırım olayın en büyük hatası, geçtiğimiz iki yıl yapıldığı gibi solistlerin bireysel olarak şarkılarında parladığı ve müzikalden bağımsız bir şekilde şarkısını söylediği bir konsept seçilmemesi olmuş. Şarkılarının büyük bir parçası söylenen müzikaller hakkında hiçbir şey bilmeyen insanların anlayamayacağı bir "previously on Broadway" telaşına dönmüş her şey. Dekor, sanat yönetimi, koreografi, kostüm gibi 'müzikal' denildiğinde değil iyi olmak, mükemmel olmayı şart kılan ögelere denk gelmekte zorlanılmış. 'Müzikallerden seçmeler' gibi iddiasız bir işle seyirci karşısına çıkarsanız, solistiniz de iyiyse hiç önemi olmayan şeyler olsa da bunlar; eğer iddianız 'müzikallerden seçme şarkılar söyleyip geçmicez, müzikalleri adeta oynıcaz' ise olmadan kaybedeceğiniz şeyler aynı zamanda. Ayrıca ekranlara yansıyan görüntüler de oldukça gereksizdi, çoğu zaman müzikalin ya da şarkının ismini, İsa'yı, Freddie'yi gösterdi. Hani uzaktan seyredenler var, müzikal bu, performansı görmek önemlidir, bir kamera kullanıp sahnede olanları büyütüp verelim kaygısı yoktu hiç.
Gecenin ilk ve en büyük hatası, en büyük fiyaskosu ise girişiydi. Ne bir uvertür çalmak, ne de bir akor basmaksızın Tuluğ Tırpan'ın mikrofonu eline alıp, (bir de üflese çok güzel etki yaratırdı. ama arkalardaydım belki üflemiştir de) genizden bir J/H arası harfle ve sıfır coşkuyla "Jesus Christ Superstar" şöyledir, böyledir gibisinden seyircide bir kendini-yeni-sağılmış-bir-Sütaş-ineği-sanma etkisi yaratan düşük volümlü bir giriş yapmasıydı. Sonrasındaki birkaç on-dakika boyunca Doğan Duru'nun coşkusu ve güçlü sesi de, Dünya Kızılçay'ın şaşırtıcı derecede iyi yorumu da toparlayamadı düşen tempoyu. Araya Meyra'nın hazırlık sınıfı aksanlı İngilizcesi de girince, (bir de bünyede manyak dozda Hayko Cepkin Jesus'ı deneyimi olunca) konserin ilk kısmı benim için bitti.
Sonrasındaki "The Wall" bölümü tamamen (umarım izin almışlardır, yoksa korsana alet olduk; zira bildiğim kadarıyla tüm DVDlerin arkasında 'umuma açık yerlerde dıbıdıbıdıptıs' gibisinden başlayan ve 'yasaktır' ile biten bir ibare yer alıyor) "The Wall"dan görüntülerle süslenmiş(?)ti. Pamela da, Doğan Duru da ses ve yorum bakımından kusursuzdu. Sahneye dakikalarca tuğla tuğla bir duvar yapalım, sonra üstüne "The Wall" yazalım, en sonunda da tekmeleyerek yıkalım fikri oldukça yaratıcıydı. Fakat bunun dışındaki tüm hareketler gereksiz ve dediğim gibi müsamere kıvamındaydı. Diğer yandan, genelde böyle başarılar asla basına yansımadığı için ismini bulamadığım, "Mother"da Pamela ile düet yapan küçük kızı ise aşırı derecede takdir ettim. Sesiyle Irmak Ünal'a, aksanıyla Meyra'ya, sahnesiyle de Burak Kut'a birkaç bin basmaktaydı küçücük boyuyla.
İkinci bölümün açılışı ise (tabii ki yine Tuluğ Tırpan'ın vaazı ile (fakat bu kez birazcık daha coşkulu) başlayan) "Chicago"dan "All That Jazz" ile yapıldı. Gecenin başında çalınması gerektiğini düşündüğüm süper bir uvertür barındıran şarkı, Pamela'dan beklediğimden düşük bir performans ile geçti. Irmak Ünal'ın ise tam anlamıyla o sahnede bulunması bir hataydı. Ne ses, ne rol, ne yorum. Kendisine ve güçlü/kadınsı duruşuna olan hayranlığım "Chicago"nun en sevdiğim şarkılarından "Roxie"yi söylemesi(?) ile sönüp gitti. Gecenin yıldızı kuşkusuz Fadik Sevin Atasoy'du. 6 kadının, 6 farklı hikayesini anlatan "Cell Block Tango"yu resmen ruhundaki altı farklı kadını kullanarak tek başına göğüsledi. (Zaten kadronun tamamı olmasa bile, az değil çok bir yüzdesi opera eğitimi almış müzisyen ya da Altın Portakallı tiyatroculardan oluşsa, yazının başlığı böyle olmazdı) Müzikalleri orijinal dilleri dışında dinlemekten nefret eden ve diğer dillerde söylenmesine karşı bir insan olarak; çoğunlukla şarkıdan değil monologdan ibaret "Cell Block Tango"nun Türkçe "oynanmasını" da anlayışla karşıladım. Sahnede gerçek bir tiyatrocu görmek, gösterinin diğer üyelerinin oyunculuklarının kötülüğünü daha fazla ön plana çıkardı, o ayrı.
"Chicago" ve "We Will Rock You" arasına, tüm müzikal olarak değil de -nasıl olduysa- birer şarkı olarak konmuş "Rent"ten "Seasons of Love" ve "Moulin Rouge"dan "Roxanne" vardı. Sanırım bu bölüm final öncesinde adı 'konuk' olarak geçen Ladies&Gentlemen ve Hande Yener'e ayrılmış olduğundan birer şarkıdan ibaretti. Her ikisi de güzeldi. Beni en çok şaşırtan şey ise Hande Yener'in beklediğimden binlerce kat fazla iyi performansıydı. Sahneyi doldurmasıyla, 'cool'luğuyla, show insanlığıyla gerçekten başarılı bir şekilde kalktı "Roxanne"in muazzam düzenlemesi nedeniyle birçok iniş çıkışla dolu "Moulin Rouge!" versiyonunun altından. Platin sarısı kafasındaki pembe toz bezi tüyleri olmasaydı çok daha fazla beğenimi kazanabilirdi.
Son olarak ise "We Will Rock You" geldi. Ve Burak Kut geldi. "Bu adamın sesi bu kadar güçlü ve bu kadar güzel miydi!!!" dedirtti. Ama yanlış yerde dedirtti. Çünkü o kadar kötü yorumladı ki caaanım Queen şarkılarını, sesin güzel olması, rock'ın pop olarak söylenmesini affettirmedi. Ayrıca bir hafta boyunca Freddie Mercury ile kıyaslandığını okuyan arkadaş öyle bir havalardaydı ki anlatamam. Ama nedense her an "Yaşandı bitti saygısızca!!!" diye girecek izlenimi uyandırdı Burak Kut, bir Feddie'den çok. "Bohemian Rhapsody"de "yavrum amcalara pipini göster" denmişçesine piyano çalabildiğini kanıtlamak için piyanonun başına geçti, "piyanist-şantör-freddie" kavramına yeni bir boyut kazandırdı. Aaa, bi dakka, öyle bir kavram yoktu di mi? Yine de dediğim gibi, baktığın objeyi Burak Kut diye geçme, kutla düşün çıkardığı onlarca güzel notayı. Ama mümkünse pop tarzda bir şeyler alalım bir dahaki sefere.
Konser süresince her şarkı arasında -biz amatörlerin bile yapmadığı- mikrofonlardan gelen "açık mı bu", "hadi hadi" fısıltılarından farkındaysanız hiç bahsetmedim.
Kısacası, Doğan Duru'ya rağmen, Pamela'ya rağmen, Fadik Sevin Atasoy'a rağmen, Hande Yener'e rağmen, "kötü" bir müzik deneyimiydi benim için. Cümleten geçmiş olsun.