22 Eylül 2010

Filmekimi 2010 Önerileri

Festivalsiz geçen ayların ardından sonbaharımıza bu yıl 9. kez güneş gibi doğan İKSV'nin Filmekimi, bu yıl 8-14 Ekim tarihleri arasında bizlerle olacak. Geçtiğimiz yıl ilk kez 9 gün süren film haftası, bu yıl 7 günlük sıkışık bir programa geri dönmüş; fakat kendisine bir sponsor bulmuş olması sevindirici. LG'nin sponsorluğundaki Filmekimi programındaki 31 film, film haftası ile özdeşleşmiş Emek Sineması'nın yokluğunda; Atlas, Beyoğlu ve Maçka Gmall salonlarında sinemaseverlerle buluşacak.

2 Ekim Cumartesi günü; haftaiçi gündüz seansları 4 TL, haftasonu ve 19.00, 21.30 seansları tam 12 TL, öğrenci 8 TL; gala filmleri ise 15 TL'den satışa çıkacak. Filmekimi'nin resmi websitesinin http://www.iksv.org/filmekimi resmi twitter hesabının ise @filmekimi2010 olduğunu da hatırlatmak isterim.

Programda Toronto, Sundance, Cannes ve Venedik film festivallerinden dikkat çekici filmler ve bağımsız sinemanın merak uyandıran filmleri yer alıyor. İşte festival programının göze çarpan, merak uyandıran, ağız sulandıran ve kaçırılmaması gereken 10 filmi:

1) "New York, I Love You" (Yön: Fatih Akın, Yvan Attal, Randy Balsmeyer, Allen Hughes, Shunji Iwai, Shekhar Kapur, Joshua Marston, Mira Nair, Natalie Portman, Brett Ratner, Jiang Wen; ABD): 2006'da yine Filmekimi sayesinde izlediğimiz "Paris, Je t'aime"in New York versiyonu, 1 yıllık bir gecikme ile İstanbul seyircisi ile buluşuyor. Yönetmenleri arasında Fatih Akın, ünlü oyuncu Natalie Portman, "Maria Full of Grace" ile çıkış yapan Joshua Marston ve Elizabeth filmleri ile tanınmış olan Shekhar Kapur gibi isimlerin bulunduğu 11 kısa filmden oluşan "New York, I Love You"nun oyuncu kadrosu da bir yıldızlar geçidi: Orlando Bloom, Hayden Christensen, Ethan Hawke, Eli Wallach, John Hurt, Shia Labeouf, Natalie Portman, Uğur Yücel, Robin Wright Penn, Irfan Khan, Christina Ricci...

2) "Somewhere" (Yön: Sofia Coppola; ABD): 2003 yılında "Lost in Translation" ile herkesi şaşırtan bir çıkış yapan ve En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar kazanan, Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola; 2006 yılında "Marie Antoinette" ile herkesi hayalkırıklığına uğratmıştı. Coppola, 3. filmi "Somewhere" ile başarılı başladığı kariyerinin ilk günlerine ve otel setlerine geri dönüyor. Bu ay, Venedik'ten Altın Aslan ile ayrılan film; dağıtmış bir Hollywood yıldızının ansızın çıkıp gelen kızı ile değişen hayatına odaklanıyor.

3) "The Town" (Yön: Ben Affleck; ABD): Ben Affleck, 2007 yılında ilk filmi "Gone Baby Gone"ı yönettiğinde birçok insan gibi ben de tarifsiz bir şaşkınlık geçirmiştim. Çünkü kötü oyunculuğu tescillenmiş bu adam, oldukça başarılı bir filme imza atmıştı. Affleck, ikinci filmi "The Town" ile geçtiğimiz günlerde Toronto Film Festivali'nde ilk filmi ile olduğu gibi yine takdir edildi. Bu kez başrolde kardeşi Casey yerine kendisi oynayan; yanına da "Hurt Locker" ile çıkış yapan Jeremy Renner, "Mad Men"den Jon Hamm ve Woody Allen'ın son keşiflerinden Rebecca Hall'u alarak çektiği "The Town" bir soygun filmi.

4) "Get Low" (Yön: Aaron Schneider; ABD): 2009'da Toronto Film Festivali'nde beğeni kazanan, fakat kendi ülkesinde de bir hayli geç vizyon şansı bulan bağımsız film "Get Low"; ormanda tek başına yaşayan bir halk kahramanı Felix Bush'un gerçek hikayesinden yola çıkılarak çevrilmiş bir drama. Robert Duvall'ın performansı ile adından çok söz ettiren filmde, Sissy Spacek ve Bill Murray de rol alıyor.

5) "Flickan som lekte med elden" (Yön: Daniel Alfredson; İsveç): Millenium üçlemesinin ilk filmi "Ejderha Dövmeli Kız", geçtiğimiz İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş, bu ay vizyonda gösterim şansı yakalamış ve Hollywood versiyonun David Fincher tarafından çekileceği haberleri sinema dünyasında yayılmıştı. Üçlemenin ikinci filmi "Ateşle Oynayan Kız", tahminimizden çok daha erken bir şekilde karşımızda. Noomi Repace ve Michael Nyqvist ilk filmdeki rolleri ile yeniden bizlerle.

6) "Happythankyoumoreplease" (Yön: Josh Radnor; ABD): Çevresinde sorunlu arkadaşları bulunan bir New Yorklu, metroda bulduğu kimsesiz bir çocuğu evine getirir... "How I Met Your Mother"ın Ted Mosby'si Josh Radnor'ın yazdığı, yönettiği ve başrolünde oyndığı bağımsız yapım, bu yıl bağımsız sinemacıların kalesi Sundance Film Festivali'nden İzleyici Ödülü ile döndü.

7) "Lung Boonme Raluek Chat" (Yön: Apichatpong Weerasethakul; Tayland): Uzakdoğu sinemasından hazzetmediğimi dünya alem biliyor. Ama öneriler söz konusu olduğunda tarafsız olmaya çalışıyorum, yoksa gideceğimden değil. Artık gelenekselleşmiş bir durumdur, Cannes'dan Altın Palmiye ile dönen filmleri Filmekimi'nde izlemek. Bu yıl da program palmiyesiz değil. "Amcam Önceki Hayatlarını Anımsıyor"; ilkel inançlara ve yeniden-doğuşlara gönderme yapan" bir film-miş.

8) "Revolución" (Yön: Gael Garcia Bernal, Mariana Chenillo, Fernando Eimbcke, Amat Escalante, Diego Luna, Gerardo Naranjo, Rodrigo Garcia, Rodrigo Plá, Carlos Reygadas, Patricia Riggen; Meksika): Aralarında ünlü oyuncular Gael Garcia Bernal ve Diego Luna ile bu yaz "Mother and Child"ını izlediğimiz Rodrigo Garcia'nın da bulunduğu 10 Meksikalı yönetmenden 10 devrim hikayesi. Programıma bir türlü uyduramadığım için ağlamak istediğim, merak uyandıran bir yapım.

9) "Des hommes et des dieux" (Yön: Xavier Beauvois; Fransa): Cannes Film Festivali'nden Büyük Ödül ile ayrılan film, 90'lı yıllarda Kuzey Afrika'daki bir manastırdaki rahiplerin Müslüman köktendinci saldırganlar ile olan çatışmasına odaklanıyor. Bu yıl Cannes'ın en beğenilen filmlerinden biri olan "İnsanlar ve Tanrılar" inanç ve fanatizmi sorguluyor.

10) "Certified Copy" (Yön: Abbas Kiarostami; Fransa): Juliette Binoche'a Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandıran İranlı yönetmenin son filmi; İngiliz bir yazar ve Fransız bir galeri sahibinin Toscana'da geçen aşk hikayesini anlatıyor.
Festival programında ayrıca Philip Seymour Hoffman'ın ilk yönetmenlik denemesi "Jack Goes Boating", Mathieu Amalric'e Cannes'da En İyi Yönetmen Ödülü'nü kazandıran "Tournée", Ken Loach'un son filmi "Route Irish", Charlotte Gainsbourg'lu "Tree", Jean-Luc Godard'dan "Film Socialisme", Werner Herzog'dan "My Son, My Son, What Have Ye Done", İzlandalı Balthasar Kormákur'dan "Inhale", "Jeux d'enfants"ın yönetmeni Yann Samuell'den "L'age de raison", animasyon sevenlere "Illusionist" ve eşcinsel sinemasının son harikası "Kaboom" gibi filmler de yer alıyor.

thebalkabaa feat. Starbucks

Tanıyanlar da, bu blogu okuyanlar da bilir Starbucks'ın en önemli lovemark'ım olduğunu... İşte o çok sevdiğim ve taptığım Starbucks, öyle bir şey yaptı ki, sevgimi ne denli hak ettiğini gösterdi.


Her şey Starbucks'ın yeni dönem ürünlerini çıkarması ile başladı. Yeni dönem, artık Yaz sezonunun kapanması, en sevdiğim çekirdek kahve Tanzania'nın raflardan kalkması ve frappucino'dan uzaklaşmam anlamına geliyordu. Pek sevmediğim bir dönemdi kısacası sonbahar dönemi. Starbucks'ın bu sonbahar için seçtiği tema karameldi. Her yerde caramel macchiato reklamları ve yeni çıkmış ve çok lezzetli olan bir Karamel Dolgulu Muffin çılgınlığı görülmekteydi. Ve ben bu dönemin ilk günlerinde bir Starbucks'tan çıkarken balkabağı şeklindeki mug'ı gördüm.

Adı thebalkabaa olan birinin bu mug ile yakından bir ilişki kurmaya çalışmaması ve bu konuda bir espri yapmaması aptallık olurdu. Ben de tweetledim: "@StarbucksTR balkabağı şeklinde mug çıkarmış. Artık nick nedeniyle bi indirim yaparlar." Starbucks'ın bu espriyi ciddiye almasını ise açıkçası hiç beklemiyordum.

Pazartesi günü, ofise gelen bir kurye adımı söylediğinde, pek arayanı soranı olmayan biri olarak şaşırdım. Kuryenin elinde bir Starbucks torbası vardı. Önce evdekilerin bir şey yolladığını, bula bula da Starbucks torbası bulduklarını düşündüm.

Ama paketten bir kart, bir paket Guatemala Antigua çekirdek kahve ve balkabağı şeklindeki o mug çıktı. Kartta şunlar yazıyordu:

"Sayın Emre Eminoğlu,

Yeni döneme özel kupamızda kahvelerinizi keyifle içeceğinizi umuyoruz. Starbucks kahve keyfinizin her zaman daim olması dileği ile...

Saygılarımızla,

Starbucks Coffee Türkiye"

Uğradığım şok, bir süre sonra kendini kahve keyfine bıraktı. Teşekkür ederim! :)

14 Eylül 2010

Geleceğin Ustaları #1: Emircan Soksan

Sanatın farklı alanlarında yıllardır emek veren, eserler yaratan genç isimler onlar. Önümüzdeki yıllarda isimlerini çok önemli yerlerde duyacağımıza emin olduğum isimler. Onları geleceği beklemeden size tanıtmayı amaçlayan "Geleceğin Ustaları" röportaj serisinin ilk konuğu Emircan Soksan.

1991 doğumlu Emircan, 10 yıldan fazladır elinde tuttuğu fotoğraf makinesini sanat için kullanmayı çoktan öğrenmiş bir fotoğrafçı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğrencisi olsa da, asıl tutkusu olan fotoğrafçılık ile ilgili gitgide daha sağlam adımlar atıyor. Özellikle son bir yıl içinde yarattığı fotoğraf serileri ve videoları ile şimdiden belli bir renk, tarz ve çalışma düzeni yakalamış durumda. Moda blogger'ı Ozan Alçın tarafından "Sürüden uzak bir koyun." olarak tanımlanmış olan Emircan Soksan, yağmurlu bir pazar günü white-chocolate-mocha eşliğinde sorularımı yanıtladı:

Şehir ve Bölge Planlama okuyorsun. Bu bilinçli bir tercih miydi, yoksa ÖSS kurbanı mısın? Memnun musun bu tercihinden?
Mimarlık okumak istiyordum ama asıl amacım Mimar Sinan’da okumaktı ilk başta. Herhangi bir bölüm olabilirdi. Şehir ve Bölge Planlama diye bir bölüm olduğunu bilmiyordum, sayısal okumuş olduğum için Mimarlık diyordum. Puanım yetmeyince fark ettim öyle bir bölüm olduğunu. ÖSS kurbanı gibi oldum ama sonuç güzel oldu. Memnunum.

Sosyal medyayı çok iyi kullandığını görüyorum. Bu ne derece faydalı oluyor senin için?
Sonuçta çalıştığım bir dergi vs. yok. O yüzden internet ortamında yayılıyor çalışmalarım. Haliyle eğer sen bir yere yazarsan, oradan başka birileri görüyor ve bu şekilde görmesi gereken insanlara ulaşıyor. Editörler, tasarımcılar… Onlara daha kolay ulaşabiliyorsun sosyal medyadan. Çok faydalı yani… Aralarında en fazla insana ulaştığım ise Facebook. Twitter’ı severim ama, Facebook’ta daha geniş bir çevrem var.


İlk çektiğin fotoğrafı hatırlıyor musun?
Hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle çek-at makinelerle çektiğim bir fotoğraftır. 5 yaşında beri elinde makine olan bir insan olduğum için hatırlamıyorum gerçekten, imkanı yok. Genelde çok özel şeyler olur, ama benimkinin özel bir şey olduğunu da sanmıyorum açıkçası.

Deviantart’a sanatsal fotoğraflar çekme kaygısıyla mı girdin, yoksa zaten çektiğim fotoğraflar var, burada yayınlayayım diyerek mi?
Zaten bir şeyler çekiyordum. Ama bundan birkaç yıl önce, deviantart herkesin girdiği, girmeye cesaret edebildiği bir site değildi. Daha kendimizi tutarak, elimizdekileri eleyerek girmeye çalışıyorduk biz de. Uzun bir süre bekledik, daha iyi olmaya çalıştık. Ben sonuçta 2007’de başlamadım fotoğraf çekmeye. Zamanı gelince bir arkadaşımla beraber açtık hesaplarımızı, çektiğimiz şeyleri paylaşmaya başladık. Sanatsal kaygım, bir renk kaygım, görsel bir kaygım tabii ki, her zaman var.

Fotoğraf çekmek için bulunduğun en ilginç yer neresi?
Eminönü’nde bir harabe, eski bir iş hanı. Üst katlar kullanılmıyor, alt katlar da depo olarak kullanılıyor. İnanılmaz bir yerdi. Fare ve kuş ölüleri arasında çekim yapmamız dışında harika bir mekandı. “La Ritournelle” serisinin çekimlerini orada yapmıştım. Çok da beğenilmişti, çok ilginç bir mekandı. Birçok fotoğrafçı o mekanı sormuştu bana sonrasında.

İlk modelin kimdi?
Neslihan’dı. (Balcı) Hala da beraber çekim yapmaktan zevk aldığım bir arkadaşım. Hep yanımda olan, abuk subuk fikirlerime destek veren bir arkadaşımdır aynı zamanda. Hiçbir zaman “Saçmalama!” dememiştir bana. O yüzden ilktir ve daima da olacak.

Modellerini yakın çevrenden mi buluyorsun, modellerinin seni bulduğu oluyor mu?
Eskiden yakın çevremden bulurdum - bulabilirdim, artık daha çok dışarıda görüp de ilgimi çeken insanları kullanmaya çalışıyorum. Genelde beni takip edenlerden oluyor onlar da zaten. Talep edenleri seçmekten çok kendi isteğime göre hareket ediyorum açıkçası model seçiminde. Çoğu zaman da internette dikkatimi çeken insanlarla irtibata geçiyorum.

Son fotoğraf serilerinin hepsinde backstage fotoğrafçısı kullanıyorsun. Bunun amacı nedir?
Açıkçası biraz insanları heyecanlandırmak istiyorum. Show business mantığım var benim biraz. Bir şey yapıyorsan, onu insanlara mal ediyorsan, onu gösteriyorsan, onları sonuna kadar tatmin etmen lazım. Tamam, sanat yapıyorsun. En azından ben öyle yapma çalışıyorum. Ama bu sanatı yaparken, fotoğraflarımı görecek olan insanları da benle aynı yolculuğa çıkarmak istiyorum. Olayı yaşatmak için de backstage fotoğrafçısı kullanıyorum.

Fotoğraf çekmeye başladığından beri geçen zamanı parçalara ayırsan, dönüm noktası ya da dönüm noktaları ne olurdu?
İlk dönüm noktası deviantart’ı açışım olurdu. İkinci dönüm noktası Facebook Sayfası, üçüncü de video yapmaya başlayışım. Video yapmaya başladıktan sonra tamamen farklı bir boyut kazandı yaptığım işler. Hatta bazı yerlerde “videographer” olarak geçiyor adım.

Videolar araç mı, amaç mı senin için? Yani, stop-motion bir video hazırlamak için mi fotoğraf çekiyorsun, yoksa çektiğin fotoğrafları sergilemek için onları stop-motion video haline mi getiriyorsun?
Değişiyor. Örneğin “Pagan Poetry”de amaç videoydu. Daha sonra ise bazı çalışmalarımda, çekimlerimde araç olarak kullandım videoyu. Ama gelgelelim yakında tamamen amaç olmaya başlayacak galiba. Zaten filmde fotografik yaklaşımlara karşı bir tutkum vardı, video işi de beni fazlasıyla tatmin ediyor şimdilik.

İleride görüntü yönetmenliği ya da film yönetmenliği yapmak istiyor musun?
Düşünüyorum. Noktadan çizgiye geçmek gibi bir şey bu… Fotoğrafla başlıyorsun, kısa videolarla devam ediyorsun. Sonraki adım sinema oluyor. Benim de o yönde ilerleyebilir.

Sinema ve fotoğraf sanatlarının yakınlığı hakkında ne düşünüyorsun?
Klişe bir cevapla, sonuçta filmler fotoğraflardan oluşuyor. Ben de inanılmaz dikkat ediyorum buna film izlerken. Fotografik öğeleri ön planda olan filmler benim için her zaman daha iyidir. Sonuçta eğer sen anlatmak istediğini görüntüye aktarıyorsan, o görüntüler değerli olmalı. Aynı şeyi hikaye yazarak da anlatabilirsin çünkü. O yüzden fotoğraf ve sinema asla ayrılamayacak iki şey.
Kişisel zevklerine göre ve sanatçı gözüyle en beğendiğin filmler hangileri?
Çok klişe, herkesin söyleyebileceği filmler geliyor aklıma. Sanatçı olarak… Ben Fransız filmlerini çok sevdiğimden “Amélie” demek istiyorum. Yeri benim için ayrıdır. Görsellik benim için filmlerde çok önemli. Hatta filmi seyrederken hikayeyi kaçırdığım olabiliyor, görüntülere takılıyorum. “Amélie” de benim renklerimi etkilemiş bir filmdir. Kişisel olarak ise çok fazla film var. Müzikal filmleri çok severim örneğin. En kötüsünü bile izlerim. Ama “Moulin Rouge!” ve "Nine", hem fotografik açıdan, hem de müzikleri ile önemlidir benim için.

Müzikten ilham alıyor musun? Ne tarz müzikler dinliyorsun?
Tabii ki… O gördüğün bütün çekimler daha önce dinlediğim bir müzikten çıkmıştır. Zaten belli de oluyordur. Hepsi öyle. Bir müzik dinlerim, direkt olarak aklımda bir tema canlanır. O müziğe uyacak şekilde devam ederim. Genellikle çıkış noktamdır müzik. Daha sonra fotoğraf çekerim. Eğer o fotoğraflardan bir video yapacaksam da, çıkış noktası olan müziği kullanırım. Bu aralar genellikle daha duyulmayan şeyleri dinlemeye çalışıyorum. Hiç ortada olmayan alt grupları… Yeni çıkan ama altyapısı sağlam, müzikal kaygısı ağır basan grupları… Bu aralar böyle. Genelde de çok değişiyor. Bazen Morissey dinlerim mesela, romantik hissediyorsam Nouvelle Vogue dinlerim, biraz daha hareketliysem Little Boots dinlerim. Erykah Badu ile aram iyidir. Lounge ve chill out müzik her zaman bir numaram.

Modanın hayatındaki yeri nedir?
Moda benim için sadece bir araç. Sürekli işbirliğinden bahsediyorum. Eğer bir fotoğraf çekiyorsan, o fotoğrafın içinde olan her şey fotoğrafa bir zenginlik katmalı. Bir boşluk ya da harabe bile olabilir bu… Moda da benim için çalışmalarıma zenginlik katan bir araç. O yüzden de modayla, moda alanında çalışan insanlarla sürekli işbirliği yapıyorum.

Kendini moda fotoğrafçısı olarak görmüyorsun o halde?
Moda fotoğrafçılığı yapıyorum. Ama ben her şeyi çekiyorum. Yeri geldiğinde belgesel fotoğrafçısı da oluyorum, yeri geldiğinde spontane şeyler çekiyorum. Ama bu aralar moda fotoğrafçılığı üzerine daha çok çalışıyorum. Çünkü hala kendimi geliştiriyorum, hala yeni şeyler görüyorum ve denemek istiyorum. Bu da tatmin ediyor beni.

Türkiye’de moda fotoğrafçılığının ne düzeyde olduğunu düşünüyorsun?
Çok orijinal değiliz bence. Hiçbirimiz değiliz. Hepimiz birilerinden ilham alıyoruz. Ama bu orijinalliği öldürmemeli. Türkiye’den birinin çektiklerini yabancı bir fotoğrafçınınkilerle karıştırabiliyoruz. Elbette ilham alacağız ama; özgün olan, kendini ayırt ettiren fotoğrafçı çok az Türkiye’den. Birkaç isim var sık takip ettiğim. Koray Birand, zaten dünya çapında çalışan bir isim; kendi çizgisi var. Bir fotoğrafını gördüğümde Koray Birand fotoğrafı diyebiliyorum. Akif Hakan Çelebi… Onun da fotoğraflarını gördüğümde renklerinden tanıyabiliyorsun. Olması gereken de bu.


Türk moda blogger’ları hakkında ne düşünüyorsun?
Çok iyi moda blogger’ları, bu işe emek veren isimler var. Bütün gün işyerinde çalışıp, akşamdan sabaha kadar da post yazmaya çalışanlar var. Ama o kadar çoklar ki, kötü olanlar onların da üstünü kapatabiliyor. Bazıları sadece popüler olmak için bu işi yapmak istiyor. Sonuçta moda da popüler bir şey, haliyle popüler olmak için çabalıyorlar. Ama iyi olanlar, dünya standartlarında olanlar var, onlara haksızlık edilebiliyor. Destekliyorum kendilerini, çoğu arkadaşım zaten.

Çektiklerin arasından yalnızca tek bir kareyi kurtarma şansı verseler, hangi fotoğrafını seçerdin?
Çok kötüsün, çok zor bir soru bu. Direkt olarak bir fotoğrafın ismini veremem, ama bir seriden seçmem gerekirse o “Pagan Poetry” olurdu. O serinin benim için ayrı bir önemi var, çok farklı bir yola girdim onunla.

Bundan sonra ne var?
Öyle çok büyük hedeflerim henüz yok. Zamana bırakıyorum bazı şeyleri. Ben bunu bile planlamıyordum. Böyle her şeyin çığırından çıkacağını, bu işi bu kadar büyüteceğimi tahmin etmiyordum. Benim için de şaşırtıcıydı çoğu şey. Bu kadar insanın ilgileneceğini düşünmüyordum gerçekten.

Backstage Fotoğrafı: Ozan Eicher,
Diğer Tüm Fotoğraflar: Emircan Soksan

12 Eylül 2010

Efsane Sergi, Efsane İstanbul


Bu şehirde, İstanbul'da, akılalmaz bir tempo ile yaşarken çoğu zaman unuttuğumuz birkaç gerçek var: Bundan 8,000 yıl öncesinde de bu şehirde yaşandığı, bu şehrin iki imparatorluğa başkentlik yaptığı, bu şehir uğruna milyonlarca insanın öldüğü ve bu şehrin her tarafından tarih fışkırdığı. Ne yazık ki, tarihinin değerini bilmeyen, üzerini baraj sularıyla ya da kum tepeleriyle örtmeye çalışan bir ülkede yaşadığımızdan; bu gerçeklerin de arada bize hatırlatılması gerekiyor. Ve Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, şehrin Avrupa'ya kültür başkentliği yaptığı bir yılda en iyi şekilde yapıyor bu hatırlatmayı. Süresi uzatılarak 26 Eylül'e kadar gezilebilme imkanı süren "Efsane İstanbul: Bizantion'dan İstanbul'a Bir Başkentin 8000 Yılı" adlı sergi ile...

Bizantion, Nea Roma, Constantinopolis, İstanbul... Birçok isim eskitmiş bir şehrin, yaşlı bir şehrin hikayesini çok güzel anlatıyor; fakat içeriği bir yana, sunuşun ne denli önemli olduğunu anlamamızı sağladığı için önemli "Efsane İstanbul" Sergisi. Müzenin müdürü de olan küratör Nazan Ölçer, gerçekten sadece eserlerden ibaret olmayan bir sergiye imza atmış. Işıklandırması, müzik kullanımı, aynalı duvarları, yapma kubbesi, antik duvarları ve girişte sizi karşılayan o harika video ile tam bir İstanbul tarihi deneyimi yaşamanız mümkün kılınmış. Daha önce iki kez ziyaret ettiğim İstanbul Arkeoloji Müzesi'nden getirilmiş, fakat hayatımda ilk kez gördüğüme emin olduğum eserlerin dikkatimi çekmesi ve sunuşu; devletimizin müzecilik anlayışının ne kadar baştan savma olduğunun, özel müzelerin ise bu işi ne kadar iyi yapabildiğinin kanıtı gibi.

"Efsane İstanbul", 8,000 yılın hikayesini anlatan, çok iyi hazırlanmış bir video ile başlıyor. Videoyu gerçek ağaç kütükleri üzerinde oturarak izliyorsunuz ve sergiye giriş yaptığınızda 8,000 yıl öncesinin eserleri karşılıyor sizi. Hadi Yenikapı'nın antik bir liman olduğunu biliyorduk, ama benim hayatımda Kadıköy minibüsleri ile geçilen varoş bir semt olması dışında hiçbir önemi olmayan Fikirtepe'nin İstanbul'un ilk yerleşim yerlerinden biri olduğunu kaç kişi biliyordu? Silahtarağa Çeşmesi adı verilen arkeolojik harikanın bugünün Bilgi Üniversitesi'nin Santral kampüsündeki kazılardan çıkarıldığını kim duymuştu ya da?

Bizans sütunları, büstler, heykeller... Derken alt kata iniyorsunuz ve 4. Haçlı Seferleri sırasında yağmalanan Constantinopolis'ten Venedik'e kaçırılan, daha önce San Marco Basilicası'nı ziyaret ettiyseniz tanıdık gelecek olan atlar karşılıyor sizi. Bu katta işler daha da çığrından çıkıyor. Altın giriyor işin içine çünkü, değerli taşlar giriyor. Bizans mozaikleri, ikonaları, takıları göz kamaştırıyor. Topkapı Sarayı'ndan getirilmiş Arapça bir İncil dikkat çekiyor. "Galata Kulesi'nin Çanı" ya da (aslında yine İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan) "Haliç'i Kapatan Zincir" ibarelerini görüp şoka uğruyorsunuz.

Orta katın alamet-i farikası ise ne o çan, ne de o zincir... Tek bir oda yetiyor. "İstanbul'un Kubbeleri" diyor duvardaki posterin başlığı. Ve odanın ortasındaki yapay kubbenin altına kurulup, İstanbul'daki kilise ve camilere ait yirmiye yakın kubbeyi çok iyi seçilmiş bir müzik eşliğinde tavanda izliyorsunuz. Aya İrini'ye o kadar konsere gidip, kubbesinin ortasındaki figürleri fark etmemiş biri olarak söylüyorum, gözünüzün önündekini daha iyi görmenizi sağlayabilir o oda. Duvarlarda ise İstanbul'un üç ayrı çağına ait panoromik görüntülerini inceleyebiliyorsunuz. -ki o günümüz İstanbul'u fotoğrafı, gerçekten harikaydı.

Serginin en alt katında ise çoğunlukla Topkapı Sarayı'ndan getirilmiş eserler, saray yaşantısını anlatan araç-gereç, süs, mektuplar, silahlar, kıyafetler, müzik aletleri ve tablolar sergileniyor. İstanbul ile ilgili bir sergide Fausto Zonaro tabloları görmemek olmazdı, tabii ki böyle bir hata da yapmamışlar. Alt katın en çok dikkat çeken eseri ise Tanzimat Dönemi'nden devasa bir sayeban (gölgelik).

Sergide Vatikan'ın özel koleksiyonundan, dünyanın birçok ülkesinin birçok müzesinden (İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Vatikan, Macaristan, Yunanistan, Avusturya, Belçika, Hollanda, İrlanda, Katar, Portekiz ve Rusya) ve İstanbul'un kendi müzelerinden getirilmiş 500'e yakın eser görmek mümkün. Halen vaktiniz varken, hele ki kendinize İstanbullu diyorsanız, sakın kaçırmayın!

1 Eylül 2010

VI. Leyla Gencer Şan Yarışması

İlk kez 1995 yılında ülkemizin yetiştirdiği en büyük soprano, birçok genç operacının eğitiminde emeği olan Leyla Gencer'in adına düzenlenmeye başlanan ve bu yıl İKSV ve La Scala Tiyatrosu Sahne ve Gösteri Sanataları Akademisi Vakfı tarafından 6.sı gerçekleştirilen Leyla Gencer Şan Yarışması 26 Ağustos 2010'daki finali ile sona erdi.

Mayıs ayında Milano, Berlin ve İstanbul'da gerçekleşen ön elemelerden sonra yarışma 21 Ağustos'ta İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda resmen başladı. Elemelere katılan 119 kişiden 40'ı yarışmaya katılmaya hak kazanırken, bu şancıların 14 ayrı ülkeden oluşu dikkat çekici. 22 ve 23 Ağustos'taki Çeyrek Final ve 24 Ağustos'taki Yarı Final basamakları sonrası 9 yarışmacıyı 26 Ağustos'ta Aya İrini'de düzenlenen Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve Şef Gürer Aykal eşlikli final gecesinde izleme fırsatı bulduk.

Jüri Başkanı Pier Luigi Pizzi, üyeleri ise Gürer Aykal, Renato Bruson, Yekta Kara, Gianni Tangucci, Luca Targetti, Vincenzo de Vivo gibi hepsi de birbirinden efsanevi isimlerdi. Finalistler ise şöyleydi: Soprano Pervin Çakar, Soprano Esra Çetiner, Bariton Bahadır Noyan Coşgun, Soprano Adelina Diaconu (Romanya), Bariton Kartal Karagedik, Mezzo-Soprano Anna Lapkovskaja (Beyaz Rusya), Soprano Aylin Sezer, Soprano Sirel Yakupoğlu ve Soprano Pretty Yende (Güney Afrika).

Organizasyon gerçekten kusursuzdu. Sunucu Halit Ergenç'in sahnedeki varlığının da, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve Şef Gürer Aykal'ın yarışmacılarla olan uyumunun da, 2008 kazananı Nazlı Deniz Boran'ın aryalarının (Gece Kraliçesi'nin aryasını söyledi daha ne yapsın) da gecenin bu kusursuzluğundaki payı büyüktü. 30 kişinin klişe konuşmalar yapmadığı, final heyecanı, ödül töreni heyecanı ve konser profesyonelliğinin içiçe yaşandığı, kalitesi yüksek bir geceydi. (Yekta Kara'nın yelpazesini ise gecede göremedim.)

Gecenin ilk yarısında finalistler birer birer sahne almaya başladı. Favorilerim sırasıyla Pretty Yende, Anna Lapkovskaja, Kartal Karagedik ve Sirel Yakupoğlu olmuştu. 2. yarıda ise önce Nazlı Deniz Boran'ı dinledik, daha sonra ise ödül törenini izledik. Jürinin değerlendirmesi ile dereceye giren finalistler 1. Pretty Yende, 2. Kartal Karagedik, 3.ler ise Anna Lapkovskaja ile Pervin Çakar oldu. Jürinin seçimin çok kolay olduğunu söylemesinden, ve zaten benim 'bile' çoğu dereceye gireni doğru tahmin etmiş olmamdan anlaşılacağı gibi çok yerinde kararlar verildi yarışmada.


Hayatımda ilk kez zenci bir soprano dinledim ve kendisine hayran kaldım. Yende'nin söylediği arya da ilk kez duyduğum ve beni büyüleyen bir aryaydı: Jules Massenet'nin Manon'undan "Suis je gentile ainsi"... Birincilikle ödüllendirilen Pretty Yende, önümüzdeki yıl 40. İstanbul Müzik Festivali'nde Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın solisti olarak tekrar İstanbul'da olacak. O sesi tekrar dinlemek için sabırsızlanmaktayım.

Katkılarından dolayı sevgili Emre Erbirer'e teşekkürlerimi sunarım.