27 Ocak 2010

!F 2010 Önerileri

AFM Sinemaları'nın öncülüğünde bu yıl 9. kez düzenlenen !F Bağımsız Filmler Festivali programı bugün açıklandı. 11-21 Şubat tarihleri arasında AFM'nin Fitaş, CKM ve İstinye Park salonlarında düzenlenecek festival, her yıl olduğu gibi İstanbul'dan sonra Ankaralı sinemaseverleri de dünyanın dört bir yanından bağımsız filmlerle buluşturacak. Haftaiçi gündüz seansları ve Türkçe filmler 5 TL, 21.30 ve 22.00 seansları 15 TL, diğer seanslar ise 10 (öğrenci) ve 12 (tam) TL'ye izlenebilecek.

Festivalin bölümleri arasında gelenekselleşmiş "Keş!F", "Hit Filmler", "Fantastik Filmler", "Nöbetçi Sinema" ve "Gökkuşağı" bölümlerinin yanısıra; belgesellerden oluşan "Dünyanın Çivisi", müzik filmlerinden oluşan "Sesli Yaşam", 3 Kürt filmine yer veren "Açılım" gibi bölümler de yer alıyor. Filmler dışında etkinlikleri ile de göz kamaştırıyor !F bu yıl da... Darüşşafaka ve Üsküdar Amerikan Liseleri'nde liseli gençlere de hitap etmek bir yana, birçok panel, atölye ve Yaşayan Kütüphane Projesi'nin bir ayağına da evsahipliği yapacak !F. Son olarak Ghetto ve The Hall'deki Açılış, Kapanış ve Gökkuşağı partilerini de unutmamak gerek.

Bir yenilik olarak !f² adlı bir deneye de ortam sunacak festivalde, 20 ve 21 Şubat'ta İstanbul'dan canlı yayınla, 5 film ve bir söyleşi Türkiye ve Ortadoğu'nun 16 noktasındaki seyircilerin karşısına çıkacak. Bu şansa sahip 16 nokta; İstanbul, Eskişehir, Antakya, Mersin, Van, Muğla, Diyarbakır, Batman, Çanakkale, Samsun, Alanya, Ayvalık, Lefkoşa (KKTC), Gümrü (Ermenistan), Ramallah (Filistin) ve Tanca (Fas).

!F Programı'nda bu yıl Avrupa, Amerika, Latin Amerika, Kanada, Avustralya, Ortadoğu ve Uzakdoğu sinemalarından onlarca film var. !F'in ilginç bölümlerinde; küçük kitlelere hitap eden, uç noktalarda seyreden, bağımsız ruhlu heyecan verici yapımlar olduğu ve benim de çoğunu heyecanla beklediğim doğru. Fakat genele hitap eden 10 öneride bulunmak gerekirse, listem şöyle:

1) An Education - İngiltere (Yön: Lone Scherfig): "Italiensk for begyndere" ile çıkışını yapan Danimarkalı yönetmenin İngiliz oyuncularla çektiği son filmi, yılın en ilgi çekici yapımlarından. Yılın en çok BAFTA adaylığı kazanan filmi 60'lı yıllarda Londra'da geçiyor. Genç bir kız ve orta yaşlı bir adamın aşkı üzerine... Filmde oyunculuğu ile çok iyi eleştiriler alan Carey Mulligan'ın yanısıra Peter Sarsgaard, Alfred Molina ve Emma Thompson yer alıyor.

2) Lovely Bones - ABD (Yön: Peter Jackson): LOTR ve King Kong sonrası, gerçek hayata biraz yakınlaşan Peter Jackson bir roman uyarlaması ile karşımıza çıkıyor. Alice Sebold'un Türkiye'de "Cennetimden Bakarken" adıyla yayınlanmış romanından uyarlanan film, öldürülen genç bir kızın katilinin bulunması için ailesine cennetten yardım edişini konu alıyor. Saoirse Ronan ve Stanley Tucci'nin oyunculukları dışında, sanat yönetimi ile de dikkat çeken filmin kadrosunda Susan Sarandon, mark Wahlberg ve Rachel Weisz gibi oyuncular da var.

3) Precious - ABD (Yön: Lee Daniels): ABD'nin bu yılki en başarılı bağımsız filmi denilebilecek "Precious"ın fazla iç karartıcı ve fazla siyahi bir hikayesi var. Harlem'de annesi tarafından dövülen, babası tarafından hamile bırakılan obez bir liseli genç kızın hikayesi. Geçtiğimiz yıl Sundance'de baştacı yapılan, yılın en prestijli birçok ödül töreninde adı geçen filmin Mo'nique'e bir Oscar heykeli kazandırmasına kesin gözüyle bakılıyor.

4) Un prophéte - Fransa (Yön: Jacques Audiard): Fransa'nın Cannes'da En İyi Yönetmen Ödülü'nü alan ve Oscar Yabancı Film kısalistesine kalan ve muhtemelen aday olacak filminin merkezinde hapishanedeki Arap bir göçmen var.

5) Crazy Heart - ABD (Yön: Scott Cooper): Hayata tutunmaya çalışan, yaşlanmakta olan bir country şarkıcısının hüzünlü hikayesi. Geç kalmış Oscar'ına doğru koşan Jeff Bridges'a Maggie Gyllenhaal eşlik ediyor. Film, müzikleri ve özellikle de "Weary Kind" adlı şarkısıyla da dikkat çekiyor.

6) Away We Go - ABD (Yön: Sam Mendes): Amerikan bağımsız sinemasının sevilen yönetmenlerinden Sam Mendes, 5. filminde tam bir bağımsız ile karşımızda. İlk çocuklarını büyütmek üzere ideal yeri arayan ve ABD'yi gezen bir çiftin yol hikayesi... Başrollerde "The Office" dizisinin yıldızlarından John Karsinski ve "SNL" şovunun yıldızlarından Maya Rudolph var. Yan rollerde ise bağımsız sinema deyince akla gelen isimler var: Jeff Daniels, Maggie Gyllenhaal, Allison Janney...

7) Fantastic Mr.Fox - ABD (Yön: Wes Anderson): Wes Anderson imzalı, yılın en beğeni toplayan animasyon filmlerinden "Fantastic Mr. Fox", kümeslere dadanan bir tilkinin maceraları üzerine. Seslendirenler arasında Meryl Streep, Bill Murray ve George Clooney gibi isimler dikkat çekiyor.

8) Samson & Delilah - Avustralya (Yön: Warwick Thornton): Avustralya'nın Oscar aday adayı, bir aborjin filmi.

9) Food Inc. - ABD (Yön: Robert Kenner): "The Cove" ile birlikte yılın en beğenilen uzun metraj belgesel yapımlarından olan "Food Inc.", kapitalizmin ticarileştirdiği gıda sektörüne parmak sokuyor.

10) Cold Souls - ABD (Yön: Sophie Barthes): Bağımsız sinemanın en beğenilen aktörlerinden Paul Giamatti başrolünde oynadığı "Cold Souls"da yine bir aktörü canlandırıyor. Ona Emily Watson ve David Strathairn gibi oyuncular eşlik etmekte.

Benim programıma ise buradan ulaşabilirsiniz...

26 Ocak 2010

Jason Reitman üzerine...

Bağımsız sinemanın yükselen isimlerinden biri olan Jason Reitman, bu yılın en iyi eleştiriler alan ve birçok ödül töreninden eli boş dönmeyen filmlerinden "Up in the Air" ile karşımıza çıktı son olarak. Bu, 2005'teki "Thank You for Smoking" ve 2007'deki "Juno"dan sonraki üçüncü filmi olsa da henüz, birçoklarının favori yönetmenler listesinde yer almasına yetti Reitman'ın.

1977 yılında Kanada'nın Montreal kentinde doğan Jason Reitman; "Ghostbusters" serisi gibi Hollywood gişe filmlerinin yönetmeni olan Ivan Reitman'ın oğlu. 80'li ve 90'lı yıllarda babasının filmlerinde küçük roller oynayarak, bir aktör olarak adım atmış Hollywood dünyasına. Güney California Üniversitesi'nde Yaratıcı Yazma üzerine eğitim görmüş. 1998-2004 yılları arasında, hepsinin senaryosunu kendi yazdığı, üçünde oyuncu olarak da yer aldığı, biri belgesel 6 kısa film çekmiş. 2002 yılında "Dude, Where Is My Car?" adlı komedinin yönetmenliği için kendisine gelen teklifi reddederek bağımsız bir yönetmen olmayı stüdyo yönetmenliğine tercih ettiğini göstermiş.


Reitman, senaryosunu da yazdığı ilk uzun metrajlı filmi olan "Thank You for Smoking"i Christopher Buckley'nin aynı adlı romanından uyarlamış. Tütün Üreticileri Akademisi'nin sözcüsü olarak görev yapan bir adamın ikna yeteneğini; ahlaki değerler ve kapitalist düzeni sorgulamak için yaratılmış hikayesini filminin merkezine oturtmuş. Hem liberallerin, hem de muhafazakarların tamamen kendi görüşlerini savunduklarını sandığı, böylece tarafsızlığını kanıtlamış bir film "Thank You for Smoking". Sigara merkezli olmasına rağmen, film o kadar akıcı ve farklı mesajlarla dolu ki, sigaradan nefret etseniz bile sevebiliyorsunuz bu filmi. -ki Reitman'ın da niyetinin sigara üreticilerinin reklamını yapmak değil, günümüz dünya düzenine eleştirel bir yaklaşımda bulunmak olduğuna eminim.

İlk filmi ile National Board of Review tarafından En İyi İlk Film Ödülü'ne layık görülen ve Amerikan Bağımsız Film Ödülleri'nden En İyi Senaryo Ödülü ile dönen Reitman; büyük çıkışını ise ikinci filmi "Juno" ile yaptı. 2007'de Toronto Film Festivali'ndeki ilk gösteriminden sonra hayran kitlesi sürekli büyüyen, dünyanın dört bir yanında insanlara kendini iyi hissettiren film 4 dalda Oscar adayı olacak kadar büyük yankı uyandırdı. Reitman, bu kez senaryoyu üniversite mezunu bir striptizci olan ve seks üzerine yazıları ile dünyaca ünlü bir blogger haline gelen Diablo Cody takma adlı Brook Busey'e emanet etmişti. Lise çağındaki, yaşıtlarından çok farklı, hayat dolu, müziksever, sivri dilli bir genç kızın kazayla hamile kalışını ve bebeği doğurup evlatlık vermeye karar vermesini konu alan bir filmdi basitçe "Juno". Fakat Diablo Cody'nin senaryosu, Ellen Page'in oyunculuğu ve Kimya Dawson'ın müzikleri ile bu konuyu anlatım şekliyle bir efsaneye dönüştü kısa sürede. En İyi Orijinal Senaryo Oscarı'nı Diablo Cody kazanırken, film En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında da ödüle aday gösterildi.

Reitman, bu başarısının ardından "Hard C Productions" adlı prodüksiyon şirketini kurdu ve yine Diablo Cody'nin senaryosunu yazdığı "Jennifer's Body" adlı korku komedisinin yapımcılığını üstlendi. Bir yandan da televizyona el atarak "The Office" dizisinin 2 ("Local Ad" (4x05) ve "Frame Toby" (5x08)), "Saturday Night Live" şovunun 1 bölümünde (Ashton Kutcher (33x10)) yönetmen olarak çalıştı. 2009 geldiğinde ise film yönetmenliğine geri dönerek çıtayı gittikçe yükselttiğini gösterdiği 3. filmi "Up in the Air" ile karşımıza çıktı.

Reitman'ın Sheldon Turner ile birlikte Walter Kirn'ün aynı adlı romanından uyarladığı senaryosu ile dikkat çeken "Up in the Air", işten çıkarma işlerini üstlenen bir şirketin deneyimli elemanlarından birinin havaalanları, uçaklar ve otellerde geçen yaşamını konu alıyor. 6 yıldır yönetmenin aklında olan bir proje olmasına rağmen yeni hayata geçebilmiş. Bu süre içinde değişen ekonomik ve toplumsal koşullar, artan işten çıkarmalar; önce bir komedi olarak düşünülen filmin dramatik yanının ön plana çıkmasına ve mizahi yönünü koruyan bir dramaya dönüşmesine neden olmuş. Filmin başrolündeki George Clooney ve yan rollerdeki Anna Kendrick ile Vera Farmiga'nın performansları ile de iyi eleştirler alan "Up in the Air", geçtiğimiz günlerde 6 dalda aday olduğu Altın Küreler'den En İyi Senaryo Ödülü ile döndü. Oscar gecesinde de adını en azından önümüzdeki hafta açıklanacak adaylar arasında sıkça duyacağımız film, yine klasik bir Jason Reitman filmi.

Henüz üçüncü filmini çekmiş bir yönetmen için "klasik bir x filmi" kalıbını kullandığımın farkındayım. Fakat Jason Reitman, gerçekten belirli bir çizgide ilerleyen bağımsız yönetmenlerden. Anlattığı hikayelerin atmosfer benzerliği bir yana; tercih ettiği gözde oyuncuları, kendi kimliğine sahip bir anlatım dili, kullandığı çekim teknikleri ve müzik kullanımı ile tanımlayabiliriz bu çizgiyi. J.K. Simmons, Jason Bateman, Sam Elliot gibi başarılı oyuncuların bundan sonraki Reitman filmlerinde de sıkça karşımıza çıkması sürpriz olmayacaktır örneğin. Veya Diablo Cody ile yönetmenin (veya yapımcı kimliği ile yine Reitman'ın) ortaklıklarının süreceği...

Jason Reitman, gerek bir senarist gerekse bir yönetmen olarak gittikçe yükselmekte olan başarılı bir isim bağımsız sinemada. Takip edilmesi gereken, siz takip etmesiniz de bir şekilde sizi bulacak kadar hoş filmler yapan bir isim.

24 Ocak 2010

thebalkabaa Öykü Yayında!

Bugüne dek yazdığım öyküleri yayınlayacağım thebalkabaa Öykü'ye http://thebalkabaaoyku.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. 1-2 ayda bir yeni öykülere yer vereceğim bu blogun ilk öyküsü 2007 yılında yazdığım ve Yunus Aran Öykü Yarışması'ndan Birincilik Ödülü ile dönen "Portakallar".

23 Ocak 2010

Julie ya da Julia Olmak.

Amerikalı bir kadın, kocasının görevi nedeniyle bulunduğu Fransa'da sıkıldığı için Fransız Mutfağı dersleri almaya başlar. Yemek yapmak tutkusu haline gelir. Ve hizmetkarsız Amerikalı ev hanımlarının da bu yemekleri yapabilmesi için bir kitap yazar. Ülkenin en ünlü kadınlarından biri olur. Yıllar sonra bir başka çaresiz ev kadını, aynı tutkuyla sarılır yemek yapmaya. Onun kitabındaki tüm tarifleri zamana karşı yarışarak imkansız bir sürede uygulayacak, kocasını ve dostlarını besleyecek ve bunları blogunda tüm dünyayla paylaşacaktır. Dünyanın en ünlü blogger'larından biri olur. Birkaç yıl sonra bu macerasını bir kitap haline getirir. Ve o kitap bir film haline getirilir. Bir tutku filmi "Julie & Julia"... Bir yanda yemek pişirme tutkusu, bir yanda yazma ve okunma tutkusu... Yalnızca bir tutku filmi değil, tutkuların teknoloji ve zamanla nasıl şekil değiştirdiğinin bir öyküsü...

"Julie & Julia", Julie Powell'ın "The Julie/Julia Project" adlı blogundaki yazılarını Julia Child'ın Avrupa'da yaşadığı yıllarda yazdığı mektupları ile harmanlayarak yazdığı aynı adlı romanından uyarlanmış. Julie Powell, gerçekten de 2000'li yılların başında Julia Child'ın "Mastering the Art of French Cooking" adlı Fransız Mutfağı tarifleri kitabındaki 564 tarifi 365 gün içinde tamamlamış. Bunu yaparken hem tariflerin kendi zorluklarıyla, hem zaman yönetimiyle, hem evililik sorunlarıyla, hem patronuyla, hem de kendisinin deli olduğunu düşünen insanlarla başa çıkmayı da başarmış. Kısa sürede hem zorlu görevi, hem de blogundaki içten anlatımıyla yüzlerce okuyucusu ve takipçisi olmuş Powell'ın ve "The Julie/Julia Project"in. Gazeteciler, yayıncılar, film yapımcıları peşinden koşmaya başlamış.

Hikayenin Nora Ephron'un yönettiği film versiyonunda Julia Child'ı Meryl Streep, Julie Powell'ı ise Amy Adams canlandırıyor ve yaklaşık 50 yıllık bir farkla filmin farklı bölümlernde yer aldıklarından hiç bir araya gelmiyorlar. Filmdeki rolü ile geçtiğimiz günlerde 7. Altın Küre'sini kazanan Meryl Streep, "Julie & Julia"yı bol ödüllü bir film haline getirmekte iddialı ve şimdiden Oscar için de favoriler arasında gösterilmekte. Ayrca film iddialı olduğu Uyarlama Senaryo dalında aday olması halinde bu dalda aday olan, bir blogdan uyarlanan ilk yapım olma özelliğine sahip olacak.

Filmin iki karakterinin zaman ve şartlar değişmiş olsa da başlarından geçenlerin benzerliği çok farklı şeyler getiriyor izleyenlerin aklına tutkular üzerine. Julia Child'ın binbir zorlukla, içindeki hırsla öğrendiği Fransız Mutfağı'nı Amerikan halkına tanıtma isteği, yazdığı yemek kitabını yayınlatma yolunda verdiği emek 1950'lerin dünyasında oldukça zorlu bir mücadele olarak çıkıyor karşımıza. Fransız Mutfağı Amerikan halkına oldukça soyut ve aristokrat gelen bir kavram. Kocası McCarthy rejimine karşı ayakta durmaya çalışan bir bürokrat. Erkek egemen aşçılık dünyasında Fransız geleneğinden gelmiş hocalarına kendini kabul ettirmeye çalışan, Fransızca bilmeyen bir Amerikalı kadın Julia Child. Yazdığı kitabın okunmasını sağlamak için zorlu bir mücadele bekliyor onu. Editörlere okutmak için bile dev bir koliye anca sığan bir kağıtlar yığınını araya karbon kağıdı koyarak 3'er 5'er kopyalar halinde daktilo etmek zorunda örneğin. Diğer yandan Julie Powell'ın 21. yüzyıldaki dünyasında başka sorunları var. Yazdıklarını okutması, dünyanın herhangi bir yerindeki insanlara okutması için hiçbir fiziksel zorluk yok karşısında. Her şey internetin getirdiği kolaylıklar sayesinde anında mümkün olabiliyor. Üstelik yazdıklarını bir yayıncıya göstermek için print tuşuna basmasına bile gerek yok. Fakat sırf onun için değil, isteyen herkes için mümkün bir şey bu. Farklı olması, insanların onu okuması için onlara bir neden sunması gerekiyor. 11 Eylül sonrası yakınlarını kaybedenlere destek veren bir call-center'da çalışıyor. Yemek yapmayı bilmiyor, yumurta yemekten nefret ediyor, canlı ıstakozları kaynatmaktan ve ölü ördekleri kesip içlerini doldurmaktan korkuyor. Ama yazar olma hayali ve tutkusu onu tüm bunları öğrenmeye, deneyimlemeye, değişmeye itiyor; ve macerasını an be an paylaşıyor onu okuyanlarla, okuduğunu umduklarıyla. Her şeyi göze alarak.

Filmden anladığımız kadarıyla Julia Child, Julie Powell'dan hiç hazzetmemiş. 2004'te ölene dek de kendisiyle görüşmeyi reddetmiş. Çünkü Julie Powell, kendisinin göğüs gerdiği zorlukların hiçbiri ile karşılaşmak zorunda kalmadan ve onun ismini kullanarak ünlenmiş bir çocuk sadece ona göre. Tıpkı benim blogumda bahsetmek istediğim her film için anında IMDb'den faydalandığım gibi, her şey hazır önünde. Yemek tarifleri kitabı önünde açık duruyor. Yapması gereken tek şey, tutkuyla bağlandığı bu macerayı okunur kılmak. Oysa bundan çok değil, 15-20 yıl önce bile bir sinema eleştirmenin IMDb'deki tüm bilgileri hafızasına kazımış olmasının şart oluşu gibi; Julia Child da her şeyi sil baştan öğrenmiş bir kahraman. İkisinin tutkusu arasındaki tek farksa değişen dünya, geçen zaman ve gelişen teknoloji. Herkesin her adımını sosyal ağlar ve sosyal medya sayesinde anında herkes ile paylaşabildiği bir dünya yaratılmış durumda günümüzde. Özel olmak için, insanların çok değerli hale gelen zamanının birazını çalabilmek için; farklı bir şey yapmak şart.

"Julie & Julia", 20. yüzyılın Julia'sı o günün şartlarında zoru başarıp her şeyi sıfırdan öğrenirken, 21. yüzyılın Julie'sinin bugünün şartlarında önünde açık olan yemek kitabına rağmen farklı olmaya çalışmasının kaynağının aynı tutku olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kısacası blog yazma ve okunma tutkusunu anlamlı kılan bir film "Julie & Julia". Bu yüzden hazır konusu açılmışken, okuyan herkese sonsuz teşekkürler...

20 Ocak 2010

Oscar Yabancı Film Kısa Listesi '09

AMPAS, her yıl olduğu gibi bu yıl da ön değerlendirme sonucunda Oscar'a aday olabilecek 9 yabancı filmi belirledi. 65 ülkenin Ekim ayında Oscar Aday Adayı olarak yolladığı her bir filmi izleyen üyelerin 6'şar filmlik listelerinin değerlendirilmesi sonucunda bugün açıklanan kısa listeye göre 2 Şubat'ta açıklanacak olan Oscar adayları arasında bulunma şansı olan ülkeler şöyle: Almanya, Arjantin, Avustralya, Bulgaristan, Fransa, Hollanda, İsrail, Kazakistan ve Peru.

Geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan'ın harikası "Üç Maymun" ile 'ilk kez kısa listeye girebilmiş olan 'yalnız ve güzel ülkem', bu yıl yaptığı yalnış seçim sonucu tabii ki 9 ülke arasında bulunmuyor. "Pandora'nın Kutusu", "Hayat Var" ve "Süt" gibi, yine kısa listeye girmeyi bırakın belki aday bile olabilecek kalitede filmler dururken Mahsun Kırmızıgül imzalı "Güneşi Gördüm"ü tercih eden Türk kurulunu tebrik ediyorum. Kendilerine uluslararası kalitenin filmin bir kısmının İsveç'te geçmesi demek olmadığını birilerinin anlatması gerekiyor sanırım.

Potansiyel adaylara detaylı bir göz atmak gerekirse:

Ajami - İsrail - Yön: Scandar Copti & Yaron Shani - İsrail Film Akademisi tarafından 5 ödüle layık görülen film Arapça ve İbranice. Tel-Aviv'de 5 farklı hikayeye odaklanan film İsrail'de övgüye değer görülen ilk Arapça ağırlıklı film olma özelliği de taşıyor. Geçtiğimiz iki yıl da adaylar arasında yer alan İsrail'in 8 adaylığı bulunuyor.

Das Weiße Band (The White Ribbon) - Almanya - Yön: Michael Haneke - Cannes'da Altın Palmiye, Hollywood'da Altın Küre kazanan; Avrupa Film Ödülleri'nden En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 3 ödülle dönen ve Oscar'da sadece bu dalda değil, özellikle görüntü yönetmenliği dalında da iddialı olan bir Haneke filmi. Aday olup olmayacağı değil, ödülü kazanıp kazanamayacağı tartışılmalı. Siyah-beyaz olarak çekilen film, Birinci Dünya Savaşı sırasında gizemli ve ürpertici olayların olduğu bir köyde, çocuk korosuna yoğunlaşıyor. Film, geçtiğimiz Ekim ayında Filmekimi'nde de gösterilmişti. Almanya'nın (Doğu/Batı ayrımı sonrası) 13. adaylığı garanti gibi.

El secreto de sus ojos (The Secret of Their Eyes) - Arjantin - Yön: Juan Jose Campanella - Ülkesinin en büyük sinema ödüllerini 9 dalda kazanan film, geçtiğimiz ay "Sinema-Tarih Buluşması" programında da yer almaktaydı. Eski bir dedektifin, takıntı haline getirdiği bir davayı bu kez bir roman yazarı olarak yeniden hatırlamasını ve geçmişe olan yolculuğunu anlatan film hem başarılı bir polisiye, hem de güçlü bir drama. Yönetmen J.J.Campanella'nın da 2001'deki filmi ile aynı kategoride Oscar adayı oluşundan sonra Hollywood'da tanınan bir dizi yönetmeni olduğunu da eklemek gerek. ("Law & Order", "House", "30 Rock"...) Arjantin'in en son 2001'de olmak üzere 5 adaylığı bulunuyor.

Kelin - Kazakistan - Yön: Ermek Tursunov - Geleneksel yollarla zorla evlendirilen bir kadının kocasının yanına taşınması ve ona olan duyguları üzerine bir film olan "Kelin", listedeki filmler arasında bana en az ilginç gelen olduğuna göre kesinlikle aday olacaktır. 2 yıl önce büyük bir sürpriz yaparak "Mongol" ile ilk adaylığını elde eden Kazakistan bile ülkemizden iyi gördüğünüz gibi.

La teta asustada (The Milk of Sorrow) - Peru - Yön: Claudia Llosa - Geçtiğimiz yıl Berlin Film Festivali'nin galibi olan film, bir genç kızın geleneklerle olan çatışması gibi bir şey anlatıyor fakat geçtiğimiz Nisan ayında İstanbul Film Festivali'nde izlediğim bu filmden o denli nefret ettim ki bahsetmek bile istemiyorum. Umarım olmaz ama, aday olması halinde film ülkesi Peru'ya ilk adaylığını getirecek.

Oorlogswinter (Winter in Wartime) - Hollanda - Yön: Martin Koolhoven - Hollanda Film Festivali'nde aday olduğu 8 ödülün 3'ünü kazanan filmin en büyük artısı, bir İkinci Dünya Savaşı filmi olması. Hollanda en son 2003'te olmak üzere 7 kez aday olmuş.

Samson & Delilah - Avustralya - Yön: Warwick Thornton - Adını İncil'deki bir hikayenin kişilerinden alan film, Orta Avustralya'da iki Aborjin genci konu alan bir aşk hikayesi. Cannes'da Altın Kamera Ödülü'nü kazanan film, Aborjince film çekme formülünü son yıllarda keşfeden Avustralya'nın ilk adaylığı olabilir.

Svetat e golyam i spasenie debne otvsyakade (The World Is Big and Salvation Lurks Around the Corner) - Bulgaristan - Yön: Stephan Komandarev - Doğu ve Orta Avrupa'daki bir çok festivalden ödülle dönen film, bir büyükbaba ve torunun motorsiklet ile çıktıkları bir yolculuğu konu alıyor. Bu yol hikayesi, Bulgaristan'a ilk Oscar adaylığını getirebilir.

Un prophète (A Prophet) - Fransa - Yön: Jacques Audiard - Audiard'a Cannes'da En İyi Yönetmen Ödülü'nü kazandıran son filmi, Fransa'da hapishaneye giren Arap bir adamı konu alıyor. Film Altın Küre'yi ve Avrupa Film Ödülü'nü "Das Weiße Band"a kaptırmış olsa da yılın bu daldaki en iddialı filmlerinden. Bugüne kadar 35 adaylığı, 3 Onur Ödülü ve bu dalda 9 Oscar'ı bulunan Fransa'nın adaylığı çoğu zaman olduğu gibi yine kesin.

"Sineklerin Tanrısı"

1983 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi İngiliz yazar William Golding; en bilinen ve günümüz popüler kültüründe oldukça sık referans gösterilen ilk romanı "Lord of the Flies"ı (Sineklerin Tanrısı) 1954'te yazmış. R.M. Ballantyne'ın "Coral Island" (Mercan Adası) romanına oldukça benzer bir temaya sahipmiş gibi gözükse de, onun tam zıttı olarak edebiyat tarihinde yer edinen ve insanlığın içinde varolan kötülük duygusunu açıkça ortaya koyan bir roman "Sineklerin Tanrısı".
"Coral Island"da ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun İngiliz İmparatorluğu'nun bir benzerini adada kurması, huzur ve uyum içinde yaşaması bir yana; "Sineklerin Tanrısı" yine ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun nasıl uygarlıktan uzaklaşıp birer vahşiye dönüşebileceğini, cennetimsi bir mekan olan adayı nasıl cehenneme çevirebileceklerini gösteriyor. Gerek karakterleri, gerek olay örgüsü, gerekse detayları ile fazlasıyla alegorik bir roman olan "Sineklerin Tanrısı"; adını romanda bir mızrağa saplanmış domuz kafasını sarmalayan sineklerin oluşturduğu bir korkuluktan / 'canavar'dankorunmak için alınan bir önlemden alıyor. Ayrıca şeytanın adlarından "Beelzebub"un İbranice'de geldiği anlam da "Sineklerin Tanrısı"...

Romanın ana karakterleri Ralph, Jack, 'Piggy' (Domuzcuk), Simon ve Roger... Bu karakterlerin hepsinin simgelediği ayrı bir kavram olduğunu söylemek de mümkün. Adada lider özelliklerine sahip iki ayrı insanın oluşu başlıca sorun ve tüm çatışmaların çıkış noktası. Ralph, demokrasiye inanan, 'mantığının sesi' ile hareket eden bir lider olsa da; Jack bir diktatör olarak çıkıyor karşımıza. Söz hakkı elde ederek konuşmaktan, herkesin fikrine önem vererek ve düzenli toplantılar yaparak işleri yoluna sokmaktan yana olan Ralph'ın karşısında avcılığı, mızrakları ve boyalı yüzleri ile Jack ve kabilesi var. Gerçek adını bilmediğimiz; şişmanlığı, gözlüksüz görmeyen gözler ve astımı ile sürekli dalga geçilen 'Piggy' ise adadaki çocuklar arasında en zekisi, en akıllıca düşüneni ve Ralph'ın 'mantığının sesi'nin ta kendisi aslında. Romanın sonlarına dek uygarlığı ve insan gibi yaşamayı savunabilen; güçsüz olsa da Jack'e karşı koymaya kalkışabilen cesur bir kaybeden. İnsanların içindeki kötülük dışında hiçbir şeyden korkmayan, mistik bir şekilde gerçeklerin farkına varabilen, yardımsever Simon'ı saf iyiliğin; hiç düşünmeden insanlara zarar verebilen Roger'ı ise saf kötülüğün simgesi olarak görmek de olası. Deniz kabuğu, 'canavar', gözlük, boyanan yüzler, 'Sineklerin Tanrısı'... Eserdeki her detay politik tartışmalara yol açabilecek birer simge niteliğinde.

"Lord of the Flies" 1963'te Peter Brook tarafından filme çekilmiş bir eser aynı zamanda. Fakat edebiyat, sinema ve televizyondaki macerası, en azından yeni eserlere ilham kaynağı olması yönünden bitmiş değil. 1990'da yeniden filme çekilmiş olması, ya da Stephen King'in ilk öykülerine ilham kaynağı olması bir yana; bir grup insanın ıssız bir adaya düşmesi dendiğinde akla ilk gelen popüler kültür ögesi "Lost"un bu kadar benzer temalı bir eserden faydalanmadığını düşünmek saçmalık olur. Dizide ana karakterlerden birinin adının Jack olmasından, iki lider Jack ve Locke arasındaki "man of science"/"man of faith" çatışmasına, Locke'ın 'Ada' ile kurduğu mistik bağların Simon'ın iç dünyasını anımsatmasından, Boone'un Simon gibi 'Ada'ya verilen bir kurban olmasına kadar bir çok detayın romanı anımsattığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın Modern Klasikler Dizisi'nin ilk kitabı olarak yeniden Türkçe'si basılan "Sineklerin Tanrısı"nın bu yeni versiyonunda (aynı zamanda eserin çevirmeni) Mîna Urgan'ın olay örgüsünün birçok önemli kısmını açık ettiği önsözünün "Sonsöz" olarak kitabın sonuna konulması ise güzel düşünülmüş.

Birçokların beyninde kırılan gözlük simgesi ile yer eden bu edebiyat klasiği; yaşı kaç olursa olsun insan doğasında bulunan kötülüğün ve uygarlığa olan ihtiyacın çok güzel ifade edildiği bir roman. Geç kalmadan okunmalı.

"Sineklerin Tanrısı", 2008
(Lord of the Flies, 1954)
Yazar: William Golding
Çeviren: Mina Urgan
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 261
Fiyatı: 12 TL

18 Ocak 2010

67th Golden Globe Awards

Hollywood Foreign Press Association tarafından 25 dalda televizyon ve sinema dünyasının öne çıkanlarına layık görülen Golden Globe Ödülleri, dün gece 67. kez sahiplerini buldu. Uzun zamandır ilk kez bir sunucunun bulunduğu, uzun zamandır ilk kez %100 canlı yayınlanan (son yıllarda gecikmeli canlı yayın yapılarak, görüntüler montajlanıyordu) fakat yine akşam yemeği masalarıyla dolu bir salonda olduğundan Oscar ya da Emmy atmosferini yakalayamayan töreni İngiliz komedyen Ricky Gervais sundu.

Kırmızı Halı kısmını, her zaman olduğu gibi, aşırı bir ilgiyle izlemedim. Moda konusunda konuşmayı da sevmem. Fakat Sandra Bullock, muhteşem görünümü ve mor elbisesi ile gördüğüm anda beni kendine hayran bırakmayı başardı.

Bir show'dan ziyade bir toplaşmayı andıran formatı nedeniyle sunucunun gereksiz olduğunu düşünsem de, Ricky Gervais ortalama bir açılış konuşması ve ödülleri sunacak insanları sunarken yaptığı birkaç espriyle orada bulunanları eğlendirmeyi başardı. "The Office" dizisinin yaratıcısı ve İngiliz versiyonunun yıldızı kendisi olsa da dizinin Steve Carrell ile özdeşleşmesinden yakınarak başladığı ve oyuncuların öneminden bahsederek sürdürüğü açılış konuşması dışında; kendi filmi "Invention of Lying"in iş yapmaması, Colin Farrell'in İrlandalı oluşu, Halle Berry'nin seksapeli, Mel Gibson'ın alkolizmi ve Paul McCarthy'nin ekonomik sorunlarına göndermelerde bulundu.

"But actors are not just loved in Hollywood. They're loved in the world over. Because they are recognizable. You can be anyone, you can be in the third world, you get a glimpse of a Hollywood star, and then it might make you feel better. You could be a little Asian child with no possessions or no money but you see a picture of Angelina Jolie and you think "Oh, Mommy!"" - Ricky Gervais

Sinema kategorilerinde dağıtılan 14 ödülün, 10'u tarafımdan doğru olarak tahmin edildi. Bana göre sürpriz niteliğinde olan ödüller; Up in the Air, James Cameron, Das Weiße Band ve Robert Downey Jr.'ın aldıklarıydı. Herhangi bir film için büyük bir zaferden söz etmek mümkün olmasa da, en büyük iki ödülü aldığını düşünürsek, gecenin yıldızının "Avatar" olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Yılın ve benim favorilerimden "Hurt Locker"ın ise eli boş dönmesi can sıkıcı. Filmin yönetmeni Kathryn Bigelow'un Oscar'ı alan ilk kadın yönetmen olması içinse dileklerim sürecek. (Bigelow Altın Küre'yi kazansaydı, benzer bir ünvana sahip olamayacaktı. Barbra Streisand, Altın Küre alan ilk kadın yönetmen.) Oscar'da orijinal ve uyarlama olarak ikiye ayrılan senaryo dalları ise "Up in the Air"in yanı sıra "Inglourious Basterds" (veya "Hurt Locker") için de önemli bir şans.

Gecenin sinema kategorilerinde ödüllendirilen oyuncuları ise bu yıl 23. ve 24. adaylığını elde eden ve ödüle "Julie & Julia" ile bir kez daha sahip olan Meryl Streep, yılın "Wrestler"ı "Crazy Heart"ta Mickey Rourke'umsu bir yeniden-çıkış yapan efsane aktör Jeff Bridges, "Blind Side" ile Streep'in bu yılki en önemli rakiplerinden Sandra Bullock, "Sherlock Holmes" ile Robert Downey Jr., dokunaklı film "Precious"tan Mo'nique ve "Inglourious Basterds"daki çokdilli ve oyunculuk harikası performansı ile Christoph Waltz oldu.

Altın Küre'ye bir Oscar habercisi olarak bakacak olursak; En İyi Kadın Oyuncu dalında Meryl Streep ve Sandra Bullock çekişmesinin yaşanacağını, Jeff Bridges'ın gecikmiş Oscar'ını alacağını ve yardımcı oyuncularda Mo'nique ile Christoph Waltz dışında bir ihtimal olmadığını tahmin etmek mümkün. 10 adaya çıkarılan En İyi Film dalında ise "Avatar" ve "Up in the Air"in yanı sıra, dün gece adı ne yazık ki geçmeyen "Hurt Locker"ın arasındaki bir yarışa tanık olmamız muhtemel.

"Animation is not only for children but also for drug using adults." - Paul McCarthy

Televizyon dallarında ise can sıkıcı bir durum söz konusu. Her ne kadar hayranlarından biri olsam da "30 Rock" ve bir türlü ısınamadığım "Mad Men"in yıllardır Emmy, Altın Küre dinlemeden, aday olduğu hemen hemen her ödülü alması artık gerçekten bir saçmalık haline gelmeye başladı. 67. Altın Küre Ödülleri'nde de 3. kez En İyi Drama Dizisi alan "Mad Men" ve 3. kez En İyi Erkek Oyuncu - Komedi ödülünü alan Alec Baldwin bu sıkıcı durumu değiştirmedi. Neyse ki, En İyi Komedi/Müzikal Dizisi ödülünü merak etmekte olduğum müzikal dizi "Glee"nin alması gibi yenilikler de söz konusuydu. "Dexter" ise aldığı iki ödülle sürpriz yapmış denilebilir. Bunu Michael C. Hall'un yakın zamanda kanser olduğu haberini duyurmasına bağlayacak olanlar olacaktır, fakat dizinin hayranları "Dexter"ın şu anda en iyi sezonunu izlemekte olduklarını söylediğinden ben bu ödülleri bu duruma bağlamayı tercih ediyorum. Son olarak minidizi "Grey Gardens"ın 2, TV filmi "Taking Chance"in ise 1 ödüle layık görüldüğünü eklemek gerek.

Tüm kazananlar şöyle:

En İyi Film - Drama: Avatar
En İyi Film - Komedi/Müzikal: Hangover
En İyi Yönetmen: James Cameron (Avatar)
En İyi Senaryo: Jason Reitman ve Sheldon Turner (Up in the Air)
En İyi Erkek Oyuncu - Drama: Jeff Bridges (Crazy Heart)
En İyi Kadın Oyuncu - Drama: Sandra Bullock (Blind Side)
En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal: Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes)
En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal: Meryl Streep (Julie & Julia)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'nique (Precious)
En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up)
En İyi Şarkı: "Weary Kind" (Crazy Heart)
En İyi Animasyon: Up
En İyi Yabancı Film: Das Weiße Band (Almanya)

En İyi Dizi - Drama: Mad Men
En İyi Dizi - Komedi/Müzikal: Glee
En İyi Minidizi/TVFilmi: Grey Gardens
En İyi Erkek Oyuncu - Drama: Michael C. Hall (Dexter)
En İyi Kadın Oyuncu - Drama: Julianna Margulies (Good Wife)
En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal: Alec Baldwin (30 Rock)
En İyi Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal: Toni Collette (United States of Tara)
En İyi Erkek Oyuncu - MinidiziTVFilmi: Kevin Bacon (Taking Chance)
En İyi Kadın Oyuncu - Minidizi/TVFilmi: Drew Barrymore (Grey Gardens)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: John Lithgow (Dexter)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Chloë Sevigny (Big Love)

12 Ocak 2010

42. SİYAD Ödülleri Adayları

SİYAD üyesi eleştirmen ve sinema yazarlarınca her yıl verilen SİYAD Ödülleri, bu yıl 42. kez, 31 Ocak'ta düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak.

Bu yılın en iddialı filmi, sessiz sedasız yılın son ayında vizyona giren Taylan Biraderler'in son filmi "Vavien". 2004'te "Yazı Tura"nın 8 dalda 13, 1999'da "Salkım Hanım'ın Taneleri"nin 9 dalda 12 adaylık elde etmesinden sonra, SİYAD tarafından en beğenilen filmin "Vavien" olduğunu söylemek mümkün. "Vavien", ödülün verileceği 11 dalda da birer adaylık sahibi. "Vavien"i 8 adaylıkla Reha Erdem'in "Hayat Var" ve 7 adaylıkla Yeşim Ustaoğlu'nun "Pandora'nın Kutusu" filmleri izliyor. Aday gösterilen 20 film arasında geçtiğimiz yılın Altın Portakal sahibi "Pazar: Bir Ticaret Masalı"nın bulunmaması ise şaşırtıcı. Bu yılın galibi "Bornova Bornova" ise 4 adaylığa sahip olsa da En İyi Film adayları arasında yerini bulamamış. Ticari boyutuyla öne çıkan filmlerden ise "Neşeli Hayat" ve "Nefes: Vatan Sağolsun"un 2, Ezel Akay'ın pek iyi eleştiriler almayan son filmi "7 Kocalı Hürmüz"ün ise 1 adaylığı var. Adaylar şöyle:

En İyi Film:
Hayat Var / İki Dil Bir Bavul / Pandora'nın Kutusu / Süt / Vavien

En İyi Yönetmen:
Reha Erdem (Hayat Var) / Semih Kaplanoğlu (Süt) / Yağmur & Durul Taylan (Vavien) / Yeşim Ustaoğlu (Pandora'nın Kutusu) / Derviş Zaim (Nokta)

En İyi Senaryo:
Bornova Bornova / Hayat Var / Neşeli Hayat / Pandora'nın Kutusu / Vavien

En İyi Erkek Oyuncu:
Erdem Akakçe (Karanlıktakiler) / Öner Erkan (Bornova Bornova) / Mert Fırat (Başka Dilde Aşk) / Engin Günaydın (Vavien) / Nadir Sarıbacak (Uzak İhtimal)

En İyi Kadın Oyuncu:
Nesrin Cavadzade (Dilber'in Sekiz Günü) / Tsilla Chelton (Pandora'nın Kutusu) / Elit İşcan (Hayat Var) / Binnur Kaya (Vavien) / Nergis Öztürk (Kıskanmak)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Erdal Beşikçioğlu (Hayat Var) / Kadir Çermik (Bornova Bornova) / Settar Tanrıöğen (Vavien) / Mustafa Uzunyılmaz (Mommo: Kızkardeşim) / Onur Ünsal (Pandora'nın Kutusu)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Derya Alabora (Pandora'nın Kutusu) / Övül Avkıran (Pandora'nın Kutusu) / Büşra Pekin (Neşeli Hayat) / Damla Sönmez (Bornova Bornova) / Serra Yılmaz (Vavien)

En İyi Görüntü Yönetmeni:
Özgür Eken (Süt) / Florent Herry (Hayat Var) / Levent Semerci & Vedat Özdemir (Nefes: Vatan Sağolsun) / Gökhan Tiryaki (Vavien) / Ercan Yılmaz (Nokta)

En İyi Müzik:
Mazlum Çimen (Nokta) / Fairuz Derin Bulut (Acı Aşk) / Reşit Gözdamla (Hayatın Tuzu) / Erkan Oğur (Mommo: Kızkardeşim) / Atilla Özdemiroğlu (Vavien)

En İyi Kurgu:
Hayat Var / Gölgesizler / İki Dil Bir Bavul / Nefes: Vatan Sağolsun / Vavien

En İyi Sanat Yönetimi:
11'e 10 Kala / 7 Kocalı Hürmüz / Hayat Var / Kıskanmak / Vavien

10 Ocak 2010

2009'da Türk Sineması

Farklı sektörlerden farklı insanlarca farklı amaçlarla yazılmış, fakat ortak noktası “2009’da Türk Sineması” olan herhangi bir yazı okuyan herkesin karşılaşacağı tek bir ortak ve önemli sözcük var: “Patlama”. Evet, Türk Sineması 2009 yılında bir patlama yaşadı kuşkusuz. Fakat bu “patlama”nın olumlu ya da olumsuz oluşu konusunda herkesin görüşleri farklı… “Nitelik” ve “nicelik” kavramlarının bu tartışmadaki payı da oldukça büyük…

Öncelikle biraz sayılarla konuşmak gerekirse, ki gerekir, 70 yerli film vizyona girmiş 2009 yılı boyunca. Bu sayı, “patlama” sözcüğünü yalancı çıkarmaksızın, 2008’de 48 filmin gösterime girdiği bir ülke sineması için yaklaşık %46’lık büyüme anlamına geliyor. 2009 yılında vizyona giren 254 filmin de %27.5’luk payına denk geliyor aynı zamanda. (2008’de bu yüzdeler %12 ve %18 imiş.) Yerli filmlerin toplam hasılatı 148 milyon TL’ye, toplam seyirci sayısı ise 19 milyona yaklaşmış yıl boyunca. Film sayısındaki “patlama”ya rağmen, bu sayılar 2008’dekiler ile karşılaştırıldığında yerli filmlerin seyirci sayısında %6, hasılatta ise %8’lik bir düşüş olduğunu görebiliyoruz. Kısacası Türk Sineması açısından vizyona giren film sayısında bir “patlama” olduğunu söyleyebilmek mümkün olsa da, bu filmlerden elde edilen gelir ve seyirci sayıları 2009’da Türk Sineması’nın gerilediğine işaret etmekte.

Erkan Aktuğ, Cumartesi günkü Radikal’deki 2009 Box-Office Değerlendirme yazısında ilginç bir noktaya değiniyor ayrıca: “Seyirci sayısındaki düşüş, ilk bakışta küresel ekonomik krize bağlanabilir. Ancak bu noktada kriz yılı olan 2009’da Amerika’da tüm zamanların gişe rekorunun kırıldığını ve gişe gelirinin 10 milyar doları aştığını hatırlatmakta fayda var. O yüzden kriz etkisini bir kenara bırakırsak bizce düşüşün en önemli sebeplerinden biri, gnctrkcll’in ‘bir bilet alana bir bilet bedava’ kampanyasını bu sezon olması. Zira gnctrkcll, üç dört yıldır uygulanan bu kampanyayla sinemaya milyonlarca lira aktarıyordu.” Bu satırların kesinlikle reklam değil, yerinde bir tespit olduğunu düşünüyorum. Çünkü sinemaya çok fazla giden bir insan olarak, bu yılın hiçbir gününde geçtiğimiz yıllarda gnctrkcll indirim günlerinde gişelerde oluşan kalabalığa benzer bir kalabalıkla karşılaşmadım.

Daha önceki yıllardan alışkın olduğumuz üzere, 18 milyonu geçen seyirci sayısının yarısından fazlası 1 milyon seyirci sınırını aşan 4 filme ait. Bu filmlerin niteliklerinin tartışılabilirliği ise had safhada… 2009 Türk Sineması’nın en çok seyirci çeken 5 filmi şöyle sıralanıyor: “Recep İvedik 2” (yaklaşık 4.3 milyon), “Güneşi Gördüm” (yaklaşık 2.5 milyon), “Nefes: Vatan Sağolsun” (yaklaşık 2.4 milyon), “Neşeli Hayat” (yaklaşık 1 milyon) ve “Kurtlar Vadisi Gladio” (yaklaşık 860 bin). Listenin üst sıralarında bunlar dışında “Kolpaçino”, “Kadri’nin Götürdüğü Yere Git”, “Türkler Çıldırmış Olmalı” ve “Kanal-İ-Zasyon” gibi ticari komedi filmleri ağırlıkta.

Kronolojik olarak bakıldığında, 70 filmin 38’i Eylül’de başlayan yeni sezona ait. Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında ise hiç yerli yapım vizyona girmemiş.

Türler bakımından üstünde durulmaya değer 2 konu var. Birincisi ‘romantik komedi’ türünün Türk sinemasındaki yükselişi. 2008 yapımı “Aşk Tutulması”ndan sonra, 2009’da yabancı türdaşlarının kalıplarına uymayı başaran iki Türk romantik-komedisi girdi vizyona: Bu türde ilerleyeceğini umduğum Murat Şeker’in “Aşk Geliyorum Demez” ve Mustafa Uğur Yağcıoğlu’nun “Sizi Seviyorum”u. Uluslararası kalıplara uymaya çalışan, diğer yandan yerel referanslara da yer veren; türün yeni yeni doğduğu bir ülke sineması için de büyük ölçüde başarılı olabilen bu filmlerin ortak yanı ise bir eksileri: İstanbullu elit kesimi merkezine koyması. Gecekondu mahallesinde geçen romantik-komediler çekelim demiyorum ama, karakterlerimizin altında son model arabalar, 2-3 katlı villalarında lüks mutfaklar, havuzlar ve üzerinde ahşap şezlongların durduğu yemyeşil çimenler olmadan da romantik-komedi yapılabileceğini düşünüyorum. “Aşk Tutulması”nda bunu becerebilen Murat Şeker’in yeniden halka inmesini rica ediyorum kısacası. Üzerinde durulması gereken ikinci konu ise Yılmaz Erdoğan’ın ilk Türk yılbaşı filmini çekmiş olması. Olumlu eleştiriler alan ve halen vizyonda olan “Neşeli Hayat”ın yapmayı başardığı şeyse tam olarak romantik-komedilerin başaramadığı şey. Halktan olmak.

Halktan olunması gereken şeyler uluslararası boyutlarda yapılmaya çalışıladursun, uluslararası olunması gereken kararlarda yerelliğin dibine vuruyor yetkili merciler. 2009 yılı için Oscar değerlendirmesine sunduğumuz filmimiz Mahsun Kırmızıgül’ün yönettiği “Güneşi Gördüm”. Tam da geçen yıl “Üç Maymun”un ne kadar doğru bir karar olduğunu, dünya standartlarında yönetmenlerimizin olduğunu ve bunların başarılı olabileceğini görmüşken bu gerilemenin nedenini ülkem insanları da, Oscar bloglarında dünya sineması tartışan dünyam insanları da anlamış değil ne yazık ki…

Yine ne yazık ki, Türk seyircisi yeniden ticari yapımları tercih etti 2009’da. Dünyanın her köşesinde var olan sorunun ta kendisi yani. Geçtiğimiz yılın bu yıl vizyona giren Altın Portakallısı “Pazar: Bir Ticaret Masalı” (Ben Hopkins) 9 bin, bu yılın Altın Portakallısı “Bornova Bornova” (İnan Temelkuran) ise 12 bin seyirci tarafından izlenmiş sadece. Dünya festivallerinde yere göğe sığdırılamayan “Süt” (Semih Kaplanoğlu) 6 bin, "Hayat Var” (Reha Erdem) 9 bin, “Pandora’nın Kutusu” (Yeşim Ustaoğlu) ise 26 bin seyirci ile yetinmiş. 2009’da sanat sinemasının diğer tanıdık yönetmenleri ise Zeki Demirkubuz (“Kıskanmak”), Derviş Zaim (“Nokta”), Çağan Irmak (“Karanlıktakiler”)… Yaratıcı bir patlama yaşayan isim ise bir yıl içinde 4 filmi vizyona giren Cemal Şan. (“Dilber’in Sekiz Günü”, “Ali”nin Sekiz Günü”, “Acı”, “Sonsuz”). Tanıdık, bildik yönetmenler bir yana, ilk filmini çeken onlarca isim sinemamızın geleceği açısından büyük umut vaat etmekte. –ki bu filmlerin arasında “Uzak İhtimal”, “Başka Dilde Aşk”, “İki Dil Bir Davul”, “11’e 10 Kala” gibi başarısı azımsanamayacak filmler de var.

Kısacası Türk Sineması’nın 2009’da yapmış olduğu “patlama”nın sadece film sayısında olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün. Nicelik artsa da nitelik yerinde saymakta. Bir yandan birbirinden değerli yönetmenlerimiz ülkemiz sinemasını dünya standartlarına yükseltmeye çalışadursun; endüstrideki tüm parayı ticari filmlerle sinema sanatını yerin dibine sokan yapımlar kazanmakta. Belki de en büyük sorun, ne ‘entel’ yönetmenlerimizin halka inmeye yanaşması; ne de ticari filmler yapan yönetmenlerimizin arada bir kişisel, sanatsal ve kaliteli filmler çekmesi. Çağan Irmak dışında bunu başarabilen bir yönetmen gören lütfen bilgilendirsin beni. (Fatih Akın da bunu çok başarabilen bir yönetmen, fakat kendisini Alman Sineması içerisinde değerlendirmek daha doğru olur.) Keşke Togan Gökbakar, “Recep İvedik” devam filmleri ile birikimlerini artırmak yerine elde ettiği parayı sanata yatırsa. (Sonuçta "Buğra" gibi sımsıcak bir kısa filmde imzası var kendisinin.) Ya da keşke Nuri Bilge Ceylan ticari bir gişe filmi çekmenin, kendi kalitesinden ödün vermediği sürece aşağılık bir girişim olmayacağını kabul edebilse. Sinemamızın diğer bir önemli sorunu ise vizyona giren onlarca Türk filminin, vizyonda sadece 1-2 hafta kalabilmesi ve özellikle sanatsal filmlerin çok sınırlı salonda oynatılıp, daha kimse göremeden yerini yeni filmlere bırakması. Bu açıdan film sayısının azaltılıp, kalitesinin artırılması; böylece filmlerin daha uzun süre vizyonda kalıp seyirci de çekmesinin sağlanması gerekiyor belki de.

İncelemeyi sonlandırmadan önce biraz kişisel hale getirmek gerekirse, ki gerekir mi emin değilim, ben de kişisel “patlama”mı yaşayıp 70 filmin 19’unu izlemişim. Yılın en iyi Türk filminin “Pandora’nın Kutusu” olduğunu düşünmekteyim. Taylan Biraderler’in “Vavien”deki Coen-vari kara film senaryosu, “Süt”ün “Yumurta”dan çok daha kolay hazmedilebilir bir film oluşu, “Bornova Bornova”nın doğallığı ve kurgusu, Gökhan Tiryaki’nin “Karanlıktakiler”deki inanılmaz görüntü yönetmenliği, “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nda İngiliz bir yönetmenin ülkemin doğusunu benden iyi tanıdığını görmek, “Başka Dilde Aşk”ın ötekileştirilenlere değinmesi, “Hayat Var”ın arabeskliği ve “İki Dil Bir Bavul”un belgesel kıvamında söylediği çarpıcı şeyler aklımda kalanlardan. Oyunculara gelince ise yıldız kadrom şöyle: Erdem Akakçe (Karanlıktakiler), Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu),Tayanç Ayaydın (Pazar: Bir Ticaret Masalı), Bora Cengiz (Kıskanmak), Tsilla Chelton (Pandora’nın Kutusu), Meral Çetinkaya (Karanlıktakiler), Öner Erkan (Bornova Bornova), Elit İşcan (Hayat Var), Binnur Kaya (Vavien), Nergis Öztürk (Kıskanmak), Melih Selçuk (Süt), Damla Sönmez (Bornova Bornova) ve Ahmet Mümtaz Taylan (Adını Sen Koy), Onur Ünsal (Pandora'nın Kutusu).

6 Ocak 2010

Candan Erçetin Kırık Kalpler Durağında

Ortaokul yıllarımdan beri severek dinlediğim, kimi şarkılarına taptığım ve kişiliğine hayran olduğum Candan Erçetin, 16 Aralık'ta çıkardığı son albümü "Kırık Kalpler Durağında" ile bir kez daha gönlümü fethetmeyi başardı. Albümde bulunan 16 şarkının çoğunda Candan Erçetin imzası var. Bunun yanında "Unutama Beni" ve "Volver a amar" coverları da albümde bulunan şarkılar arasında.

Çıkardığı 8 albüm sonrasında ve yarattığı onlarca şarkıdan sonra kafamda 3 ayrı karakterde Candan Erçetin'in bulunduğunu ve "Kırık Kalpler Durağında" albümünde 3'ünün de yer bulduğunu söyleyebilirim: Romantik Frankofon, Didaktik Öğretmen ve Oynak Trakyalı. Bu Candan'lardan ikisinin tamamen kendine özgü birer albümü olduğunu da söylemek gerek. ("Chante Hier Pour Aujourd'hui" (2003) ve "Aman Doktor" (2005)) Erçetin'in henüz iki kere ortaya koyduğu bir de Rapçi yan kimliği var ki, pek istemesem de "Şehir" düetine olan beğenim ve saygım söz etmeyi gerektiriyor. "Kırık Kalpler Durağında"yı bu 3.5 kimlik üzerinden inceleyince şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:

1. Romantik Frankofon Candan Erçetin: Sadece Fransız değil, genel anlamda Batılı bir hanımefendiden de bahsedebiliriz aslında. En sevdiğim Candan Erçetin şarkıları da genelde bu kategoriye girmekte. "Söz Vermiştin", "Sitem", "Yalnızlık", "Olmaz", "Merak Ediyorum" gibi yalnızlığı ve romantizmi ön plana çıkaran şarkılar... "Kırık Kalpler Durağında" albümünün ilk yarısına genelde bu tarz şarkılar hakim. Albüm, kendisiyle aynı adı taşıyan "Kırık Kalpler Durağında" ile başlıyor ve "Sitem" ile birlikte duyduğum en yaralayıcı şarkılardan biri olan "Git" ile devam ediyor. Esmeray ile özdeşleşen şarkılardan "Unutama Beni"yi Candan Erçetin'den dinliyor ve kendisinin damar İspanyolca şarkılardan "Volver a amar"a yazdığı Türkçe sözler ile dinlediğimiz "Yalvaramam" ile devam ediyoruz. "Vallahi" diyor bir de, "Beni öldürecek, vallahi öldürecek." Oynaklığına rağmen bu kategoriye girebilecek bir "Bahar" ve didaktikimsiliğine rağmen bu kategoriye girebilecek "Nedense Sustum" var bir de.

2. Didaktik Öğretmen Candan Erçetin: Kendisine büyük birer çıkış sağlayan şarkılardan "Elbette", "Yalan" ve "Neden" gibi şarkılarında hep öğütler vermekte, hep sorgulamaktadır Candan Erçetin. Bazılarının kendisini sevmemesinin nedeni de budur hatta. Bu albümde de öğütler veriyor, öğretmenliğe devam ederek: "Kader", "Gözler", "Unutursun", "Kimin Doğrusu" ve "Özür Dilerim" şarkılarında birbirinden didaktik cümleler sarfediyor. Paragrafın başında verdiğim örnekler hoşuma giden şarkıları olsa da, bu albümde beni başka yönleriyle etkiledi Candan Erçetin, itiraf etmeliyim.

3. Oynak Trakyalı Candan Erçetin: Kırklareli doğumlu bir Trakyalı olarak, sanatçının özüne döndüğü kişiliğidir. Biraz Anadolulu, biraz Rum, biraz Balkan'dır. Sahnede eteklerini sallaya sallaya, çıplak ayaklarıyla danseden Candan'dır. Candandır. "Aman Doktor" albümünden sonra 4 yıl bekleyip, o albümdekilere benzer şarkılara yer vermemesi pek olağan değildir. Böyle bir şey olmamıştır da. "Kırık Kalpler Durağında" albümündeki şarkılardan "Vay Halime" ve "Türkü" tamamen bu yanını temsil ediyor sanatçının. "Bahar" da biraz izler taşıyor kendisinin bu yönünden. Fazla abartmadığı ve populistliğe oynamadığı sürece, bu tarzda da sımsıcak ve 'güzel' şarkılar yarattığını düşünüyorum.

3.5. Rapçi Candan Erçetin: "Melek" albümünde Ceza ile yaptığı "Şehir" düetini gerçekten harika bulanlardanım. Fakat "Şehir"in bu kategorideki ilk ve son Candan Erçetin şarkısı olmasını ummaktaydım; korktuğum şey Erçetin'in bu işi iyi bilen birinden (bkz.Ceza) yardım almadan bir işe kalkışmasıydı. Ne yazık ki, bu "Kırık Kalpler Durağında"nın son şarkısı "Ninni" ile gerçekleşti. Sözleri başarılı bir politik eleştiriye yer veriyor olmasına rağmen, albümü 15 şarkıdan ibaret görmeme neden olan rahatsız edici şarkının da ta kendisi "Ninni".

Albümde bu kategorilerden ayrı tutmak istediğim bir şarkı daha bulunuyor. Candan Erçetin'in müziklerini yaptığı, yapımcıları arasında bulunduğu ve birkaç dakika da olsa beyazperdede de gözüktüğü Ümit Ünal filmi "Gölgesizler" için bestelediği şarkı "Ben Kimim". Tüm didaktikliği ile tam bir Candan Erçetin şarkısı olsa da, film için yazılmış ve film ile özdeşleşmesi gereken bir şarkı olduğu için ayrı tutuyorum albümdeki diğer şarkılardan.

"Kırık Kalpler Durağında" için son zamanlarda dinlediğim en güzel albümlerden biri diyebiliyorum. Özellikle sevdiğim ve özlediğim Fransız hanımefendisinin elinden çıktığı için ilk yarısını tekrar tekrar dinliyorum. "Git", beni ağlatmayı başaran şarkılardan biri oldu uzun zaman sonra. "Yalvaramam", kesinlikle "Söz Veremem" adındaki benzerinden iyi. "Bahar" ise mutluluk veriyor insana. Umarım Candan Erçetin, bir 4 yıl daha bekletmez bizleri.

"Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın
Oysa ki hep yedekte, hep elde var saymıştın
Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak
Zannetme ki pişmanlık mutluluk kadar ırak"

Git, iş işten geçmeden git
Çok geç olmadan vakit
Günahıma girmeden,
Katilim olmadan git."