21 Nisan 2008
27. İstanbul Film Festivali'nin Ardından...
18 Nisan 2008
Bit Palas'tan...
Elif Şafak yine demiş, yine demiş:
"Tamamına kavuşan tek bir şey bile yoktu hayatta; "bütünlük" denilen, kof bir kelimeden ibaretti lugatlarda. Deniz yoktu mesela; her biri ayrı ayrı yönlere akmaya çalışan sayısız sonsuz denizler vardı, tek bir denizin içinde bile. Gördüğümüz dalgalar, denizlerarası savaşların toplamdan eksilttiklerinden geriye kalabilen yükseklikte ve sıklıkta ulaşıyordu kıyıya. Ulaşıp parçalanıyordu köpük köpük, zerre zerre. İstanbul da yoktu keza. Her biri kendi güzergâhında seyreden onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca güruh, cemaat, cemiyet vardı. Artılar eksileri götürüyor, zıt rüzgarlar birbirinin cereyanını durduruyor, kimsenin gücü kimseninkine baskın çıkamadığından, sonuçta şehir varlığını korumayı başarıyor, ama bu arada durmadan azalıyordu. tıpkı dalgalar gibi, İstanbul da, toplamından eksilenlerden geriye kalandı aslında." (Şafak, 104)
"İnsan bekârken, bir-ev-içindeki-eşyalar-içinde yaşıyor; mazisi, hikâyesi, kişisel önemi, sembolik değeri olan, kendine ait eşyalar içinde. Evlendiğinde, eşyalar-içindeki-bir-ev-içinde yaşamaya başlıyor; maziden ziyade gelecek, anılardan ziyade beklentiler üzerine kurulu, neyin ne kadarının kendine ait olduğu şaibeli evler içinde. Boşanmak ise, giden mi yoksa kalan mı olduğunuza bağlı olarak, ya eşyasız evler, ya da evsiz eşyalar içine konmak, silbaştan başlamak demek." (Şafak, 132)
"Sarhoşların araba sürmeleri sakıncalıdır. Bunu herkes teslim eder. Ne var ki, sarhoşların telefonu kullanmaları, araba kullanmalarından çok daha ölümcül sonuçlar doğruabildiği halde bu konuda hiçbir düzenleme mevcut değildir. Sarhoşken araba kullananlar rastgele hedeflere çarpar: aniden karşılarına çıkan talihsiz bir ağaç, kendi halinde seyreden ilgisiz bir araç... ne bir kasıt vardır bu kazalarda, ne de bir amaç. Sarhoşken telefonu kullananlar ise gidip mutlaka sevdiklerine çarpar." (Şafak, 135)
"Yalnız bir kusuru vardı. Beğenildiğini anlar anlamaz doğallığını yitiren tüm kadınlar gibi o da zoraki bir sertlik takınıyor; karşısındaki erkeği ne fazla uzak, ne lüzumsuzca yakın olacak surette arafta bir yerlerde bekletmekle, gördüğü göreceği ilgiyi daimi kılacağını sanıyordu." (Şafak, 145)
"Tatlı tatlı emdiğimiz şekerin birdenbire kırılarak, içinde gizlediği peltemsi ve alabildiğine ekşi sıvının ağzınızın içinde dağılıvermesine benzer şu özne BİZ. Lav gibidir aynı zamanda. Tek ve mutlak bir kaynaktan fışkırdığı halde, sanki her yerden boy vermiş ve her yere aitmişçesine, pervasızca dört bir yana yayılan, yoluna çıkan her şeyi istisnasız, ayrımsız eteklerinin altına alan, kendi dışında bir varlık kalmayıncaya değin tüm bir yaşam alanını kaplayan, yakıcı, kavurucu, fetih tutkunu lav gibi. Tanrı böyle konuşur kutsal kitaplarda. Tüm yaratma, yok etme, cezalandırma, mükafâtlandırma eylemlerini anlatırken, BİZ diye hitap eder. Bir de anneler böyle konuşur çocuklarıyla. "Acıktık mı?" diye sorarlar mesela. "Bakmayın amcası böyle yaptığımıza, aslında çok usluyuzdur.", derler ya da. Alınan karar, yapılan tercih tamamen onlara ait olduğu halde, ortada iki ayrı benlik ve bellek değil de, som ve sonsuz bir bütünlük varmışçasına katarlar berikinin varlığını kendi varlıklarının hudutlarına. Tanrı'nın Kuran'da,annelerin çocuklarına [...] hitap ederken kullandığı BİZ'in formülü (Biz = Sen + Ben) değil, (Biz = Ben + Ben olmayan her şey)dir. Böyle bir BİZ'in dışında kalmak mümkün değildir." (Şafak, 229)
6 Nisan 2008
İstemek ve istenmek üzerine: Juno.
Birinin istemediği bebeği isteyenler vardır mesela. Ya da birinin istediği bebeği istemeyenler.
Birinin hayran kaldığı dışarıdan mükemmel görünen eve ve içindeki evliliğe katlanamayanlar vardır mesela.
Birilerine garip, tuhaf ve çirkin gelen kız bazen en istediğimiz insandır aslında. Ya da herkesin kusursuz olarak nitelendirdiği kadın hayatı zindan ediyordur bir başkasına. Bazen burnumuzun dibindekini görmeyiz ve sonunda görmek zorunda kaldığımızda neler kaçırdığımızı anlarız o güne dek.Bazen birisi farkına vardırana dek gerçekleri anlamayız.
İkinizin odasında da aynı hamburger telefondan vardır belki de... Ama o kadar körsünüzdür ki, biriniz diğerini hamile bırakana kadar farkına bile varmazsınız.
Hayatın ne demek olduğunu olgunlaşmak zorunda kalarak ve bu gerçeklerle hiç beklenmedik bir şekilde hiç beklenmedik bir zamanda karşılaşarak öğrenen Juno'nun ve Bleeker'ın hikayesi Juno.
4 Nisan 2008
Geçmişten Satırlar #1: "Güne Kahveyle Başlamadım"
-Güne Kahveyle Başlamadım-
benim de ağzım kuru, benim de zihnim açıktı belki. ama harun'dan farklı olarak; güne kahve yerine dunkin'in o iğrenç kahvaltısıyla başlamak zorunda kalmıştım. ve ne yazık ki; artık sabah mahmurluğundan mıdır, kahvaltı tabağımın hazırlandığı sırada televizyonda " 'cause i won't say goodbye anymore " diyen bir maroon5'ın bulunmasından mıdır, yoksa "her şey yolundayken 'dur' diyen hayat"ın genel halinden midir bilinmez "daaaahaaa muuutluu olamam!" nidaları atmıyordum bu sabah. tam tersine; sonuna kadar katılıyordum bayatlığı mikrodalgalarla geçiştirilmeye çalışılmış ekmeğime bal sürerken tepemde "ama aşkım yok, benim aşkım yok, yalnızım çok" diyen direc-t'e.
hep gülerek, dalga geçerek sakladığım yalnızlığım; o bir şeyler ardına gizlenemediği periyodlardan birine girmiş, öldürmekteydi beni. içimdeki 15 yaşındaki çocuğun birkaç ayda bir düzenli olarak 50 yaş yaşlanıverdiği günlerin içindeydim yine yani. ve o kadar karanlıktı ki, başkaları gibi afili değildi benim yalnızlığım, çünkü hayran olduğum bir ben bile yoktu kendim sınırlarında.
yaşamak zorunda olduğum beraberliğim, 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra, istiklal'e sıfır bir masada pizza yerken de onsuz bırakmadı beni. sonra tek başıma girdim yine emek'in kapısından. taksim meydanı'ndan beri omuzlarımı çökertmekte olan o iki çantayı bırakacak biri olmadığı için yanımda zar zor girdim yine tuvalete. herkese "şu iki koltuk" diye yer gösteren emek'li amca koltukları tekil yaptı sıra bana geldiğinde.
ve yine yalnız üzüldüm, yalnız düşündüm, yalnız sıkıldım yeri geldiğinde. sayıları arttıkça yalnızlığın gelmiş-geçmişliğini daha da artıran yalnız gidilmiş filmlere bir yenisini daha ekledim. otobüse yalnız koştum. yolda iPodumdan, harun ve şebnemle konuştum.
eve geldiğimde yatmıştı herkes. karanlık koridorda odama yürüdüm, kimseyle konuşmadan yattım yatağıma. sonra baktım hala yalnızım, başladım yazmaya yine.
"günaydın sevgilim, ne güzel bir gün değil mi?
her şeyi bir yana bırakıp, bütün gün film izleyelim mi?"
işte o zmn var ya,
daha mutlu olamam inan ki.
EMR.
Artık Dunkin yok. Artık o gece gidip yattığım, o satırları yazdığım oda yok. Artık güne kahveyle başlıyorum.
Ama işte... iPod hâlâ aynı iPod, Harun ve Şebnem hâlâ aynı şeyleri fısıldıyor kulağıma.