"Ay bu Cenifırlopez'in klibine benzememiş mi?"
22 Aralık 2007
Referans var; Referans var.
"Ay bu Cenifırlopez'in klibine benzememiş mi?"
16 Aralık 2007
Piyanistler ve Köşe Yazarları Üzerine...
2 Aralık 2007
Badem Ağaçları ve Yıkılan Gökdelenler üzerine...
5 Kasım 2007
Ya sev ya ba daba du!
1 Kasım 2007
Hipokondriyak.
Filmekimi'nin Ardından...
1 Ekim 2007
"Goya'nın Hayaletleri" Üzerine...
25 Eylül 2007
Kapaktaki Bıçak Sırtı'na Dair...
22 Eylül 2007
Bir 'Deja-vu' Olarak "Becoming Jane"
İşte bu yüzden bir 'deja-vu' olduğuna inanmak istiyorum "Becoming Jane"in. Çünkü ne Anne Hathaway, Keira Knightley'dir; ne James McAvoy, Matthew MacFadyen'dir; ne Julie Walters, Brenda Blethyn'dir; ne James Cromwell, Donald Sutherland'dır; ne de Maggie Smith, Judi Dench'tir.
Sanat yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, kurgusu, kostümleri, sahneleri, dansları, müzikleri bu kadar 'daha önce yaşanmışlık' hissi veren tek filmler ucuz Amerikan korku ya da aksiyon filmleri veya daha ucuz Fransız komedi filmleridir çünkü.
Ama bir 'deja-vu' hakkındaki en acımasız gerçek de onun bir 'deja-vu' olmadığını anladığınızda, buna kızamamak için haklı bir sebebi olmasıdır 'taklit anın'.
Jane Austen, Jane Austen'ın ta kendisidir çünkü. Yazarlar yazdıklarına, yazdıkları yazarlarına benzer.
Ve "Pride & Prejudice" 2005'te çevrilmiş bir filmden çok, Jane Austen'ın romanıdır.
Kızamıyorum.
Mahrem'den...
"Adem ile Havva, yasak elmanın tadına varınca, farklılıklarını gördüler ilk defa. Utanıp, incir yapraklarıyla örtmek istediler çıplaklıklarını. Ama birinde bir, ötekinde üç incir yaprağı vardı. Sayı saymayı öğrenince, bir daha hiç aynı olamadılar." (Şafak, 2000, 87)
"Komşu kadın, hiç kapanmayan bir gözdür. Pencere önlerinden, dantel tüllerin ardından, balkon kenarlarından, duvar diplerinden, gözetleme deliklerinden ve bir de, pişirip dağıttığı aşurelerin içinden bakar." (Şafak, 2000, 158)
"Aşk bir korsedir. Niye bu kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir. Senebesene katman katman çoğalmış, vıcık vıcık yayılmış, pelte pelte yığılmış yağları sarıp sarmalar, hizaya sokar. Ve sonra da geçip karşısına kendi eserinin, seyrine bakar kudretinin. [...] Aşk bir korsedir. Gün gelir, hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir anda, atıverir çıt çıtlarından biri yahut çözülüverir iplikleri. Neler olup bittiğini anlamaya vakit kalmadan, korsenin cenderesinden kurtulan yağlarsürüsepet dışarı çıkmıştır çoktan. O keşmekeşte, göz açıp kapayıncaya kadar eski haline dönüverir gövde. Aşk bir korsedir. Niçin bu kadar kısa sürdüğünü anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir." (Şafak, 2000, 214)
"Uçan balonun seyri sadece tek seyircisi olan bir gösteridir. Niçin böyle olduğu zamanla öğrenilir. [...] Çünkü ömrü hayatında ilk defa bir uçam balon gören yalnız-çocuk öyle şaşırır, öyle heyecanlanır ki, onuhemen başkalarına göstermeye kalkışır. Tek başına keşfettiği bu güzelliği başkalarına göstererek, yalnızlığını savuşturabileceğini zanneder. Ya eve dönüp birilerini dışarı çağırır, ya annesini kollarından çekiştirir ya da en yakındaki çocuklara seslenir. Ötekiler önce anlamazlar yalnız-çocuk'un ne dediğini; sonra, işaret ettiği noktaya bakarlar. Ama orada bir şey göremezler. Çünkü uçan balon, uçmuştur çoktan. Yoktur artık. Varmış da gitmiş gibi değil; sanki hiç var olmamışçasına yoktur. Yalnız-çocuk, uçan balonu göstermek için çağırdığı insanların yanında yarı mahcup, yarı kızgın kalkalır. Anlamıştır." (Şafak, 2000, 225)
1 Eylül 2007
Bana Göre: "Canlı Seyrettiğim Konserler"
Bana göre:
Konserler30 Ağustos 2007
Hamdi Abi Birasını buldu.
Her şeyin yerli yerine oturmaya başladığının bir işaretiydi sanki.
Bir ilkti: Hamdi abi birasını buldu!
Sıkıyordu zaten.
Sonra okuduk gazetelerde; taşlar bir bir yerleşiyordu yerine:
“Hande Yener Romeo’sunu buldu!”
Sıkılıyordu zaten.
Sonra bomba düştü gündeme: Türk halkı cumhurbaşkanını buldu.
Eskisi paso veto ediyordu zaten.
En sonunda “O benim cumhurbaşkanım olmayacak” diyenler cevabını buldu.
Kovuluverdiler ülkeden, bir anda, ne olduklarını anlamadan.
Yakışırdı ‘onlar’a bu cevabı vermek zaten.
Bu haftaki Tempo dergisi güzel bir dosya hazırlamış ‘bizler’ için: “Yeni Cumhurbaşkanına Alışamayanlar için Çekip Gidilecek Ülkeler Rehberi”. Bir de röportaj yapmışlar Bekir Coşkun ile. Kendisi bulamamış gidecek bir yer, bu güzel ülkeden başka. Hiçbir zaman gitmek istemedi ki zaten.
Ben de bulamadım gidecek hiçbir yer. Gitmek istemiyorum ki zaten.
%53’lük azınlıktan biriyim çünkü.
“Kimse yerinden kıpırdamasın. Türkiye’de duyguları yerinde olan, alıngan insanlara daha çok ihtiyaç var. Asıl, Başbakan’ın git sözünü ciddiye alanlar bu ülkede kalmalı. Ülke bizim! Nereye gidiyoruz? Başka bir ülkede nasıl yaşayabilirim ki? Ben yapı olarak biraz köylüyümdür. Türkiye tam bana göre. Uygar bir ülkede yaşamam son derece zor. Yürürken boş kola kutusuna tekme atmak, sokakta aç hayvanlara yiyecek vermek, arada bir okuyucudan küfür işitmek… Bunları başka bir ülkede yaşayamam. Bindiğim taksi, biraz sigara kokmalı, şoförü üç günlük sakallı olmalı. Gıcır gıcır bir takside canım sıkılır. Sahilde giderken burnuma kanalizasyon kokusu çarptığında, “Hah işte, ülkemdeyim!” diyebiliyorum. Elimde ne varsa artık domates mi, salatalık mı, yarısını yiyip denize atabiliyorum. Başka bir ülkede çöp kutusu aramak zorunda kalacağım. Karakterimde biraz köylülük olduğu için köşemin adı da ‘Onuncu Köy’. Benim başka bir ülkede yaşamam çok zor. Fakat Tayyip Erdoğan’ın başka bir ülkede yaşaması benden daha zor. Bu kadar çam deviren bir insanın başka bir ülkede yaşaması mümkün değil.” (Bekir Coşkun, 30 Ağustos 2007, Tempo Dergisi Röportajı’ndan)
Hamdi Abi birasını, Hande Yener Romeo’sunu, Türk halkı cumhurbaşkanını buldu.
Bir biz bulamadık gideceğimiz yeri.
Ne yazık ki…
28 Ağustos 2007
Kulaklar.
12 Ağustos 2007
Duydunuz mu?
Ne kadar çok dua edersek o kadar çok suyumuz olacakmış.
Bütün minarelere birer musluk takacaklarmış tüm inananlar kana kana su içsin diye.
Tespih satışları arttıkça barajlar dolacak, susuzluğunu giderecekmiş insanımız.
Duydunuz mu?
Çalışmamıza gerek yokmuş.
Her besmelemizde para yağacakmış gökten.
Kitabı okudukça kasalar kendiliğinden dolacak, zengin olacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
TEMA, Greenpeace, Al Gore; hepsi yalanmış.
Birkaç yıl kesintisiz dua edersek Türkiye çöl olmayacakmış.
Her secdemiz yeni bir ağaç pörtletecekmiş yanan ormanların arasından, oksijen koklayacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
Klimalar para tuzağıymış, gerek yokmuş almaya.
Ne kadar örtünürsek o kadar fazla hissedilecekmiş serinlik.
Kara perdeler giydikçe üzerlerine 13 yaşındaki kızlarımız, iffet dolacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
Kafirlerin evlerine, o pis ateistlere; bile bile su verilmeyecekmiş.
Madem içiyorlar, rakıyla yıkansınlarmış.
Alkol satışları azaldıkça, iyilik fışkıracakmış beyinlerden, bilinçli olacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
Bir isteği olan Allah’a havale edip, gerçekleşene kadar annesinin evine gidecekmiş bundan böyle.
Sonra saçından üç tel koparıp en yakın ağacın altına gömecekmiş.
Üç vakte kadar gerçek olacakmış dilek, mutlu olacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
Ağaçların azalmasının tek nedeni, basılan kitap sayısının fazlalığıymış.
Bundan sonra, sadece tek bir kitap okunacak; o sayede vahiy gelecekmiş gerisi.
İmana geldikçe cehalet yok olacak, kültür fışkıracakmış beyinlerden, okumuş olacakmış insanımız.
Duydunuz mu?
Sudan bol bir şey yokmuş inanan için.
Zaten suya da ihtiyacı yokmuş inançlı bir insanın.
Musluklardan ilahi yayını yapılacakmış bundan böyle, tertemiz olacakmış insanımız.
Bu arada, duydunuz mu?
Renk renk şekil şekil inekler gelmiş İstanbul’a!
Hadi çocuklarımızı üstlerine oturtup, oralarını buralarını kurcalayıp, üzerine bizim almamız için konulmuş her şeyi koparıp, mıncık mıncık mıncıklayalım hepsini!
Sevgimizle yok edelim hepsini hadi!
Amin.
24 Temmuz 2007
Kahve, Alkol ve Çikolata.
Bir zamanlar falcılığından çok olgun bilgeliğiyle geleceğimi görmeyi başarmış bir kız, “Seneye yeni arkadaşların olacak ve şu anda arkadaşın olanların çoğunun aslında arkadaşın olmadığını anlayacaksın. Kendini artık yeni arkadaşlarının arasındaki yere ait hissedeceksin” demişti.
Geçen zamansa, yeni dostlar getirdi bana. Vazgeçemediğim, her gün daha da bağlandığım ve eskilerin yerine koymaktan kendimi alamadığım.
Her sabah içtiğim sütse artık bir vazgeçilmez değil, arada-sırada tadılarak nostaljik bir sevincin kırıntılarını hatırlatan bir tada dönüşmüştü. Çoğu zamansa kahvenin yanında tüketilen bir zorunluluk halini almıştı aslında.
Artık alkol vardı. Eskiden anketlerdeki potansiyel bir “ne kadar sıklıkla alkol tüketiyorsunuz?” sorusuna muhtemelen “Ayda bir” seçeneğini işaretleyecek olan bu beden, artık “Haftada bir”e terfi ettirmişti kendini. Her gün bir yenisi geldi. Bira ve şaraptan ibaret alkol repetuarım; rakı, vodka, tekila ve cinin en güzel formatlarıyla tanıştı. Biralar Darklaştı, tekilalar shotlardan taştı. Yeni dost alkol yanında mutluluğu getirdi, onunla olduğum zamanlarda geçmişi ve geleceği daha az düşünmemi sağlayan bir Carpe Diem Dopingi halini aldı. Beynimse her haftasonu onlarla olmak için can attı, tavukluğunu aşıp geç yatılan gecelere kollarını açtı. Ben onun hücrelerini öldürdükçe yeni dostumla, o bana onları hatırlattı. Alkol, “ortama-uyum-sağlamak-için-zorla-alınan” keyif verici bir sıvıdan, “zevkle-alınan-çünkü-ihtiyaç-duyulan” bir dosta dönüştü. Hiçbirinin bir farkı yoktu aslında diğerinden; hepsi bira kadar masum, şarap kadar elit, rakı kadar efkarlı, vodka kadar genç ve tekila kadar çılgındı. Fakat en büyük ortak yanları sonralarında ayılmak için kahve içilmesi gerektiği gerçeğiydi.
Sütün aksine çikolataysa hep hayatımda kaldı. Sadece çocuksuluğunu yitirip olgunlaştı. Artık yalnızca sütlü değil, kahverenginin her tonunda, çeşit çeşit ve tat tattı. Bir Belçika Çikolatasının orgazmik keyfini veriyordu artık her biri ağızda eridikçe. Her birini tüketmeye alıştıkça ortalarındaki portakal, fındık, krokan, fıstık, badem ya da krema daha da belirginleşiyordu. Beyaz ve portakallı çikolataların bir araya geldiği yeni tatlar, lise ve üniversite yıllarının ağzımda bıraktığı izlerini bir araya getirircesine yeni paketlerde sunuluyordu ve ben her geçen gün daha fazla tüketmeye başlıyordum onları.
Ve tabii bir de sütlü çikolatanın aksine muhtemelen bulunması daha zor, ama kesinlikle kalitesi daha yüksek alkollü çikolatalar ve kahveli çikolatalar vardı...
Araf'tan...
"Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler." (şafak, 2003, 28)
"Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu." (Şafak, 2003, 79)
"Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı." (Şafak, 2003, 80)
"Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen, gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun olduğundan bne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiydi, o kadar! Basit ve ilkel. [...] Ama işte vejetaryenler hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de sağlıklı konuşan insanlar değillerdir." (Şafak, 2003, 215)
"Ömer o anda farkına varmasa da Gail'le konuşmanın böylesi bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen sadece "Gail'le konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flörtleşme değil, bir cilveleşme beklentisi değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini hissetmişti. Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak üzere eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi ama bunların hiçbirinin o anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada." (Şafak, 2003, 216)
"Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın balkonundan eşit ölçüde cezbedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla, acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktanlı bir hayhuyda kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da zıtanlamlısı da aynıdır." (Şafak, 2003, 324)
10 Temmuz 2007
SMS (Sessiz Mesaj Sendromu)
28 Haziran Perşembe günkü Penguen'den:
"Ben neden hemen cevap yazıyordum gelen mesajlara? Hayır yani o gece değil, her zaman böyleydi bu. İnsanların telefonlarını önemsememesini hep çok kıskandım, hâlâ da kıskanırım. "Aa yeni gördüm" diye iki gün sonra cevap atan insanlar nasıl yaşıyorlar ki acaba? Çok süper hayatları mı var, yanlarında her zaman dostları filan mı oluyo, ne yani?"
Gerçekten ne kadar sinir bozucudur sevdiğiniz insana bir mesaj attıktan sonra geçen zaman. Hele ki üzerinden saatler geçip de cevap gelmediyse...
TurkCell, MelodiCell ve diğer tüm servislerden; yıllardır hatrınızı sormayan arkadaşlarınızdan mükemmel bir zamanlamayla o an gelen mesajlardan; her şeyden, herkesten nefret edersiniz.
Mesaja cevap vermek yerine ne yapıyor olduğunu düşünürsünüz. Siz yoksunuzdur yanında, sizle ilgili hiçbir şey yoktur.
7 Mayıs 2007
Can Yücel'den...
elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını ta içimde hissetmek.
seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
"seni seviyorum" sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek, birlikte ağlamak gülmek. ve buradayken bile seni çılgınca özlemek.
seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. senin yanında olan seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.
seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana. elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. elimde kırçiçeğiyle seni beklemek. aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.
seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak.okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların, türkülerin, şiirlerin her mısrasında seni bulmak.
seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek.sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. yalınayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.
seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
nereden bileceksin?
sen benimle hiç olmadın ki...
olsaydın avuçlarım terlemezdi. ısırmazdım dilimin ucunu. özlemezdim seni yanımdayken. kıskanmazdım. korkmazdım yollarda yürümekten. ıslanmazdim yağmurlarda. yıldızlara aya dert yanmaz böyle her şarkıda sarhoş olmazdım.korkmazdım seni kaybetmekten, ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize. ve her kulaçta haykırırdım seni.
ama sen hiç benimle olmadın ki.
ya aklın başka yerlerdeydi, ya yüreğin...
Can YÜCEL
1 Nisan 2007
Türkiye'yi Sevmek için 50 "Neden?"
16 Mart 2007
Bana göre: "Türkçe Melankoli (Damar)"
9 Mart 2007
Yüzünü ıslatmadan ağlamak...
Gripin, uzun bir aradan sonra yine rakı kokan bir albüm yapıvermiş, ağlatmaya çalışmış herkesi. Rakının yanına biraz İstanbul, biraz Emre Aydın, biraz politikayı da meze yapmış. "Kestiğim ümitlerden yelkenler yaptım" demiş, "Her nereye gidersen, kendinle yüzleşirken kimse duymaz, yalan söyle" yoksa "sustukların büyür içinde" demiş, "zamana bırakma bizi" demiş, "yokluğunda kaç damla gözyaşı eder adın?" diye sormuş sonra ve eklemiş: "ben sensiz İstanbul'a düşmanım".
Ama işte, öyle bir şarkı var ki kadehlerin tükenme hızına ivme üstüne ivme katan; öyle bir şarkı ki hüzün kokan: "Böyle Kahpedir Dünya"... Daha yaşım kaç başım kaç, neden üzülüyorum ki ben dedirtiyor insana. Ağla, geçer diyor, ağla yüzünü ıslatmasan da...
Bense gerçekten biliyorum yüzünü ıslatmadan ağlamanın nasıl bir şey olduğunu. Çok iyi anlıyorum istisnasız her an geçmişi özlemenin ne demek olduğunu. Dört yalnızlıkla bir doğruyu götürmek kadar acı çünkü hayatın dörtte biri bile, öylece kalırsın. Öyle bir dünya ki... Öyle kahpe ki... "İnce ince titremen, soğuktan mı sanırsın?"
4 Mart 2007
Sayılar!
Her şey, 3 Ekim 206 Salı gecesi SGM'deki Mor ve Ötesi konserinde başladı. Her şarkı arasında "Yirmiüüüüç!" diye bağıran çocuğu duyan herkes grubun "23" adlı duygusal şarkısını istediğini sanıyordu. Oysa gerçek çok farklıydı.
Cuma günü Nautilus'ta 23 saplantısı hakkındaki, "Salak ile Avanak'tan tanıdığımız Jim Carrey'nin oynadığı" "Number 23"ye bilet alırken, sayının benim de peşimde olduğununun çaresizce farkına vardım. Gişedeki güzel bayan, "23, 19.15'e iki öğrenci" istek cümleme "23 ytl." şeklinde cevap vermişti çünkü. - ki aynı cümle Nautilus'un bilet fiyatları konusunda da "oha falan olmama" neden olmuştur.
Film gerçekten abartılmış bir 23 saplantısı üzerine. Jim Carrey ve yönetmen Joel Schumacher'in isimlerindeki toplam harf sayısı da; başrol oyuncuları Jim Carrey ve Virginia Madsen'in isimlerindeki toplam harf sayısı da filmdeki birçok şey gibi 23'e eşit.
Fakat bu 23 olayı akıllara başka sayıları da getirmiyor değil hani. Çok sevgili dizimizdeki o sayılardan bahsediyorum tabii ki. 4 - 8 - 15 - 16 - 23 - 42!
Fakat korkarım "Number 23", bizim meşhur sayılarla ilgili çevrilmiş olan ilk film değil... Hatta kendisi serinin sonuncusu! "Four Brothers" (2005), "8 Mile" (2002), "15 Minutes" (2001), "16 Blocks" (2006), "Number 23" (2007) ve "Hitchiker's Guide to the Galaxy"deki 42 fenomeni.. Sanırım "Hepimiz ölüceez!".
Ayrıca SU gençliğinin hayatındaki bir başka "sayı"ya değinmeden olmaz: 7! Toplayın bakalım yanyana duran yurt binalarını! B1-B6, B2-B5, B3-B4, B7, B8-B9 (17), A1-A6, A2-A5, A3-A4... Ayrıca "Sabancı" kelimesinde sayın bakalım kaç harf var!
26 Şubat 2007
79th Academy Awards
Gece gerçekten bir sürprizler silsilesiydi. En yakın takip ettiğim yıl olmasına rağmen 10/20 tutturdum. En büyük hayal kırıklıklığım Lubezki'nin sinematografiyi kaçırması oldu. Eddie Murphy, Cars, Dreamgirls şarkıları ve Babil'in senaryo ve kurgusu ödüllendirilmedi, şaşırttı. Happy Feet ve Alan Arkin şaşırttı.
"God save the queen!" dedirten Helen Mirren, muhteşemdi. Büyük bir soğukkanlılıkla geldi, ödülünü aldı ve gitti. "Marty" Martin Scorsese, sonunda Oscarlandı. Sahneye çıktığında "Could you double check the envelope?" demesi hoştu. Törene kesen müzikle milletin ağzına bu sene hakkaten abartı şekilde lafların tıkılması, ciddi suratlarla yapıldığı için gülünmeyen espriler ve Global Warming - Al Gore ikilisi damgasını vurdu. Ellen DeGeneres'in bir kez daha Oscar sunmamasını diliyor, kazananları listeleyerek sözlerime son veriyorum.
Picture: Departed
Director: Martin Scorsese (Departed)
Actor: Forest Whitaker (Last King of Scotland)
Actress: Helen Mirren (Queen)
Sup.Actor: Alan Arkin (Little Miss Sunshine)
Sup.Actress: Jennifer Hudson (Dreamgirls)
Original Screenplay: Little Miss Sunshine
Adapted Screenplay: Departed
Foreign Lang. Film: Das Lieben der Anderen - Lives of Others (Germany)
Animated Film: Happy Feet
Original Score: Gustavo Santaollala (Babel)
Cinematography: Pan's Labyrinth
Editing: Departed
Original Song: I Need to Wake Up (An Inconvenient Truth)
Art Direction: Pan's Labyrinth
Costume Design: Marie Antoinette
Make-Up: Pan's Labyrinth
Visiual FX: Pirates of the Caribbean: Dead Man's Chest
Sound Mixing: Dreamgirls
Sound Editing: Letters from Iwo Jima
16 Şubat 2007
Hazır mısınız?
Hazır mısınız?
Yoksa siz de bu kahve çılgınlığına şaşıranlardan mısınız?