29 Kasım 2009

Haftanın Şarkısı #12: "Rebel Prince"

1973 yılında New York eyaletindeki Rhinebeck'te doğan Kanada asıllı Rufus Wainwright; huzur verici bir sese sahip, yetenekli bir şarkıcı. Folk müzik sanatçıları barındıran bir aileye doğmuş, 6 yaşında piyano çalmayı öğrenmiş, ablasıyla beraber bir folk müzik grubunda çalmış, 14 yaşında bestelediği "I'm A-Runnin" 1989 yılında Kanada Film Akademisi'nin dağıttığı Genie Ödülü'ne En İyi Orijinal Şarkı dalında aday gösterilmiş, üniversitede piyano okumuş olağandışı bir yaratık aynı zamanda.

NYC ve Los Angeles'ta sahne aldıktan sonra keşfedilerek 1998'de kendi adını taşıyan ilk albümünü çıkardıktan sonra, sırasıyla "Poses" (2001), "Want One" (2003), "Want Two" (2004), "Release the Stars" (2007) ve 2007 ve 2009'da kaydettiği iki konser albümü gelmiş. 14 yaşında ilk başarısını yakaladıktan sonra 2000'li yılların başına kadar eşcinselliğini keşfettiği, tecavüze uğradığı, madde bağımlısı olduğu ve tedavi gördüğü günler gibi zor yıllar geçirmiş Wainwright. Fakat 2000'li yıllardan itibaren hem hayata dönmeyi, hem "Poses" ve "Release the Stars" gibi mükemmel iki albüme imza atmayı, hem de ergenlik yıllarında yaptığı gibi film müzikleri bestelemeye ve söylemeye devam etmiş. "Moulin Rouge!", "Aviator", "Brokeback Mountain", "The History Boys" gibi filmlerde kendi şarkılarını söyleyen / eski şarkıları yeniden cover'layan Wainwright'ın en son yazdığı orijinal film şarkıları ise 2007 yapımı "Meet the Robinsons" adlı animasyon film için yazdığı "Where Is Your Heart?" ve "Motion Waltz" ile Oscar aday adayı olan "Another Believer". Televizyonda da sık sık şarkıları ile karşımıza çıkan Wainwright'ın "Across the Universe" cover'ını "FlashForward"da duyduk en son. Wainwright, şu sıralar dünya prömiyeri 10 Temmuz'da Manchester'da yapılacak olan operası "Prima Donna" ile uğraşmakta-ymış.
İlk albümünden sonra 2001'de çıkışını ve dünyaca tanınmasını sağlayan "Poses" albümü, sanatçının "Cigarettes & Chocolate Milk", "Greek Song" ve "Rebel Prince" gibi en güzel şarkılarından birkaçını barındıran ikinci albümü. Ayrıca albümde "Moulin Rouge!" için yazılan "The Tower of Learning", "Cigarettes and Chocolate Milk"in akustik bir versiyonu ve Beatles'tan "Across the Universe" cover'ı da bulunuyor. "Poses" albümünde şarkıcının müzisyen ailesinin de bestelerde, vokallerde ve enstrümanlarda katkısı olmuş.

Geçtiğimiz Nisan ayında "Rebel Prince" ile tanıştığım, fakat daha sonra aslında birçok film müziği ile zaten tanıyor olduğumu farkettiğimi Rufus Wainwright'ın bu şarkısı da diğer tüm şarkıları gibi yumuşak ve hüzünlü bir şarkının huzur verici bir şekilde söylenmesi ile var olmuş. Bazı eleştirmenler tarafından "homoerotik" olarak tanımlanan şarkı, New York City'deki Roosevelt Oteli'nde odasında prensini bekleyen bir erkekten söz ediyor. Ayrıca her ne kadar anlamasam da, şarkının yarısının Fransızca olarak söylenmesi, mükemmel bir etki yaratıyor dinleyen üstünde.

"Does rid my dirty mind of all of its preciousness
Oh I can see him now
Though it's so far away
Amongst the roving crowd
Going the other way"

22 Kasım 2009

Sinema Dergisi'nden Son 15 Yılın En İyi 100 Filmi

En sevdiğim dergi Sinema, 15. yayın yılını kutlarken, birkaç aydır üzerinde çalıştığı "Son 15 Yılın En İyi 100 Filmi Anketi"nin sonuçlarını geçtiğimiz gün çıkardığı özel sayısı ile açıkladı. Türkiye'deki tüm sinemaseverlerin heyecanla katıldığını düşündüğüm bu anket, Türk sinefillerinin 'damak' zevkini ne kadar yansıtıyor, orası ise tartışılır. Sonuçlar, bazı istatistikler ve benim doldurduğum anket formu karşınızda.

"Son 15 Yılın En İyi 100 Filmi" listesi oluşturulurken, herkesin 15 filme oy verdiği düşünülürse, listenin ilk 15ini açıklamak gerekiyor öncelikle. Türk sinefillerin kutsal filmleri şu şekilde sıralanmış:

1) Fight Club (1999) / David Fincher
2) Shawshank Redemption (1994) / Frank Darabont
3) Matrix (1999) / Wachowski Bros.
4) Lord of the Rings: The Return of the King (2003) / Peter Jackson
5) Pulp Fiction (1994) / Quentin Tarantino
6) Dark Knight (2008) / Christopher Nolan
7) Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring (2001) / Peter Jackson
8) Braveheart (1995) / Mel Gibson
9) Se7en (1995) / David Fincher
10) Forrest Gump (1994) / Robert Zemeckis
11) Usual Suspects (1995) / Bryan Singer
12) Titanic (1997) / James Cameron
13) Gladiator (2000) / Ridley Scott
14) Oldboy (2003) / Chan-wook Park
15) Léon (1994) / Luc Besson

Farkettiyseniz liste çoğunlukla 90lı yıllar sinemasından oluşuyor. Bunun nedeni çoğu sinemaseverin "şimdi herkes yeni filmleri hatırlayıp onlara oy verecek, eskileri unutmayalım" kaygısı mı, yoksa gerçekten 90lı yıllar sinemasının 2000ler sinemasını sollaması mıdır tartışılır. Fakat "Lord of the Rings" ve David Fincher'in zaferi açıkça görülüyor. Evet, yurdum insanı karanlık ve görkemli filmleri seviyor sanırım.

İlk 100'e giren filmler konusundaki istatistiklere gelince...

90lı yıllar ilk 15'e toplanmış olsa da, genele bakıldığında homojen bir dağılım söz konusu denilebilir. 10'ar filmle listeye giren 2003 ve 2004 yıllarını, 9 film ile 2006 ve 8'er filmle 2008, 2001 ve 1998 takip ediyor. Sezon henüz yeni başlıyor olmasına rağmen 2009'dan listeye girebilmiş (ve bunu fazlasıyla hakeden) bir film de var: "Inglorious Basterds".

Hollywood listenin neredeyse %70'ine hakim. Listede, Türk sinemasına ait 8, Avrupa sinemasına ait 15, Uzakdoğu sinemasına ait 5, Latin Amerika sinemasına ait 3 film var. Türk seyircisinin ilk 100'ündeki ilk 5 Türk filmi ise şöyle:

1) Babam ve Oğlum (2005) / Çağan Irmak (21)
2) Eşkiya (1996) / Yavuz Turgul (24)
3) Masumiyet (1997) / Zeki Demirkubuz (60)
4) Issız Adam (2008) / Çağan Irmak (63)
5) Uzak (2002) / Nuri Bilge Ceylan (70)

Listede 3 animasyon film var: İlki 69. sıradaki anime "Sen to Chihiro no kamikakushi" (2001). İkincisi 77. sıradaki "Wall-E" (2008), diğeri ise 82. sıradaki "Ice Age" (2002). Diğer yandan sinefillerin yanında popüler ve romantik filmlere aşık bir kitlenin de fazlasıyla oy kullandığı açıkça görülüyor. "Twilight"ın (2008) listenin 44. sırasında, "Issız Adam"ın (2008) 63. sırada bulunması bir yana, listede "Troy" (2004), "Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl" (2003) gibi eğlencelik filmlerin bulunması da bunu ortaya koyuyor. Romantik gençlerimizin oyları ise "Notebook"u (2004) anca 81. sıraya taşımaya yetmiş.

Son 15 yılın en büyük yönetmenleri, 4'er filmi ile listeyen giren iki Amerikalı: Quentin Tarantino ve Christopher Nolan. Onları üçlemeleri ile listeye giren Peter Jackson ve Alejandro Gonzalez Iñarritu ile 3 filmleri ile listede bulunan Coen Kardeşler izliyor. Türk yönetmenlerden ise 2'şer film ile listede bulunan Çağan Irmak, Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan öne çıkıyor.

Gelelim bloggerınıza... Pek çoklarının bildiği üzere sinema delisi bir insan olmama rağmen efsanevi filmleri izlememiş olmam sorun yaratan bir durum. (İlk 15'teki filmlerin yalnızca 6'sını seyrettim, evet. Ama ilk 100'deki filmlerdeki performansım %60'ın üzerinde.) Benim listem aşağıda gördüğünüz gibiydi. Fakat her ne kadar hesap kitap yapmaya çalışsam da, alfabetik sıralanması daha doğru bir liste bu. Çünkü ilk sıramdaki "Amélie" dışında her gün yerleri değişebilecek bir liste. (Mesela o listede neden seyrettiğim en iyi Türk filmi olan "Korkuyorum Anne" (2004) yok, bilemiyorum.) Listemdeki filmlerin 9'u ilk 100'e girmeyi başarabilmiş. Ama tabii zevkler ve renkler tartışılır.

Sinema Dergisi'ne bu mükemmel çalışma ve özel sayı için teşekkürler...

17 Kasım 2009

Haftanın Şarkısı #11: "Elephant Gun"

1986'da Santa Fe, New Mexico'da doğan Zach Condon; Balkan müziğini 16 yaşında çıktığı Avrupa gezisinde keşfetmiş. Evine döndüğünde daha önce "Neutral Milk Hotel" ve "A Hawk and a Hacksaw" gruplarında çalmış olan Jeremy Barnes ve Heather Trost'u alarak indie, pop ve Balkan müziklerini harmanlayarak bestelediği şarkılarını kaydetmiş. Böylece ortaya Beirut'un ilk albümü olan "Gulag Orkestrar" çıkmış. Günümüzün hızla ünlenen Balkan, indie ve folk müzik gruplarından olan Beirut, aslında Zach Condon'un one-man-band'i. Grubun ilk albümü "Gulag Orkestrar"daki akordeon, klavye, saksafon, klarnet, madolin, ukulele, korno, çan ve perküsyon aletlerinin tümünü kendi çalan Condon; davullarda Barnes'tan, keman ve çelloda ise Trost'tan yardım almış. Condon'un tüm bu enstrümanları çalarken gitar çalamıyor olmasının nedeni ise bileğindeki bir sakatlıkmış. (Ayrıca kendisinin üniversitede fotoğrafçılık ve Portekiz dili okumasının etkileri albümlerdeki zevkli kapak seçimlerinden ve bazı şarkıların Portekizce isimlerinde görülebiliyor.)

Mayıs 2006'da piyasaya sürülen "Gulag Orkestrar"dan sonra, Beirut 2007'de önce 3 EP ("Lon Gisland", "Pompeii" ve "Elephant Gun"); daha sonra da ikinci albümleri "The Flying Club Cup"ı çıkarmış. 2009'da ise bir başka EP, "March of the Zapotec / Holland" gelmiş. Sahnede tüm enstrümanları tek başına çalması imkansız olduğundan olsa gerek, şu an grupta Condon dışında 10 kişi daha bulunmakta ve ortaya inanılmaz bir doğu-batı harmanı müzik çıkmakta.


Grubun aynı zamanda 2007 yılında çekilen ilk videosu da olan "Elephant Gun", ilk kez ilk Beirut EP'si "Lon Gisland"da yayınlanmış bir şarkı. Daha sonra 3. EP'nin de şarkının adını taşımasına karar verilmiş. Grupla tanışmamı sağlayan iki şarkıdan biri "Elephant Gun", diğeri ise son albümlerinde yer alan "Nantes" oldu. İkisinden birini seçmem gerektiğinde karar veremesem de, sonuçta daha eski bir şarkı olan "Elephant Gun"da karar kıldım. Indie müziğin Balkan ezgileriyle olan şaşırtıcı uyumundan da haberdar olmuş oldum Beirut sayesinde. Dinlendirici ve rahatlatıcı müzik dinlemek isteyenlere şiddetle önerilir.

"If I was young, I'd flee this town
I'd bury my dreams underground
As did I, we drink to die, we drink tonight."

15 Kasım 2009

21. İstanbul Kısa Film Festivali'nin Ardından...

Bu yıl 21. kez düzenlenen, Türkiye'nin en köklü kısa film organizasyonu olan İstanbul Kısa Film Festivali; 4-11 Kasım tarihleri arasındaydı. Birçok konsolosluk ve kültür merkezinin desteği ile 100'ü aşkın uluslararası kısa filmi izleme fırsatı yakaladık böylece. Ayrıca ulusal platformdaki yarışmanın da finalistleri olan 38 Türkiye yapımı kısa film de programda yer aldı. Gösterimler Fransız Kültür Merkezi (Institut Français d'Istanbul), Alman Kültür Merkezi (Göethe Institut) ve Pera Müzesi'nde gerçekleşti ve ücretsizdi. Çoğunlukla kurmaca filmlerden oluşan programda belgesel, animasyon ve deneysel kısa filmler de mevcuttu.

Ben, 3 günümü ayırdığım festival süresince 36 kısa film seyrettim. Bunlardan 9'u Türkiye, 9'u Fransa, 3'ü İspanya, 2'si Polonya, 2'si Avustralya, 2'si İsrail, 2'si ABD, 2'si Belçika; diğerleri de Tayland, Almanya, İngiltere, Tayvan ve Hollanda yapımıydı. Genelde kurmaca filmleri tercih ettiğimden 32'si kurmaca, 4'ü animasyon filmlerden oluşuyordu. Kaçırdığıma çok üzüldüğüm filmler olsa da, izleyebildiklerimden bende iz bırakan 10 film şöyle. Şiddetle önerilir: (Alfabetik sıra.)

Immer Sommer (Always Summer) / Yön: Michael Ruf / Almanya: Hayatı ertelemek ve bazı şeyler için geç kalmakla ilgili güzel bir filmdi. Başrol oyuncusu Aline Staskowiak başta olmak üzere güzel oyunculuklara ve hoş, akıcı bir senaryoya sahip film.

Jesusito de mi vida (Dear Child Jesus) / Yön: Jesús Pérez Miranda / İspanya: Filmin festival kitapçığındaki tanıtım cümlesi gerçekten çok güzel özetlemiş her şeyi: "Altı yaşındaki bir çocuk travmatik bir gecenin ardından tanrıya olan inancını kaybeder." Söz konusu olan travma o kadar trajikomik ve başrol oyuncusu olan çocuk o kadar tatlı ki, bu filmi sevmemek mümkün değildi. Ayrıca sembolik olarak tanrı inancının insanlar tarafından kullanılış biçiminin doğurduğu sonuçlara da göndermeler barındıran bir filmdi.

Miracle Fish / Yön: Luke Doolan / Avustralya: Başrolünde başka bir küçük yeteneğin bulunduğu, yine ultra şeker bir film. Adını ele konulduğunda aldığı şekille geleceğinizi okuyan balık şeklinde bir oyuncaktan alan filmde, doğumgününde bir anda kendini bomboş bir okulda bulan 8 yaşındaki Joe'nun hikayesi anlatılıyor. Oldukça komik sahneleri de bulunan bu Avustralya filmi, ülkesinde ve ABD'de bir çok ödül kazanmış.

Oktan Bir Aşk Hikayesi / Yön: Gizem Elçi / Türkiye: Bilgi Üniversitesi öğrencisi Gizem Elçi'nin yönettiği, bana "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"ı hatırlatan çok güzel bir filmdi. Festivalde seyrettiğim en iyi Türk yapımı filmlerden biriydi ayrıca. Doğaçlamaya müsait senaryosu ve eğlenceli oyuncularının da filme kattığı çok şey olmuş. Ayrıca arkadaşım Sina'nın babası Orhan Cem Çetin'i perdede görmek şok etkisi yarattı.

Onlar Birbirlerini Sevdiler Ama... / Yön: Ceylan Özgüm Özçelik / Türkiye: Türk "Moulin Rouge!"u diyorum. "Üç Maymun"daki olağanüstü performansıyla takipçisi olduğum oyuncular arasına giren Ahmet Rıfat Şungar da , karşısında oynayan Seden Aştı da bu müzikal filmde de gayet başarılıydı. Tanıtım yazısındaki "Dürüst olmak gerekirse, saçma sapan şeyler olacaktır." cümlesi gayet yerinde olmuş film için. Ama bu 'saçma sapan'lık filme o kadar yakışmış ki, çok eğlenceli bir şey çıkmış ortaya. A.R.Şungar'ın sesi güzel olmasa da...

Le Quota / Yön: Pascal Jaubert / Fransa: Fransız hükümetinin ırkçı olmadığını kanıtlamak için her eve doldurulması zorunlu bir göçmen kotası koyduğu gülünç bir durumun doğurduğu bir diyalogdan ibaret bu film. Güzel bir eleştiri ve basit bir fikrin güzel bir film haline gelmesi.

Die Schneider Krankheit (Schneider Disease) / Yön: Javier Chillón / İspanya: Festivalde izlediğim en iyi kısa filmlerden biri olan "Die Schneider Krankheit", bir mockumentary. Almanya'da yaşan(ma)yan bir olayın Almanca belgeselinin İspanyolca dublajlısı olarak kurgulanmış. Eski bir kamerayla çekilmiş olması ve başarılı sanat yönetmenliği sayesinde ortaokul yıllarında okulda izlettirilen siyah-beyaz belgeselleri ve "Lost"taki Dharma filmlerini anımsattı bana. Bir Rus uzay aracının Almanya'ya düşmesi üzerine ülkeye yayılan kurgusal Schneider hastalığının ülke üzerindeki etkilerini anlatan mocumentary, yönetmeni Javier Chillón'un ilk filmi olmasına rağmen oldukça başarılı.

Shadows in the Wind / Yön: Julia Guillén Creagh / İspanya: O'Henry'nin "The Last Leaf" adlı öyküsünden uyarlanan bu dönem filmi, yazarın okuyucuda bıraktığı etkiyi izleyicide bırakabilmeyi başarmış.

True Beauty This Night / Yön: Peter Besson / ABD: Festivalde izlediğim 36 film arasında en beğendiğim olma özelliğini taşıyan "True Beauty This Night"ın tagline'ı şöyle: "He met the love of his life... she just doesn't know it yet." ne kadar ilginç bir sürprizle karşılaşacağınız hakkında en ufak bir ipucu bile vermiyor aslında. Zekice yazılmış senaryosu ve etrafa enerji saçan performansıyla Dustin Seavey'in oyunculuğu sayesinde beni benden alan filmin fethettiği tek gönül benimki olmasa gerek ki, uluslararası festivallerde 20'ye yakın ödül kazanmış.

Yazlık / Yön: Eray Mert / Türkiye: Kız arkadaşından ayrıldıktan sonra yakın arkadaşını alıp yazlık evine kafa dinlemeye giden bir gencin post-ayrılık öyküsü. Başrolde yine Ahmet Rıfat Şungar. Güzel diyaloglarla ve güzel çekimlerle bezeli bir film. Ayrıca "İnsan yaşadığı yerde tatil yapamaz ki." cümlesini çok beğendim.

Festivalin ulusal yarışmasında ödül kazanan filmlerden yalnızca En İyi Animasyon ödülünü alan "Malfunction"ı izlediğim için, ödüller konusunda bir yorum yapamıyorum. Fakat En İyi Kurmaca Film "Güneşin Karanlığı", En İyi Animasyon Film "Malfunction", En İyi Belgesel Film "Özgürlüğe Mahkum", En İyi Deneysel Film de "Ben" filmlerinin olmuş. "Made in Europe" ve "Bornova Bornova"nın yönetmeni İnan Temelkuran'ın başkanlık ettiği ve Gökhan Tiryaki, Selen Uçer, Gökhan Atılmış, Ayşe Teker, Natali Yeres, Ceylan Özgüm Özçelik ve Oğuz İçsöz'den oluşan jürinin Jüri Özel Ödülü için seçtiği film ise kurmaca film "Dilemma" olmuş.

Festivalin varlığı ve emek harcanarak yapılmış olması ve desteklenmesi sevindirici. Pera Müzesi'nin gösterimleri kusursuz bir sinema salonunda ücretsiz izleme olanağı sunması da takdire değer. Fakat keşke Göethe'nin rahatsız koltukları olmasa ve Fransız Kültür Merkezi'nin yönetmenlerle izleyicileri buluşturma konusunda gösterdiği çabayı diğer iki kurum da göstermiş olsaydı. Ayrıca festivali düzenleyenlere küçük bir eleştirim, konuk yabancı yönetmenlerle halkın iletişimini sağlamakla görevli olan 'çevirmen'leri en azından ortaokul seviyesinde bir İngilizce sınavına soksalar fena olmazmış. Gittiğim iki seansta da iki ayrı 'çevirmen' yönetmenlere sorulanları ve onların cevaplarını o kadar yanlış çevrdi ki (hatta bazen "Yönetmenin cevabını anlamadım." dedikleri de oldu) İngilizce bilen seyircilerin yardımı gerekti. İstanbul'da bu işi gönüllü olarak yapacak ve İniglizce'yi anadili kadar iyi konuşan bir çok sanatsever olduğuna o kadar eminim ki, gerçekten yazık olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, kısa filmlere sıfıra yakın destek verilen bir ülkede, en azından bu filmleri izlemek için emek verilmesi oldukça önemli, bu yüzden teşekkürler.

11 Kasım 2009

Bana Göre: Yazarlar

31 Ekim-8 Kasım tarihleri arasında 550 yayınevinin katılımıyla TÜYAP tarafından düzenlenen ve yaklaşık 329,000 kişinin ziyaret ettiği 28. İstanbul Kitap Fuarı'nın ardından, en sevdiğim yazarlara yer vermek istedim. Okuyacağınız liste, yine çok kişisel bir liste olacak. Ve daha okumadığım o kadar çok kitap, tanışmadığım o kadar çok yazar var ki, bu listenin her yıl büyük değişikliklere uğrayabilmesi muhtemel.


- Bana göre: Yazarlar -


1. Elif ŞAFAK (1971 - ...) / Türkiye / Favorilerim: "Araf" (2004) ve "Baba ve Piç" (2006)


2. Gabriel García MARQUEZ (1927 - ...) / Kolombiya / Favorilerim: "Yüzyıllık Yalnızlık" (1967) ve "Kırmızı Pazartesi" (1981)

3. Paul AUSTER (1947 - ...) / ABD / Favorilerim: "Son Şeyler Ülkesinde" (1987) ve "Yanılsamalar Kitabı" (2002)


4. Jean-Christophe GRANGÉ (1961 - ...) / Fransa / Favorilerim: "Leyleklerin Uçuşu" (1994) ve "Siyah Kan" (2004)

5. Patrick SÜSKIND (1949 - ...) / Almanya / Favorilerim: "Koku" (1985) ve "Güvercin" (1988)

6. Ahmet ÜMİT (1960 - ...) / Türkiye / Favorim: "Kavim" (2006)

7. Orhan PAMUK (1974 - ...) / Türkiye / Favorim: "Sessiz Ev" (1983)

8. Oğuz ATAY (1934 - 1977) / Türkiye / Favorim: "Korkuyu Beklerken" (1975)

9. O.HENRY (1862 - 1910) / ABD

10. Dan BROWN (1964 - ...) / ABD / Favorim: "DaVinci Şifresi" (2003)

Starbucks'tan Kışa Özel...

Starbucks'ın bir pazarlama mucizesi olarak çıkardığı sezon ürünleri, kendini özlettiği anda geri dönmeye devam ediyor. Bunların en klasikleşmiş olanı "Starbucks Christmas Blend" ise bu yıl 25. yılını kutluyor-muş.

Şöyle diyor ailemizin kahvehanesi:

"1984 yılından itibaren bir Starbucks yılbaşı geleneği haline gelen Chrismtas Blend; Latin Amerika ve Asya/Pasifik harmanı olup, nadir bulunan ve yıllandırılmış Endonezya kahve çekirdeklerini de barındırır. Yoğun ve zengin bir içime sahiptir. Bu kahveyi; portakallı, tarçınlı, karanfilli veya teryağlı lezzetler ile denemenizi tavsiye ederiz. Kahvenizin lezzetini, Starbucks Coffee'nin kışa özel ürünü olan Zeytinli Açma ile zenginleştirebilirsiniz. Starbucks Brownie, Peynirli Simit veya Peynirli Croissant ile birlikte mükemmel bir lezzet uyumu sağlar."

Starbucks, sezona özel diğer ürünlerini de önümüze yem olarak atmış durumda. All-time-favorite kahvem "Toffee Nut Latte" bunlardan biri. Diğer içecek ise henüz denemediğim "Dark Cherry Mocha". Yiyecek olarak ise yukarıdaki paragrafte belirtildiği üzere "Zeytinli Açma", "Karamelli Cheesecake" ve "Kakaolu & Vişneli Muffin" raflarda yerini almış durumda. Tabii bir de yılbaşına özel muglar ve termoslar var.


O kadar baharatlı kahvelerden hazzetmeyen biri olarak "Christmas Blend" benlik değil belki. Ama "Toffee Nut Latte"nin dönüşü ve vişne-çikolata uyumunun hastası bir insan olduğumdan "Kakaolu & Vişneli Muffin" ile bu kış sezonu kalbimi kazandı.

8 Kasım 2009

En İyi Filmler: 2008

Film afişleri, müzikleri ve oyuncularından sonra sıra en iyi filmlerine geldi 2008'in. Popüler-bağımsız-stüdyodraması-müzikal-yabancıfilm ayrımı gözetmeksizin seyrettiğim 2008 yapımı 120'ye yakın film arasından kişisel bir "En İyi 10" listesi var aşağıda. Çok iyi filmler dışarıda kalmış olsa da... (Yine, alfabetik sırada)


Changeling (ABD)
Yön: Clint Eastwood
Senaryo: J. Michael Straczynski
Oyuncular: Angelina Jolie, Jeffrey Donovan, John Malkovich, Jason Butler Harner, Colm Feore, Eddie Alderson


Curious Case of Benjamin Button (ABD)
Yön: David Fincher
Senaryo: Eric Roth (F. Scott Fitzgerald'ın aynı adlı kısa hikayesinden uyarlama)
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Taraji P. Henson, Tilda Swinton, Julia Ormond, Elias Koteas, Jared Harris, Jason Flemyng, Mahersalalhashbaz Ali, Phyllis Somerville
(Oscar, En İyi Film Adayı, En İyi Yönetmen Adayı, En İyi Uyarlama Senaryo Adayı; Altın Küre, En İyi Film - Drama Adayı, En İyi Yönetmen Adayı, En İyi Senaryo Adayı)


The Dark Knight (ABD)
Yön: Christopher Nolan
Senaryo: Jonathan & Christopher Nolan (Bob Kane'in yarattığı çizgiroman karakterlerini kullanarak)
Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Aaron Eckhart, Michael Caine, Maggie Gyllenhaal, Gary Oldman, Morgan Freeman


The Fall (ABD)
Yön: Tarsem Singh
Senaryo: Dan Gilroy, Nico Soultanakis, Tarsem Singh
Oyuncular: Lee Pace, Catinca Untaru


In Bruges (İngiltere)
Yön: Martin McDonagh
Senaryo: Martin McDonagh
Oyuncular: Collin Farrell, Brendan Gleeson, Ralph Fiennes
(Oscar, En İyi Orijinal Senaryo Adayı; Altın Küre, En İyi Film - Komedi/Müzikal Adayı)


Låt den rätte komma in (İsveç)
Yön: Tomas Alfredson
Senaryo: John Ajvide Lindqvist (kendi romanından uyarlama)
Oyuncular: Kåre Hedebrant, Lina Leandersoon, Per Ragnar


Mannen som elsket Yngve (Norveç)
Yön: Stian Kristiansen
Senaryo: Tore Renberg (kendi romanından uyarlama)
Oyuncular: Rolf Kristian Larsen, Arthur Berning, Ole Christoffer Ertvaag


Milk (ABD)
Yön: Gus van Sant
Senaryo: Dustin Lance Black
Oyuncular: Sean Penn, James Franco, Emile Hirsch, Josh Brolin, Diego Luna
(Oscar, En İyi Film Adayı, En İyi Yönetmen Adayı, En İyi Orijinal Senaryo Ödülü)


Slumdog Millionaire (İngiltere)
Yön: Danny Boyle
Senaryo: Simon Beaufoy (Vikas Swarup'un "Q&A" adlı romanından uyarlama)
Oyuncular: Dev Patel, Freida Pinto, Irrfan Khan, Anil Kapoor
(Oscar, En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü; Altın Küre, En İyi Film - Drama Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Senaryo Ödülü)


Sonbahar (Türkiye)
Yön: Özcan Alper
Senaryo: Özcan Alper
Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze
(Yeşilçam, En İyi Film Adayı, En İyi Yönetmen Adayı, En İyi Senaryo Adayı; SİYAD, En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Adayı, En İyi Senaryo Ödülü)

6 Kasım 2009

Mika, "The Boy Who Knew Too Much"

Hayatımı renklendiren insanlardan Mika'nın son albümü "The Boy Who Knew Too Much" çıkalı 1.5 ay oluyor. Fakat ben şarkıları hâlâ dinlemeye doyamadığım için hakkında bir şeyler yazmaya anca vakit bulabildim.

2007 yılında rengarenk kişiliği ve kıyafetleri, hayat dolu şarkıları ve tiz sesiyle; "Grace Kelly"si ve "Life in Cartoon Motion" albümü ile hayatımıza giren ve etrafa sevgi kelebekleri saçan İngiliz şarkıcı Mika; şişman kızların da sevilebileceğini vurguladığı ya da bir adamın başka bir adama aşık olup onunla uzaklara kaçtığı hikayeler anlattığı bu albümü ile gerçekten pozitif enerjinin dalağını yarmıştı o zamanlar. Bu enerjisinden hiçbir şey kaybetmeden, kendi deyimi ile ilk albümünün ikinci bölümü olan "The Boy Who Knew Too Much" çıkageldi bu 21 Eylül'de.

Albümün çok iyi seçilmiş, Mika ruhunu tamamen yansıtan çıkış şarkısı ve ilk parçası "We Are Golden"la ise şarkının kendisinden de renkli video klibi sayesinde albüm çıkmadan iki hafta önce, 7 Eylül'de tanıştık. Şarkıyı daha ilk dinlediğimde o "teenage circus" gözlerimde canlanmıştı ve bunda büyük ihtimalle Mika'ya şarkıda eşlik eden Andrae Crouch Gospel Choir'ın etkisi büyük. Madonna'nın "Confessions Tour"u da dahil olmak üzere bir çok videosu ve Robbie Williams, Pink, Maroon5 gibi sanatçı ve grupların video klipleri ile tanınan İsveçli yönetmen Jonas Åkerlund ise "We Are Golden"ın video klibi ile Mika'yı özetlemişti bir anlamda. (Parçanın klibinde 90'lı yıllarda, bir röportajında belirttiği üzere gerçekten o yıllarda yapmakta olduğu gibi, rengarenk odasında iç çamaşırı ve renkli spor ayakkabılarıyla şarkı söyleyip dansederken izliyoruz Mika'yı.)

"We Are Golden"da, çocukluk ve ergenlik dönemlerine dönen Mika; "Blame It on the Girls" ile devam ediyor enerji salmaya. Aynı zamanda ikinci single ve video klip olarak seçilen bu ikinci parçada ise zengin, her şeye sahip olan ama hayata bakış açısı yüzünden mutsuz olan bir adamın suçu kime atması gerektiği üzerinde duruyor. "Blame it on the girls who know what to do / Blame it on the boys who keep hitting on you / Blame it on your mother for the things she said / Blame it on your father but you know he's dead" diyor. Mika'nın cinsiyetsiz parçalarından bir başkası şeklinde olan yorumumu, parçanın klibinde yarı-erkek-yarı-kadın kostümü giymiş dansçılar da destekliyor.

Cinsiyet demişken, Mika'nın cinsel tercihleri ile ilgili ortada dolaşan farklı görüşlerin hangisine inanmak lazım diyenler için Eylül ayında Gay&Night dergisinde yayınlanan röportajından, kendi ağzından geliyor: "I've never ever labeled myself. But having said that; I've never limited my life, I've never limited who I sleep with... Call me whatever you want. Call me bisexual, if you need a term for me... You should be as free as you want."

Albümde üçüncü olarak, 22 Kasım'da üçüncü single olarak piyasaya sürülecek ve klibi henüz çıkmış olan "Rain" geliyor. "Rain", (Mika standartlarına göre) hüzünlü ve Mika'nın en tizde hangi notalara çıkabildiğini rahatlıkla duyabildiğimiz bir parça. Klipte yağmur, ışık ve aynalarla ormanda danseden bir Mika izliyoruz. Biraz önce bahsettiğim bu Mika-standartlarına-göre-hüzünlü kısım "Dr.John" ve "I See You" ile devam ediyor.

Birazcık da olsa düşen enerji, tropikal bir gazı olan ve albümdeki en sevdiğim şarkılardan biri olan "Blue Eyes" ile tekrar zirve yapıyor. Kızlar üzerine bir şarkı olan "Good Gone Girl" ve dokunmak üzerine bir başka cinsiyetsiz şarkı "Touches You" da aynı seviyeyi koruyor. Sonrasında yine hüzünleniyoruz biraz. Etkileyici bir girişe sahip olan "By the Time", gerçekten albümün en üzgün şarkısı.

Albümde sonra iki ilginç hikaye ile karşılaşıyoruz "One Foot Boy" ve "Toy Boy". "Toy Boy" gerçekten çok komik bir hikaye. Üzüntü veren yanları da olsa, o kadar güzel ilerliyor ki hem sözler hem müzik anlamında, çok sevimli bir şarkı. Sözlerin komedi bazında zirve yaptığı yerler ise şunlar: "But your momma thought / There was something wrong / Didn't want you sleeping / With a boy too long / It's a serious thing / In a grown-up world / Maybe you'd be better / With a Barbie girl". Albümün finali ise yine tizlerden bir şarkı olan "Pick Up Off the Floor" ve "We Are Golden"ın akustik versiyonu ile geliyor.

Mika, kapağından şarkılarına, sözlerinden enerjisine her şeyiyle ilk albümdeki kişiliğinden ve müziğinden hiçbir şey kaybetmemiş; tersine kendisini ve yaptıklarını ileriye taşımış. Baştan aşağı rengarenk bir sirk ortamı vaat eden "The Boy Who Knew Too Much"ta kişisel favorilerim ise, "We Are Golden", "Rain", "Blue Eyes" ve "Toy Boy". Eğlenceli -ve ilgiye bakılırsa yine bir Fransa konseri sırasında çekilecek olan- konser DVD'sini de dört gözle bekliyorum.

"Teenage dreams in a teenage circus

Running around like a clown on purpose

Who gives a damn about the family you come from

No giving up when you're young and you want some"

4 Kasım 2009

İki Sunucu Birden!

Akademi'nin dün yaptığı açıklamaya göre, 7 Mart 2010'da yapılacak 82. Akademi Ödülleri Töreni'nin Amerikan sinema ve televizyon dünyasının iki ünlü komedyeni tarafından birlikte sunulmasına karar verildi. Fazlasıyla güleceğimizin habercisi olan bu ikili Steve Martin ve Alec Baldwin.

Geçtiğimiz ay, Bill Mechanic ve "So You Think You Can Dance" yarışmasının jüri üyesi ve kareografı olan Adam Shankman törenin yapımcıları olarak seçilmişti. İkili önce geçtiğimiz yıl başarılı bir performans sergileyen Hugh Jackman'a teklif götürmüş, fakat Jackman iki yıl üst üste bu görevi üstlenmek istemediği için olumsuz cevap almışlardı. Bloglarda, internet forumlarında ve bu işi bilenlerin yorumlarında ortaya çıkan sunucu-ikili fikrinden sonra, ikinci teklif geçtiğimiz yıl "Tropic Thunder"da güzel bir iş çıkaran Ben Stiller ve Robert Downey Jr. ikilisine yapılmış; fakat yine olumsuz cevap alınmıştı.

Sonuç olarak töreni sunacak ikili bu yıl Nancy Meyers imzalı "It's Complicated" filminde Meryl Streep'i de aralarına alarak takdir edilen bir komedik performansta izleyeceğimiz Martin ve Baldwin ikilisi olarak resmen duyuruldu. Yapımcılar üçüncü tercihleri olsa da, iki ismin mükemmel bir ikili olduğunu ve Steve Martin'in Oscar Sunucusu olarak deneyimlerinin Alec Baldwin'in olaya getireceği taze kanla birleşecek olmasından heyecan duyduklarını belirtmişler.

Steve Martin, 73. ve 75. Akademi Ödülleri Töreni'ni sunmuş ve beğeni toplamış bir komedyen. Geçtiğimiz yılki törende Tina Fey ile birlikte En İyi Senaryo dalındaki ödülleri sunmuşlar ve zekice esprileriyle beğenimi kazanmışlardı. (Keşke, Alec Baldwin yerine Tina Fey bulunsaydı diye düşünmediğimi söylesem yalan olur.) "30 Rock" sayesinde kazandığı 2 Emmy'li Alec Baldwin ise 2003 yılında "The Cooler" filmindeki yardımcı performansı ile bizzat Oscar'a aday olmuş, tören sahnesinde de en son bu yıl gözükmüştü.

İkilinin töreni sunmasının "It's Complicated" filmi ve törenin kendisi için pazarlama konusunda büyük bir artı olduğu tartışılmaz. Törende Meryl Streep ve Tina Fey'in bir ödül sunmak için sahneye çıkması ve bu dakikalarda çok eğlenceli şeylere tanık olacağımız da su götürmez bir gerçek. Bunların dışında Steve Martin'in profesyonel bir banjo sanatçısı olduğu (ve bununla 2001 yılında kazandığı bir Grammy'si bulunduğu) da unutulmamalı. Banjo'nun da bir komedi unsuru olarak törende kullanılacağının ilk habercisi de "Töreni Alec Baldwin ile birlikte sunacak olmak mutluluk verici." şeklinde açıklama yapan Martin'in Baldwin'den şu cevabı: "Banjo çalamıyor olsam bile bu görev çok heyecan verici, çok büyük bir fırsat."