31 Temmuz 2010

XXIX. Günümüz Sanatçıları Sergisi


22 Temmuz - 28 Ağustos tarihleri arasında Akbank Sanat'ta görülebilecek olan 29. Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi, günümüz Türk sanatçılarının eserlerinden ufak bir seçki sunuyor ziyaretçilerine. Katılacak eserler ve sanatçılar 150'den fazla eser arasından küratörler Marc Gloede ve November Paynter tarafından seçilmiş. Beyoğlu Akbank Sanat'ın iki katındaki geniş bir alanda yalnız ve izole duran eserler arasında çok farklı malzemeler ve fikirler kullanılarak yapılmış eserler bulunuyor.

Sergide eserleri bulunan sanatçılarımız Nermin Adanır, Tansu Akmansoy, Hasan Salih Ay, Müge Bilgin, Gülderen Depas, Ferit Furuncu, Sibel Horada, Aslıhan Özdemir, Emrah Şengün, Ayşe Topçuoğulları ve Deniz Üster. Bu eserler arasında geçirdiğim süre boyunca anladığım şey ise, modern sanatın bazı türlerine (örneğin deneysel videolar) sıfır toleransım olduğu.


Sergide yer alan eserler arasında en çok etkilendiğim Müge Bilgin'in mekanikleşmiş ve kirlenmiş bir dünyanın en iyi görülebildiği mekan olan otoparkları remsettiği tablo serisi "Şehir" oldu. En ufak detayına kadar yüzlerce otomobili görebildiğimiz, renksiz, cansız ve insansız tablolar bunlar.

İkinci sıramda ise Ayşe Topçuoğulları'nın "Sakız Şişirenler" adlı triptiği yer alıyor. Bir çocuk, bir adam ve beyaz bir küreden oluşuyor bu eser. Küratörlerin açıklama metninde, gayet haklı bir şekilde Bosch'un "Dünyevi Zevkler Bahçesi"ne benzetilmiş.

Sergide ayrıca gitmek, taşınmak, yanında götürmek gibi temaları işleyen Hasan Salih Ay eseri "Çekip Gitmek" ve Aslıhan Özdemir'in çocukluğumuzun Ayşegül kitaplarını hatırlatan kolajları "Cangıl" ve "Kuşlar" da görülmeye değer.


İstanbul'un en merkezi yerinde, üstelik ücretsiz olan bu sergiyi kaçırmayın!

29 Temmuz 2010

En İyi Film Afişleri: 2009

Film afişleri, film hakkında minimum ipucu vererek, minimum ünlü oyuncu kellesi göstererek, filmi en iyi şekilde tanımlamalıdır bence ve bunu bazen bir sanat eserini andıran tasarımıyla, bazen 'tagline'ı ile, bazen de sadeliğiyle yapmalıdır. Her sene çekilen yüzlerce filmin afişi arasında, çok azı bunu tam olarak yapabiliyor ve böyle takdire layık olanları bazen gerçekten iyi filmlere ait oluyor. Her zaman mükemmel bir afiş (bırakın iyiyi) ortalamanın üstünde bir filmi müjdelemese de; gerek filmler hakkında bir ön bilgi, gerekse bir oda süsleme gereci olarak önem verdiğim birer sinema ögesi film afişleri.



En İyi Tagline'lar 2009:

1. "No goats, no glory." - Men Who Stare at Goats: Yılın en absürd filmlerinden olan "Men Who Stare at Goats", bana göre 2009'un en iyi tagline'ına sahip olmakla kalmadı, bu tagline'ı yılın en iyi afişlerinden biri üzerinde kullandı. George Clooney, Jeff Bridges, Ewan McGregor ve Kevin Spacey gibi isimlerin yanında poz veren keçi; filmdeki keçi esprisine yakışır nitelikteydi. "No goats, no glory." şeklindeki tagline ise, hem kalıplaşmış bir söze yaptığı göndermeyle, hem de bu keçi esprisini sürdürebilmesiyle afişi ilk gördüğümde dakikalarca gülmeme neden oldu.

2. "The Story of a Man Ready to Make a Connection" - Up in the Air: Jason Reitman'ın George Clooney'li filmi "Up in the Air", havaalanları, bağlantı uçuşları ve insan ilişkileri üzerine çok beğendiğim bir film olmuştu 2009'da. Tek bir cümleyle film ve karakteri hakkındaki tüm ipuçlarını vermek böyle bir şey olsa gerek.



3. "Contains Strong Real Sex, Bloody Violence and Self-Mutilation" - Antichrist: 2009'un en çok tartışma yaratan filmlerinden Lars von Trier imzalı "Antichrist", rahatsız edici unsurları nedeniyle tabii ki 18+ olmayı hak etmişti. Fakat filmin afişlerinden biri bu yasağı avantaja çevirmeyi bildi. Bu durumu küçük puntolarla bildirmek zorunda oldukları için bildirmeyi değil, "yasaklanan merak uyandırır" düşüncesiyle, gururla ve büyük puntolarla afişe taşımayı seçtiler. Gayet de etkileyici oldu bence.



4. "See It with Someone You ****" - Girlfriend Experience: Steven Soderbergh'in son filmini görmedim. Fakat afişin üzerinde yazan bu cümle o kadar merak ettirdi ki filmi, en kısa zamanda izlemeyi düşünüyorum. Bu da tagline'ın başarısı için yeterli bir kriter olmalı.



5. "Here Comes the Bribe" - Proposal: Kelime oyunlarını seviyorum. Hele ki afişin üzerinde zorlama değil, zekice duruyorlarsa. Bu kadar.



En İyi Film Afişleri 2009:




1. "Inglourious Basterds": Yılın en iyi filmlerinden birinin afişi de yılın en iyi afişiydi bana göre. Filmin o alaycı meydan okuma temasını, esprisini, Tarantineskliğini, şiddetini, kısacası tüm atmosferini, tek bir surat kullanmadan sadece objelerle verebilen bu afiş; daha önce "In Bruges" ve "Jarhead" gibi işleriyle beğenimi kazanmış olan Empire Design'ın tasarımı. Ayrıca 3'lü bir serinin parçası, ama bıçaklı ve tüfekli versiyonlarının yanında sopa gibi bir ilkel silahı kullandığından, en çok dikkatimi çeken bu hali oldu.



2. "Moon": Duncan Jones'un ilk filmi "Moon" düşük bütçeli bir bilimkurgu olarak yılın en dikkat çekici yapımlarından biriydi. Prodüksiyonunda bu kadar minimalist olan bir filmin, afişinin de çok gösterişli olmasını bekleyemezdik tabii ki. "Moon"un afişi, film gibi göz yanıltıcı, basitliği ile göz ve zihin yoran bir afiş. Örneğin sol üst köşedeki Sam Rockwell yazısının altındaki gölgeler bir göz yanılgısı mı, yoksa gerçekten oradalar mı halen emin olmuş değilim. Afişin daha önce ismini hiç duymadığım, portfolyoları kocaman insan kafalı, karmaşık ve çirkin afişlerle dolu olan Cardinal Communications USA imzası taşıması da ilginç olmuş.



3. "Precious": Yılın en bunalım filmlerinden 2 Oscarlı "Precious"ın yağlı boya tablo gibi birer sanat eserini andıran 2 afişinden birini görüyorsunuz. Kırmızı rengin, parçalanmış bir bedenin ve parçaların üzerindeki o ele benzeyen boşlukların neyi simgelediğini anlamak için çok zeki olmaya gerek yok. Genellikle devasa boyutlarda afişlerle, sayıca fazla karakter afişi setleriyle ve büyük prodüksiyonlar için hazırladıkları afişlerle dikkat çeken Ignition Print'ten sanatsal bir çalışma.



4. "Food, Inc.": Yemek yerkenki bilincimizin artmasına neden olan "Food, Inc." de "An Inconvenient Truth" ile başlayan çarpıcı belgesel afişleri furyasına ayak uydurdu. İneğin üzerine barkod yerleştirmek, ergen arkadaşlarımızın sistem eleştirisi olarak vücutlarına yaptırdığı barkod dövmesi fikrinden yola çıkmış olsa da; hem filmi çok iyi anlatan, hem de çarpıcı bir görüntü. Afişte "An Inconvenient Truth" ve "Happening" gibi iki süper afişin de tasarımcısı olan The Ant Farm imzası var.


5. "Ugly Truth": Çok basit bir fikir, çok minimalist bir afiş. Kadınlar ve erkekler bu kadar iyi özetlenemezdi. Afişin oyuncularla olan versiyonları da mevcut, fakat serinin bu parçası gösteriyor ki, iyi bir afiş için ne Gerard Butler'a, ne de Katherine Heigl'a gerek var. Afişin tasarımcısı, Ignition Print.

26 Temmuz 2010

1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin Ardından

Bu yıl, İstanbul Devlet Opera ve Balesi ile İstanbul 2010 Ajansı'nın katkılarıyla, İstanbul'un yeni bir yaz festivali oldu: 1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali, 2-23 Temmuz arasında, opera binası olmayan Kültür Başkentimiz'in operaseverlerini 8 operanın 18 temsili ile buluşturdu. Mekanlar arasında Topkapı Sarayı, Yıldız Sarayı ve Rumelihisarı gibi tarihi mekanların da olduğu bu festival ülkemiz kültür/sanat dünyası için de devamını umduğumuz önemli bir adım oldu.

Festival programında Rossini'nin "Fatih Sultan Mehmet" ve "Sevil Berberi", Verdi'nin "Aida", Haendel'in "Imeneo", Mozart'ın "Saraydan Kız Kaçırma" ve "Zaide" operaları ile iki modern operaya yer verildi. ("Duvara Karşı" - Vollmer ve "Köroğlu" - Hacıbeyli). İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya ve Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin yanısıra Berlin Operası, Bremen Operası ve Türksoy Ortak Yönetimi kadrosunun da programda yer alması da festivalin "uluslararası" kısmıydı.

Yekta Kara'nın yönetiminde yola çıkan festivalin tanıtım anlamındaki başarısına değinmek gerekiyor öncelikle. Halktan uzak olarak tanımlanan opera sanatını halkla iç içe gösteren ünlü isimlerin yer aldığı afiş ve televizyon reklamları; biraz olsun operayı geniş kitlelere tanıtmayı başardıysa ne mutlu o reklam ajansına. Benim favorilerim Yetkin Dikinciler'in Fatih Sultan Mehmet kostümü ile Sultanahmet'te gençlerle nargile içtiği "Fatih Sultan Mehmet" temalı afiş ve Beyaz'ın Figaro kostümü ile bir vatandaşımıza sakal traşı yaptığı "Sevil Berberi" temalı afiş oldu bu reklam kampanyasında.

Ulaşılabilir bilet fiyatları (en azından diğer yaz konser ve festivallerinin biletlerine kıyasla) ve harikulade mekan seçimi ile de heyecan vericiydi bu ilk festival. Diğer yandan Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi'ndeki yöneticiliği nedeniyle pek sempati duyamadığım Yekta Kara'nın kriz yönetimi konusundaki başarısı ve ortaya çıkan bir "ilk" festivalin genel başarısı da kendisine çok daha saygı ve sevgi duymamı sağladı. "Sevil Berberi"nin ilk temsilinde uvertür sırasında başlayan sağanak yağmur nedeniyle yarım saat gibi kısa bir sürede temsilin ertesi geceki temsil ile birleştirilerek Haliç Kongre Merkezi'ne taşınması ve tüm seyirci ve bilet düzeninin sorunsuz bir şekilde halledilmesi gibi zor bir işi anında çözmek örneğin.. (Yekta Kara'nın bu ayki Milliyet Sanat'ta yer alan röportajını okumanızı da tavsiye ederim.)

"Gegen die Wand" (Duvara Karşı), Ludger Vollmer, Bremen Operası - Rumelihisarı: Festivalde gittiğim iki operadan ilki Fatih Akın'ın 2004 yapımı efsanevi Türk-Alman kültürel karmaşasını konu alan harikasının opera uyarlaması oldu. Fakat uyarlama için harika demem ne yazık ki mümkün veya söz konusu değil. Çünkü bir daha modern opera izlememeye tövbe etmeme neden olan, ilk yarısında seyircinin önemli bir yüzdesinin mekanı terk ettiği, dekoru sıfır (Rumelihisarı'nın küçüklüğünden kaynaklanıyor olabilir) bir prodüsiyon söz konusuydu. Besteci Vollmer, Türkiye'ye gelip gördüğü her enstrümanı büyük bir maymun iştahlılıkla beğenip eserine dahil etmek istemiş gibi bir hava mevcuttu eserde. Bildiğimiz, klasik operalardan alıştığımız türden aryaların mevcut olmaması da beni hayli uzak tuttu eserden. İzleyiciler arasında Genco Erkal ve Meral Çetinkaya'nın dikkatimizi çektiği "Duvara Karşı"dan, ne yazık ki son anda aldığımız bir kararla ikinci perdeye kalamadan çıktık biz de.


"Il barbiere di Siviglia" (Sevil Berberi), Gioacchino Rossini, Berlin Operası - Haliç Kongre Merkezi: Harbiye Açıkhava'da donumuza kadar ıslandıktan sonra, orkestranın da ıslanması sonucu, yukarıda bahsettiğim kriz yönetimi becerileri ile başka bir gün ve başka bir mekanda buluştuk dünyaca ünlü Berlin Operası ile. Hayatımda gördüğüm en gösterişli, en iyi opera prodüksiyonuydu. Sahnede eşekler, traktörler, devasa dekorlar, arabalar, her yerden çıkan insanlar, süper bir kadro, esprilerle bezeli bir sahneye koyma ve hayat vardı. Genç olması gerekenler genç, yaşlı olması gerekenler yaşlıydı. Hiçbir yapaylık yoktu. Her ırktan insandan oluşan bir kadro, iyi bir orkestra ve yarı-modernize bir klasik opera... Türkiye'deki operalarda olmayan ve varolan düzenle olması çok zor olan her şey mevcuttu yani sahnede. Halkla iç içe bir opera nasıl oluyormuş, umarım görmüştür Devlet Opera ve Balesi'nin sevgili yetkilileri. Bundan sonra Türkiye'de opera izlemek, benim için daha zor ve daha az tatmin edici olacak bu seviyede bir şeyle karşılaşana dek.


İki çok farklı opera deneyimlediğim bu festivalin de İKSV festivalleri gibi kalıcı olmasını ve İstanbul'da yazı biraz daha renkli kılmaya devam etmesini diliyorum.

21 Temmuz 2010

2010'da Türk Sineması (Nisan-Haziran)

2010, Türk Sineması için gayet verimli bir şekilde başlamış, Ocak-Mart ayları arasında 21 yerli film yaklaşık 12 milyon izleyici çekmeyi başarmıştı sinemalara. Bu rakamlarda ünlü komedyenlerin popüler filmlerinin birbiri ardına kış aylarında vizyona birer bomba gibi düşmesinin etkisi büyüktü. Yılın ikinci çeyreğinde, vizyona giren yerli yapım sayısında fazla düşüş olmasa da (17 film), izleyici sayısı ilk çeyreğin sekizde birine kadar düştü (yaklaşık 1.5 milyon). 13 hafta boyunca, hafta birincileri arasında yalnızca tek bir yerli yapımın yer alması, onun da Mart'tan kalan "Çok Filim Hareketler" olması durumu özetliyor aslında. Yaz aylarının da gelmesiyle, yılın üçüncü çeyreğinin çok daha kötü geçeceğini öngörmek zor değil. (Vizyon takviminin şimdiki haline bakılırsa önümüzdeki 3 ay boyunca yalnızca tek bir yerli yapım vizyona girecek.) Diğer yandan Ekim'de başlayacak yeni sezon ile rakamların tekrar ilk çeyreği yakalayabilme olasılığı da gayet yüksek.

Nisan ayı, Mart ayından yadigâr "Çok Filim Hareketler Bunlar"ın gazı ile başladı. 3 hafta boyunca birinci sırada yer alan film 1 milyon barajını aştı ve yılın ilk yarısının en çok izlenen dördüncü filmi oldu. Ayın ilk haftası vizyona giren "Herkes mi Aldatır?" adlı romantik komedi ise, ikinci çeyreğin en çok izlenen filmi olmasına rağmen yaklaşık 63 bin seyirci ile yetindi. Ayın ilgi çekici sanatsal yapımları, İstanbul Film Festivali'nde yarışan/gösterilen ve festival sırasında/ertesinde vizyona giren "Kosmos", "Bal", "Beş Şehir", "Min Dît" ve "Denizden Gelen" oldu. Hedef kitlesinin filmleri festivalde izlemiş olması sonucu bir hayli düşük seyirci rakamlarına ulaşan bu filmler arasında en başarılısı sanırım Altın Ayı almış olması sebebi ile Semih Kaplanoğlu imzalı "Bal"dı (yaklaşık 32 bin seyirci). Ayın diğer filmleri "En Mutlu Olduğum Yer", "Rina" ve birçok yıldız oyuncudan oluşan kadrosuna rağmen eleştirilerden de seyirci sayısından da beklediğini alamayan "Siyah Beyaz" oldu.

Mayıs ve Haziran ayları boyunca 7 yerli film vizyondaydı. Bunlar arasında en başarılısı, 32 bine yakın seyirci rakamıyla klostrofobik bir gerilim olan "Ev" filmi oldu. Tayfun Pirselimoğlu'nun Berlin Film Festivali'nde de gösterilen yeni filmi "Pus" ve Türk Sineması'nın en önemli yapımlarından "Selvi Boylum Al Yazmalım"ın tamir edilip yenilenmiş versiyonu bu iki ayın en önemli filmleriydi. Diğer filmler: "Takiye: Allah'ın Yolunda", "Son Mevsim: Şavaklar", "Bahtı Kara" ve "Off Karadeniz".

Tartışmasız, ikinci çeyreğin en önemli sinema olayı 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali idi. Festivalde 11 yerli film Altın Lale için yarışırken, 15 kurmaca film de yarışma dışı olarak gösterildi. Altın Lale'yi kazanan film 2009 yapımı "Vavien" olsa da; 2010 yapımlarından "Beş Şehir", "Min Dît" ve "Bal" festivalden ödül(ler) ile ayrıldı. Kürtçe film "Min Dît"'in yönetmeni Miraz Bezar ve kadın oyuncusu Şenay Orak ödüllendirilirken, En İyi Müzik ödülü de bu filme verildi. "Beş Şehir" ile Tansu Biçer En İyi Erkek Oyuncu seçilirken, En İyi Görüntü ödülü de "Bal" filmine gitti. Dönemin ikinci önemli festivali ise Mayıs ayında düzenlenen, bu yıl "kötülük" temasını işleyen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali oldu. Yurtdışındaki 2 önemli festivalde, Cannes Film Festivali ve Tribeca Film Festivali'nde, bu yıl Türkiye temsil edilmedi. Fakat İtalyan sinemasından Ferzan Özpetek imzalı "Mine vaganti"; Alman sinemasından ise Fatih Akın imzalı "Soul Kitchen" ve Feo Aladağ imzalı "Die Fremde" Tribeca'da gösterildi. "Mine vaganti" Jüri Özel Ödülü'ne, "Die Fremde" ise En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu (Sibel Kekilli) ödüllerine layık görüldü.

Ben, 17 filmden 3'ünü İstanbul Film Festivali sayesinde izleme fırsatı buldum: "Bal", "Kosmos" ve "Beş Şehir". Mart ayında Berlinale'den Altın Ayı ile ayrılan Semih Kaplanoğlu filmi, Yusuf Üçlemesi'nin son halkası "Bal", görüntüleriyle, sessizliğiyle, oyunculuklarıyla ve yönetmenin seçimleriyle tam bir sanat eseriydi. "Bal", üçlemenin ilk filmi "Yumurta"dan çok daha başarılı bulsam da, "Süt"ün üzerimde bıraktığı etkiyi bırakamadı. "Kosmos" ve "Beş Şehir" ise en sevdiğim Türk yönetmen ünvanının Reha Erdem'den Onur Ünlü'ye geçmesine neden olan filmlerdi. "Beş Şehir"in senaryo, oyunculuklar, yönetmenin dünyası gibi konularda üzerimde bıraktığı arabesk etkinin yanında, "Kosmos"un deneyselliği bana çok uzak kaldı. Bu 3 film hakkındaki yorumlarıma buradan, festivaldeki "Beş Şehir" gösterimi sonrası yapılan Onur Ünlü söyleşisinden notlara ise buradan göz atabilirsiniz.

Not: Seyirci rakamları boxofficeturkiye.com sitesinden alınmıştır.

17 Temmuz 2010

62. Primetime Emmy Adayları

Çoğumuzun çok sevdiği ve en az Türk dizileri kadar takip ettiği ve geyiğini yaptığı Amerikan dizilerinin ödüllendirildiği, bu yıl 62. kez düzenlenecek olan Primetime Emmy Ödülleri'nin adayları geçtiğimiz hafta açıklandı. (Chopin Özel Haftası nedeniyle gecikmeli olarak yer veriyor olsam da kuru kuru bir liste ile değil, yorumlarımla birlikte karşınızdayım.)

Adaylık rekoru 24 adaylık ile minidizi "The Pacific"te olurken, onu 19 adaylıkla çok sevdiğim müzikal dizi "Glee" ve 17 adaylıkla "yeter artık" dedirten "Mad Men" izledi. Çoğu ana kategoride 6 aday bulunurken, bu adaylıkların arasında her zamanki gibi beni çok sevindiren ve çok üzen durumlar bir arada yer aldı.

Bu yıl kötü bir sezonla ekranlara veda eden "Lost" birkaç yıldır sadece teknik dallarda aday olurken bu yıl En İyi Dizi ve En İyi Erkek Oyuncu dahil 12 dalda adaylık elde etti. İzlediğim en kötü Oscar törenlerinden biri olan "82nd Annual Academy Awards"ın da 12 adaylığı bulunuyor. İkincisine itirazım olmamakla beraber "Mad Men" (17) ve "30 Rock" (15) çılgınlığı sürüyor. Diğer yandan "Fringe" gibi teknik dalların dalağını yarmış olan bir dizinin yalnızca 1 (yazıyla "bir") adaylığı var. "Cougar Town", "Accidentally on Purpose" gibi yeni başlayan kalburüstü komedilerin listede adı hiç geçmiyor.

Ayrıca "FlashForward"ın yayından kaldırılmasına süren itirazlar, aldığı 3 adaylıktan güç alabilir umudu yerleşmiş durumda içime. "Desperate Housewives"ın (1) artık baydığını Akademi de anlamış durumda. Çok sevdiğim diziler "Glee" (18) ve "Modern Family" (14) en fazla adaylık edilen dizilerden olmuş durumda.

Oyunculara baktığımızda Matthew Fox'un (Lost) aldığı adaylık ne kadar sinirimi bozmuşsa Julianne Moore'un (30 Rock) ve Kathy Bates'in (The Office) konuk oyuncu olarak alamadığı adaylıklar da o derece sinirimi bozmuş durumda. Neil Patrick Harris (How I Met Your Mother, Glee), Jane Lynch (Glee, Two and a Half Men), Tina Fey (30 Rock, Saturday Night Live), Christine Baranski (Good Wife, Big Bang Theory) çifter adaylık elde eden isimlerden.

29 Ağustos 2010'da düzenlenecek olan 62. Primetime Emmy Ödül Töreni'ni, Jimmy Fallon sunacak. Yaklaşık bir ay sonra, adayların detaylı incelemeleri ile, Emmy Özel Haftası'nda görüşmek üzere.
Tüm adaylar şöyle:

En İyi Dizi - Komedi
30 Rock / Curb Your Enthusiasm / Glee / Modern Family / Nurse Jackie / Office

En İyi Erkek Oyuncu - Komedi
Alec Baldwin (30 Rock) / Steve Carrell (Office) / Larry David (Curb Your Enthusiasm) / Matthew Morrison (Glee) / Jim Parsons (Big Bang Theory) / Tony Shalhoub (Monk)

En İyi Kadın Oyuncu - Komedi
Toni Collette (United States of Tara) / Edie Falco (Nurse Jackie) / Tina Fey (30 Rock) / Julia Louis-Dreyfus ( New Adventures of Old Christine) / Lea Michele (Glee) / Amy Poehler (Parks and Recreation)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Komedi
Ty Burrell (Modern Family) / Chris Colfer (Glee) / Jon Cryer (Two and a Half Men) / Jesse Tyler Ferguson (Modern Family) / Neil Patrick Harris (How I Met Your Mother) / Eric Stonestreet (Modern Family)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Komedi
Julie Bowen (Modern Family) / Jane Krakowski (30 Rock) / Jane Lynch (Glee) / Holland Taylor (Two and a Half Men) / Sofia Vergara (Modern Family) / Kristin Wiig (Saturday Night Live)

En İyi Konuk Erkek Oyuncu - Komedi
Will Arnett (30 Rock) / Jon Hamm (30 Rock) / Neil Patrick Harris (Glee) / Mike O'Malley (Glee) / Eli Wallach (Nurse Jackie) / Fred Willard (Modern Family)

En İyi Konuk Kadın Oyuncu - Komedi
Christine Baranski (Big Bang Theory) / Kristin Chenoweth (Glee) / Tina Fey (Saturday Night Live) / Kathryn Joosten (Desperate Housewives) / Jane Lynch (Two and a Half Men) / Elaine Stritch (30 Rock) / Betty White (Saturday Night Live)

En İyi Dizi - Drama
Breaking Bad / Dexter / Good Wife / Lost / Mad Men / True Blood

En İyi Erkek Oyuncu - Drama
Kyle Chandler (Friday Night Lights) / Bryan Cranston (Breaking Bad) / Matthew Fox (Lost) / Michael C. Hall (Dexter) / Jon Hamm (Mad Men) / Hugh Laurie (House)

En İyi Kadın Oyuncu - Drama
Connie Britton (Friday Night Lights) / Glenn Close (Damages) / Mariska Hargitay (Law&Order: Special Victims Unit) / Julianna Matgulies (Good Wife) / January Jones (Mad Men) / Kyra Sedgwick (Closer)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Drama
Andre Barugher (Men of a Certain Age) / Michael Emerson (Lost) / Terry O'Quinn (Lost) / Aaron Paul (Breaking Bad) / Martin Short (Damages) / John Slattery (Mad Men)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Drama
Christine Baranski (Good Wife) / Rose Byrne (Damages) / Sharon Gless (Burn Notice) / Christina Hendricks (Mad Men) / Elisabeth Moss (Mad Men) / Archie Panjabi (Good Wife)

En İyi Konuk Erkek Oyuncu - Drama
Dylan Baker (Good Wife) / Beau Bridges (Closer) / Alan Cumming (Good Wife) / Ted Danson (Damages) / Gregory Itzin (24) / John Lithgow (Dexter) / Robert MOrse (Mad Men)

En İyi Konuk Kadın Oyuncu - Drama
Ann-Margret (Law&Order: Special Victims Unit) / Shirley Jones (Cleaner) / Mary Kay Place (Big Love) / Elizabeth Mitchell (Lost) / Sissy Spacek (Big Love) / Lily Tomlin (Damages)

En İyi Televizyon Filmi
Endgame / Georgia O'Keeffe / Moonshot / Special Relationship / Temple Grandin / You Don't Know Jack

En İyi Minidizi
The Pacific / Return to Cranford

15 Temmuz 2010

Mutlu 200. Yıllar Chopin!

Konuk Yazar: Işıl Demir*

Klasik müziğe olan derin ilgimi kişisel bir hobiden öteye taşımayı düşündüğüm bu günlerde Chopin ve Chopin çalan piyanistler üzerine bir yazı ile test sürüşüne çıkmak, açıkçası birinin sizi bungee jumping platformundan aşağı itmesi gibi... Chopin o kadar kendine özgü ve kişiselliği olan bir besteci ki, onun eserlerini çalmaya cüret (!) eden piyanistleri eleştirmek veya övmek biraz burnu havada ve yapmacık geliyor bana. Chopin, bir piyanistin adeta “ciddiye alınması” için vermesi gereken bir sınav gibi çünkü. Eminim konservatuar koridorlarında gençler, “Neee Chopin mi çalıyor?? Tamam bitirmiş olayı.” tarzında söylemlerde bulunuyorlardır. Dolayısıyla ne zaman birinden Chopin dinlesem ve beğenmesem içimden bir ses sürekli şöyle diyor: “Adam Chopin çalıyor, manyak mısın, sana mı düşmüş beğenip beğenmemek... Chopin’i anladığı ve duyduğu gibi çalıyor.”

Hmm... Chopin’i “duymak” ve “anlamak”... Rüyalar alemine hoşgeldiniz. Çünkü Chopin bir rüya gibi... Chopin ninnisini çalıyor ve siz dinlerken duyduklarınız ve duygularınız bir rüya oluyor... Eğer onun sizi götürmeye çalıştığı yerlere gitmeye hazırlıklı değilseniz, Chopin dinleyemezsiniz. Chopin dinlerken gözlerinizi kapamalı ve kendinizi hayal gücünüzün derinliklerine serbest düşüş bırakmalısınız. Onun öfkesiyle kanınız kaynamalı, hüzünleriyle kalbiniz kırılmalı, neşesiyle coşmalı, hayalleriyle hayal etmelisiniz.

Ufak bir karşılaştırma: Beethoven’ı ele alalım. Beethoven; kesin, bitmiş, mükemmel bir müzik sunar bize. Beethoven dinlerken herkes aynı şeyleri, Beethoven’ın hissetmemizi amaçladığı şeyleri, hisseder ve düşünür çünkü kuşkuya yer bırakmayan, evrensel ve tamamlanmış bir mesaj iletir Beethoven eserinde. Chopin’in sesi ise herkesin benliğinin derinliklerinde farklı yankılanır. Bir eserin “ana fikri” yoktur Chopin’de. “Ana duygusu” vardır. Size kalan, dinlerken sadece o frekanstaki duygulardan bir resim oluşturmaktır. İşte Chopin çalan piyanistin gücü (ve güçsüzlüğü) de buradan gelir. Sizin için yavaş ve duraklayarak, adeta sürünerek çalınması gereken bir noktayı, piyanist bir çırpıda çalıp geçiyor olabilir. Veya sizce giderek hızlanarak ve yükselerek çalınması gereken bir yerde piyanist daha ritmik ve orta kuvvette çalmayı tercih etmiş olabilir. Bunlar Chopin dinleyen kulaklarımı tırmalayan anlar benim için... Ve Chopin’in Tempo Rubato’sunun bilinmezliği ve çekiciliği aynı zamanda...

Bana göre iyi Chopin çalan piyanistleri aramak adeta bir macera. “En iyi Chopin çalan budur” demek de son derece yanlış. Sonuç olarak, Chopin’in 200. doğum yılı şerefine, Chopin çalmış dünyaca ünlü 5 piyanist arasında, tamamen sübjektif görüşlerime dayanarak, bir sıralama yapıp onların müziğiyle bize yansıyan Chopin’in farklı yüzlerini keşfetmeye karar verdim.

5. Glenn Gould
Glenn Gould mu?! Dalga mı geçiyorum?.. Evet =) 20. Yüzyılın en tanınmış piyanistlerinden Glenn Gould’u bütün gün Mozart, Haydn, Brahms ve tabii ki Bach çalarken dinleyebilirim. Ama Chopin? Asla. Zaten Kanadalı piyanist Glenn Herbert Gould’un kendisi de romantik piyano döneminin eserlerini reddetmiş olduğundan eminim mezarından çıkıp beni kendisini kötü Chopin çalmakla suçladığım için ziyaret etmeye kalkmayacaktır... Yine de, bu kadar eksantirik ve aykırı bir şekilde parça yorumlayabilen ve müziği son derece derinden hissedebilen bir insanın romantik Chopin’e değil de adeta matematiksel kesinlikte müzik yazan Bach’a yakın hissetmesi son derece ilgimi çeken bir durum olmuştur her zaman. Tabii bu eksantirik ve –şımarık demek istemiyorum ama sanırım diyeceğim– kişilik, bir parçayı veya sanatçıyı sevmediği zaman bariz bir şekilde bunu göstermekten de kaçınmıyor. Bu videodan da duyabileceğiniz gibi... (Kendisine Chopin Kasabı lakabını taksam çok mu ileri gitmiş olurum acaba?)

4. İdil Biret
Devlet sanatçımız İdil Biret son derece sevdiğim ve saygı duyduğum bir piyanist. Kendisini okulumda verdiği bir konserde dinleme ayrıcalığına sahip olduğumu da her fırsatta göğsümü gere gere belirtirim. İdil Biret'in tüm Chopin eserlerini içeren albüm kayıtları, 1995 yılında Polonya'da "Grand Prix du Disque de Chopin" ödülüne layık görülmüştür. Kendisi dünya çapında tanınmış bir piyanistimiz olmakla kalmayıp dünyaca tanınmış bir Chopin yorumcusu olarak da kabul edilir.

Chopin “fan”ları arasında ise İdil Biret’in Chopin yorumu nedense iki zıt kutupta eleştiriye/övgüye maruz bırakır kendisini hep. Ya çok olumlu şeyler okursunuz İdil Biret’in Chopin çalışı ile ilgili, ya da “hayatımda duyduğum en kötü Chopin’di” tadında serzenişlerle karşılaşırsınız. Chopin’in, piyaniste doğaçlama ve yorum için bıraktığı geniş alanda serbest top koşturmayı seven ve de bunu çok iyi başaran bir sanatçı İdil Biret. Ayrıca bu listede yer alan piyanistler arasında Chopin’e kendi kişisel yorumunu belki de en fazla katmayı başarmış sanatçı. Muhtemelen de bu nedenle hem çok olumlu hem de çok olumsuz yorumlara maruz kalıyor kendisi. Şahsen, İdil Biret’in Chopin’in noktürnlerini çalma tarzı her zaman hoşuma gitmiştir. Nocturne in B flat minor Op. 9 No.1

3. Arthur Rubinstein
Yine 20. yüzyılın en tanınmış piyanistlerinden biri. Polonya doğumlu Arthur Rubinstein henüz 13 yaşındayken Berlin Filarmoni’yle ilk konserini verdi. Kaydettiği müzik repertuarında Romantik eserlerin ve özellikle Chopin’in büyük bir yeri vardı. Ve kendi zamanında eşsiz bir Chopin yorumcusu olarak kabul ediliyordu. Hatta “uzmanlık” alanı Chopin’di diyebiliriz.

Peki benim listemde niye daha alt sıralarda? Rubinstein mükemmel bir Chopin yorumcusu. Kuşkusuz. Ancak Chopin çalışındaki o “kusursuzluk” nedense Chopin’in kusurlu doğasıyla tamamen örtüşmüyor. Chopin’in Tempo Rubato’sunu, notalar arasındaki acıyı, tereddütü, durmayı, başlamayı, yükselişi ve coşmayı daha derinden hissetmek istiyorsanız Rubinstein doğru piyanist değil gibi. Muhtemelen son derece mutlu, hayattan keyif almayı bilen (Stravinsky’yle Havana purosu içmek mi dersiniz, Picasso ile en pahalı restoranlarda yemek yemek mi; bunların hepsi Rubinstein için günlük eğlencelerdi) ve kendi deyişiyle, “Hayatında tanıdığı en mutlu insan kendisi” olduğu için, benim Chopin’in bazı eserlerinde aradığım o melankolik ve acılı tonalite Rubinstein’da eksik gibi... Polonaise N.6 Op.53

Fazla mükemmel olduğu için bir piyaniste kötü çalıyor dedirttin ya Chopin, doğum yılın olmasa bak hayatta...

2. Evgeny Kissin
12 yaşında Moskova Filarmoni ile Chopin’in 2 piyano konçertosunu da çalmış ve albüm olarak kayıt etmiş Rus piyanist Evgeny Kissin. (12 yaşında yaa!!!) 17 yaşında ise Herbert von Karajan ve Berlin Filarmoni ile Tchaikovsky’nin 1. Piyano konçertosunu yeni yıl konserinde çalmış (ki geçenlerde dvd’sini bulup bu muhteşem performansı izleme şansım oldu). Karajan’ın himayesinde müzik camiasına “çıkarılan” gençleri de (bkz. Evgeny Kissin, Anne-Sophie Mutter) ayrıca sevdiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.

1971 doğumlu Evgeny Kissin listemizdeki en genç isim. Belki de bu yüzden kendisi en sevdiğim Chopin yorumcularından biri. Gençliğinin (“ateşi” demeyeceğim, klasik müzik tanrıları o kadar pop kelimeler kullanınca çarpabiliyorlar) saf hevesi, zekasının kıvraklığı ve ince espri yeteneği kendisini çok keyifli bir Chopin yorumcusu yapıyor. Oyun oynar gibi çalıyor adeta Kissin, özellikle valsları mutlaka gülümsetiyor dinleyiciyi... Waltz in E Minor

1. Maurizio Pollini
Maurizio Pollini, İtalyan piyanist. 18 yaşında Uluslararası Chopin Yarışması’nı kazanan piyanist. Chopin çalan bütün piyanistlerin gözünü korkutan piyanist. Bir noktürn çalarken konser salonu boyunca ürperti dalgası gönderebilen tek piyanist. Bir etüd çalarken en başarılı piyanisti bile çalışma odasına koşma ihtiyacı ile dolduran piyanist.

Maurizio Pollini en sevdiğim Chopin yorumcusu. Mükemmel tekniğinin üzerine eklediği içlilik, olgunluk ve ifade gücü ile Chopin, Pollini’nin ellerinde adeta büyüye dönüşüyor. Onun parmaklarından ballade’ları, noktürnleri ve mazurkaları dinlemek büyülenmekten farksız. Tona ve forma olan hakimiyeti ile az utangaç kişiliğinin ve duygusallığının birleşmesi, kendisini günümüzün Chopin reenkarnasyonu olarak nitelemeye itiyor beni. Chopin’le hayal etmek, Chopin’le hissetmek (evet bazı ballade’larda ağlamış bile olabilirim) istiyorsanız, Pollini’nin kayıtlarını mutlaka dinlemelisiniz: Nocturne No.8 Op.27 No.2, Etude Op.10 No.1 in C Major, Ballade No.1 (Hiçbir linke tıklamadıysanız buna tıklamalısınız, değeceğine emin olabilirsiniz).

Mansiyonlar: Zimerman, Richter, Michelangeli, Arrau.

*Işıl'ın klasik müzik blogu "Saraydan Kaçan Kız" çok yakında yayında!

11 Temmuz 2010

Bana Göre: Chopin

1810 Polonya doğumlu, Fransızlar ve Lehlerin halen paylaşamadığı Frédéric Chopin; Romantik Dönem bestecilerinin belki de en romantiği olarak, lise yıllarımdan itibaren etkiledi beni. Valslerden noktürnlere, balladlardan polonezlere onlarca türde; hemen hemen hepsi piyano için eserler verdi Chopin. Ergenliğimin en klişe-melankolik dönemlerine soundtrack olan Chopin eserleri, ilk kez 10 numaralı Si Minör valsi çalmaya başlamamla girdi hayatıma. Piyano resitallerinde piyanistlerden, ders çalışırken müzik setinden dinledim onlarca farklı Chopin eserini. Piyano çalışırken, (Liszt kadar olmasa da) piyanonun her tuşuna değmeyi gerektirdiğinden ter dökmeme neden oldu Chopin. Bazen Pink Martini albümlerinin en güzel şarkılarına, bazen bir otelin restoranında yenilen yemeğe fon müziği oldu.

Bir zamanlar en sevdiğim besteci olarak adlandırmış olsam da artık bu ünvanı taşımıyor Chopin. Fakat doğumunun 200. yılında onu unutmayacak kadar seviyorum kendisini. EMI müziğin 6 CDlik "Best Chopin 100" koleksiyonu ile İdil Biret ve Mehveş Emeç kayıtlarını dinleyerek hem Chopin'in en iyilerini hatırlama, hem de bir listeleme hastası olarak kendi en iyilerimi listeleme fırsatı buldum bu hafta. İşte bana göre, en iyileri ile Frédéric Chopin:

1. Polonaise No.6 in A flat "Heroic" Op.53
2. Ballade No.3 in A flat Op.47
3. Fantasie-Impromptu in C sharp minor Op.66
4. Waltz No.14 in E minor Op.posth
5. Nocturne No.20 in C sharp minor Op.posth
6. Étude No.12 in C minor Op.25
7. Waltz No.7 in C sharp minor Op.64 No.2
8. Étude No.12 in C minor "Revolutionary" Op.10
9. Prélude No.24 in D minor Op.28
10. Andante Spianato & Grande Polonaise Brillante in E flat Op.22

Kişisel Mansiyon: Waltz No.10 in B minor

7 Temmuz 2010

"Chopin Üzerine Notlar"

Klasik müzik, son zamanlarda Serhan Bali'nin de sıkça dile getirdiği gibi, sadece eğitimini almış olanların değil, konuya dair bilgisi olan herkesin üzerine yazabileceği bir konu (olmalı). Bunun en iyi ve tescilli örneklerinden biri de 1947'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış ünlü Fransız yazar André Gide'nin (1869 - 1951) yazmış olduğu "Chopin Üzerine Notlar". Chopin Yılı vesilesiyle Can Yayınları'ndan, hem de İdil Biret kayıtları içeren bir CD ile birlikte edinme fırsatı bulabildik bu anlatıyı bu yıl.

"Ayrı Yol" (1902), "Pastoral Senfoni" (1919) ve "Kalpazanlar" (1925) gibi romanlarıyla ünlü André Gide, amatör olarak klasik müzikle ilgilense de; günümüzde çoğu profesyonelin ulaşamadığı derecede iyi bir müzik bilgisine sahip olduğu anlatının her satırında anlaşılıyor. Orijinali 1938'de "Notes sur Chopin" adı ile yayınlanan, 1983'te tekrar basılan anlatıda Gide'nin satırlarına ek olarak; "Fragments du Journal et de Feuillets inédits"den Chopin ve klasik müzik üzerine alıntılar, 1938 baskısında yayımlanmamış kısımlar ve Fransız müzikolog Édouard Ganche'ın André Gide'e 1932 yılında yazmış olduğu bir mektup da bulunuyor.

Can Yayınları ise, Chopin'in 200. doğum yılı nedeniyle Chopin Yılı ilan edilen 2010'da; en ünlü piyanistlerimizden İdil Biret'in yazdığı önsöz ve eser için kaydettiği 17 Chopin eserine yer veren bir CD ile yayınladı bu yıl eseri. Kısa ve öz bir anlatı olması nedeniyle; CD hediye eden bir kitap olarak değil, kitap hediye eden bir İdil Biret CD'si olarak algılanabilir "Chopin Üzerine Notlar". Kayıtta, eserde de adı geçen 9 prelüd, 2 etüd ve birer eöpromptu, balad ile Chopin'in ünlü "Barkarol" ve "Polonez-Fantezi"sine yer verilmiş.

André Gide'in notlarında daha çok Chopin'in nasıl çalınması gerektiği üzerine yoğunlaştığını ve bunu yaparken bestecinin biyografisine ve geride bıraktığı izlere sıkça başvurduğunu görüyoruz. Kısaca, Chopin'i hızlı çalmak değil, yavaş çalabilmek marifettir diyor Gide. "Müziklerin en katıksızı" gibi tanımlamalar, "Bundan daha az Germen nitelikli bir müzik olamaz." gibi yorumlar ve "Chopin, en çok Chopin gibi olmaya çalışmadığında kendisi olmuştur." gibi tespitlerin bulunduğu eserde bir çok nota alıntılarına da yer verilmiş olması André Gide'in müzik bilgisinin ne kadar engin olduğu konusunda daha net bir fikir veriyor okuyanlara.

"Chopin Üzerine Notlar", 2010
(Notes sur Chopin, 1938)
Yazar: André Gide
Çeviren: Ömer Bozkurt
Yayınevi: Can Yayınları
Sayfa Sayısı: 78 + CD
Fiyatı: 13 TL

4 Temmuz 2010

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali'nin Ardından...

İKSV'nin gözbebeği, İstanbullu sanatseverlerin ilk festivali Uluslararası İstanbul Müzik Festivali; bu yıl 38. kez, 3-30 Haziran tarihleri arasında düzenlendi. Her zamanki gibi uluslararası star solistler ve okkalı orkestraların adı programlarda yüz metreden seçiliyor ve heyecan yaratıyordu. İKSV ve organizasyon ile ilgili ilk kez fazlaca şikayetçi olduğum bir festival olsa da, tüm bunları zaten yazmış olduğum için, festivalin genelinden, bulunduğum konserlerden ve tabii ki Chopin'den bahsetmek istiyorum bu yazıda.

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali programında bu yıl doğumunun 200. yılı nedeniyle Chopin'in çok özel bir yeri vardı. Benzer şekilde, Schumann'ın 200 ve Arvo Pärt'in 75. doğum yılları olduğundan, programda bu iki efsaneleşmiş ve bir yaşayan efsane, 3 bestecinin eserlerine mümkün olduğunca fazla yer verilmişti.

Festivalin açılışı, bu yılki Onur Ödülü'nün sahibi olan besteci ve müzikolog Yalçın Tura'nın "Anadolu'dan" adlı süitinin dünya prömiyeri ile yapıldı. Konserde solist olarak ise Andante'nin bu yıl ilk kez dağıttığı Klasik Müzik Ödülleri sayesinde ismini duyduğumuz genç sanatçı Elvin Hoxha Ganiyev bulunuyordu. Bir başka konserde ise Estonyalı besteci Arvo Pärt, "Adem'in Yakarışı" eserinin dünya prömiyerini yaptı ve festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü aldı. Festival yaklaşık bir ay boyunca Lang Lang, Radu Lupu gibi solistleri, Riccardo Muti, Gürer Aykal, Rengim Gökmen ve Cem Mansur gibi şefleri ve Viyana Filarmoni, BİFO, İDSO ve Academy of Ancient Music gibi orkestraları ağırladı.

Chopin eserleri, 3'ü tamamen besteciye adanmış 6 konserde yer aldı festival boyunca. Lang Lang, BİFO'na eşlik ettiği konserinde 1. Piyano Konçertosu'nu icra ederken; Festival Buluşmaları serisinin iki konserinde Polina Leschenko ve Gülsin Onay da bestecinin polonez ve sonatlarını çaldı. Tamamen Chopin'e adanan konserler ise Andrezej Jagodzinski Trio tarafından yorumlanan "Chopin Cazla Buluşuyor" ve benim de izleme/dinleme fırsatı bulduğum "Chopin Romantizmi" ve "Mutlu Yıllar Chopin" konserleriydi.

9 Haziran Çarşamba: "Dört Mevsim ve Ötesi", Academy of Ancient Music, Pavlo Beznosiuk (şef, solist), Joanne Lunn (soprano) - Aya İrini

Festivalin Chopin ağırlıklı içeriği beni heyecanlandırmaya yetmiyormuş gibi, bu konser adını ve programını gördüğüm ilk andan itibaren delirmeme sebep olmuştu. Zorlu bir mücadele ve uzun uğraşlar sonucu, sevgili arkadaşım Işıl'ın, ailesinin ve konserin sponsoru Türkiye İş Bankası'nın sayesinde konserde bulunabildim. Hem de üçüncü sırada! Müzik Festivallerinin olmazsa olmazı Barok, bu kez çok farklıydı. Çünkü dünyanın en çok bilinen ve icra edilen eserlerinden Vivaldi'nin dört mevsimi anlatan keman konçertoları; aralarına Purcell ve Händel aryaları serpiştirilmiş bir şekilde karşımızdaydı. Hele Aya İrini gibi mistik bir mekanda en sevdiğim klasik müzik eserlerinden birini dinleyebilmek gerçekten mutluluktan uçurucu bir durum oldu benim için. Academy of Ancient Music, kendi içlerindeki uyumu ve sevimli orkestra üyeleriyle çok memnun bıraktı beni. Joanne Lunn'un sesi de öyle. Şef ve solist Pavlo Beznosiuk'un yorumu ise biraz uzaktı bana. (Hele ki geçtiğimiz hafta Joshua Bell'in Dört Mevsim kaydını dinledikten sonra buna kesinlikle emin oldum.)


14 Haziran Pazartesi: "Chopin Romantizmi: Baladlar & Noktürnler", Ayşe Deniz Gökçin (piyano), Furkan Özyazıcı (piyano) - Süreyya Operası

Chopin'in en büyüleyici eserlerinden olan noktürnleri, beni değişik zaman ve yerlerde ağlatmayı başarmıştır bugüne kadar. Bu konserde de 6 noktürn ve 4 balad yer almaktaydı ve bir hayli duygulandığımı söyleyebilirim. Çocuk yaşlardan itibaren uluslararası yarışmalarda ödüller ve dereceler elde etmiş iki genç piyanistimiz Ayşe Deniz Gökçin (d.1988) ve Furkan Özyazıcı (d.1987) gerek yorumları, gerek duruşlarıyla olsun; Chopin çalmanın ve dinletmenin hakkını verdiler. Hele ki Ayşde Deniz Gökçin konserin finalindeki 4 numaralı Fa minör Balad'da (abuk bir noktada alkışı patlatan seyirciye rağmen) harikalar yarattı. Kendisinin konserlerinden önce seyircisi ile sohbet etmeyi sevdiğini ve ben izleyememiş olsam da konserden önce bunu gerçekleştirdiğini de hatırlatmak gerek. Ayırca Andante'nin Haziran sayısındaki röportajını da tavsiye ederim.


19 Haziran Cumartesi: "Mutlu Yıllar Chopin: Scherzolar & Polonezler", Zeynep Üçbaşaran (piyano) - Süreyya Operası

Scherzo, bugüne dek fazla dinlemediğim bir tür olması bir yana, bu konser ile anladım ki, bundan sonra da fazla dinlemeyeceğim bir tür. Diğer yandan Chopin'in çokça sevilen "Polonez Fantezi" eserini de genelin aksine fazla beğenmiyor oluşum; konserden yeterince tatmin olmayarak ayrılmama neden oldu. Yurtdışındaki başarıları ile ülkemizin önemli piyanistlerinden biri olan Zeynep Üçbaşaran'ın yorumu ise bana biraz caz piyanistlerini andırdı. Başlığında "Polonezler" sözcüğü geçen bir konserde Chopin'in en ünlü eserlerinden 6 no'lu Polonez "Heroique"in olmayışı da oldukça üzücüydü benim için.

Bu yıl bana farklı duyguları bir arada tattıran (hem olumlu, hem de olumsuz anlamda) her zamanki gibi kalitesi ve programının kusursuzluğu ile öne çıkan bir festival oldu. Beni üzen bazı durumlara yer verdiğim yazıma buradan ulaşabilirsiniz.

Festival sezonu henüz kapanmış değil. Şu anda 17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali ile İstanbul sokaklarında ve mekanlarında caz var!