31 Ekim 2009

Haftanın Filmi #8: Ice Storm (1997)

Filmlerinin önemli bir kısmını ülkesi Tayvan yerine Amerikan Sineması dahilinde çeken Oscarlı yönetmen Ang Lee'nin 1997 yapımı filmi "Ice Storm", bir Amerikan suburbia filmi. Rick Moody'nin romanından James Schamus tarafından uyarlanan film, gerçekten de Asyalı bir yönetmenin elinden çıkmasına rağmen gerçek Amerika'yı anlatmayı başarabilmiş. İlerleyen yıllarda Sam Mendes'in "American Beauty" (1999) ve "Revolutionary Road" (2008) filmlerinde ustaca başardığı şeyin, ya da "Desperate Housewives" dizisinde işlenen konunun da bir öncüsü olmuş, hayatın içinden başarılı bir film.

70'li yılların Watergate Skandalı ile çalkalanan Amerika'sında Connecticut'ta Şükran Günü zamanında geçiyor film ve iki aileyi alıyor merkezine. Birbirlerine komşu olan Hood ve Carver aileleri... Dışarıdan bakıldığında sıradan ve tipik birer Amerikan ailesi ikisi de: İki çocuklu, iki katlı ev ve araba sahibi, mutlu gözüken... Hood ailesinin liseli bir oğlu ve ergenliğe yeni girmiş bir kızı; Carver ailesinin ise aralarında birkaç yaş olan iki ergen oğlu var. Filmdeki tüm karakterlerin; kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir farketmeksizin ortak yanı ise, hayattan kaçmak için alkole ve sekse başvurmaları. Ailenin büyükleri bunu eş değiştirme partilerinde ya da eşlerini aldatarak yaparken, gençleri New York'lu kızları yatağa atmaya çalışıyor. İki ailenin henüz 15 yaşında bile olmayan oğulları ve kızı ise birbirlerinin bedenlerini keşfetmeye çalışıyorlar erken yaşlarında. Ve tüm bunların fonunda filmin atmosferine çok güzel uyum sağlayan bir buz fırtınası var.

Filmin oyuncu kadrosu, 90'lı yılların yıldız oyuncuları ve 2000'li yıllarda parlayacak olan o zamanın çocuk oyuncularından oluşuyor. Joan Allen, Kevin Kline, Tobey Maguire ve Cristina Ricci Hood Ailesi'ni oluştururken; Carver'lar Sigourney Weaver, Jamey Sheridan, Elijah Wood ve Adam Hann-Byrd tarafından canlandırılıyor. Kadroda bulunan bir başka isim ise Katie Holmes. Tüm oyuncular başarılı performanslar sergilese de filmde, Sigourney Weaver ve Kevin Kline özellikle öne çıkıyorlar.

Sinemaya uyarlanırken, romandaki ağır cinsel içeriğin büyük kısmı yok edilmiş olsa da; modundan fazla bir şey kaybetmediğini sanıyorum hikayenin. "Ice Storm"un uyarlama senaryosu, 1997 yılında Cannes Film Festivali'nde Schamus'a En İyi Senaryo dalında ödül kazandırmış.

"Ice Storm", güzel bir suburbia hikayesi olarak Amerika hayatını, gençler ve yetişkinlerin dünyasının aslında pek de farklı olmadığını ve aile içi sorun ve bunalımları gayet güzel anlatmayı başarabilmiş bir film. Yönetmeni Ang Lee başta olmak üzere, ekibinde yer alan her ismin filmografisinde güzel bir basamak olmuş bence.

29 Ekim 2009

En İyi Oyuncular: 2008, Bölüm II

Oyunculuk, geride iz bırakacak ve akıllara kazınacak denli rolü yaşamak olmalı diyenlerdenseniz, 2008 sinemasının en iyi performansları karşınızda... Yazının bu ikinci bölümünde sıra erkeklerde. Kimi zalim ve acımasız, kimi deli, kimi zırdeli, kimi saman altından su yürüten, kimi çocuk, kimi çocuksu, kimi ciddi ve sert, kimi genç, kimi yaşlı (kimiyse yaşlandıkça gençleşen) 20 adam. Etkileyici ve yaralayıcı performanslar hepsi de... Heath Ledger'ın anısına... (Oyuncular soyadı sırasına göre sıralanmıştır.)

Russell Brand (
Forgetting Sarah Marshall) Aldous Snow: İngiliz komedyen Russell Brand, bu Amerikan komedisinde, çok başarılı bir İngiliz popstar tiplemesiyle karşımızdaydı. Özellikle "Inside You" adlı şarkısı ve magazin haberlerindeki görüntüleri ile fazlasıyla güldürmeyi başarmış ve çok iyi olmayan bir komedi filminde yardımcı bir rolle parlamıştı.

Daniel Craig (Defiance) Tuvia Bielski: Bielski kardeşlerin en büyüğü ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ormanda saklanan bir Yahudi grubun lideri olarak izledik Daniel Craig'i. Liev Schreiber ve Jamie Bell ile güzel bir uyum içinde, liderliği oyunculuğu ile gösterebilişiyle dikkat çekiyordu yeni (hatta iki film oldu, eskidi bile diyebiliriz) Bond'umuz.

Leonardo DiCaprio (
Revolutionary Road) Frank Wheeler: Leonardo DiCaprio her yıl canlandırdığı değişik karakterler ile dikkat çekmeyi başarıyor ve 1997'de hayatımıza giren o genç adamın olgunlaştığını gösteriyor yeniden. Kariyerinin en olgun rollerinden birinde, Amerikan sıradan aile yaşamına istemeden uyum sağlayan bir adam olarak izledik onu bu yıl da. 1997'de beraber yıldızlaştığı Kate Winslet ile yeniden biraraya gelen DiCaprio, Winslet kadar olmasa da mükemmel bir oyunculuk sergiliyordu filmde. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Robert Downey Jr. (
Tropic Thunder) Kirk Lazarus: Hugh Jackman geçtiğimiz Oscar töreninin açılış konuşmasında "Robert Downey Jr. He is an American, acting as an Australian who acts as an African-American" olarak söz etmişti bu fazlasıyla komik ve fazlasıyla zor rolden. Robert Downey Jr., Ben Stiller'ın yönettiği ilginçliklerle dolu bu komedi filminde ikinci Oscar adaylığını alacak kadar öne çıkıyordu. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Colin Farrell (In Bruges) Ray: Bir ilk filmin, bir bağımsız filmin beklenenden çok fazla başarısında oyuncularının rolü de yönetmen-senaristi Martin McDonagh kadar büyüktü. Bu oyuncuların ilki de filmin masum çocuğu rolündeki Colin Farrell idi. Bruges'ün hüzünlü ve turistik atmosferini fon alan bir filmde, kentin sessizliği ile tezat oluşturan bir koşuşturmanın avıydı Farrell. Ve artık Bruges'ün havasından-suyundan mıdır nedir, çoğu zaman sahnelediği başarısız performansından eser yoktu. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Ödülü)

Ralph Fiennes (In Bruges) Harry: "In Bruges"ün kötü adamı Ralph Fiennes, bu listede yer almayı bu filmdeki performansı ile hakettiği kadar, "Reader" ve "Duchess" filmlerindeki performansları ile de hakediyor. Bir yıl içinde üç ayrı filmde, üç çok farklı rolde karşımıza çıkan Fiennes; 90'lı yılların sonundan sonra fazla ortada gözükmemiş olmasının acısını çıkardı diyebiliriz 2008'de. "In Bruges"de filmin çok sonlarına doğru olaya dahil olsa da, unutulmaz bir kötü adam portresi çizmiş, fazlasıyla güldürmüştü beni. (Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı ("Duchess"))

Brendan Gleeson (In Bruges) Ken: "In Bruges" filmi ile listede yer alan üçüncü isim ise sessiz ve ortayaşlarının sonunu yaşayan bir İngiliz. Filmde kötü tarafta olsa da, içindeki iyiliği her daim izleyene hissettiren bir karakter çok yakışmış kendisine. Bu rolü ile fazla ödüllendirilmese de, geçtiğimiz ayki Emmy Ödül Töreni'nden bir ödülle döndü Gleeson. (Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Komedi/Müzikal Adayı)

Philip Seymour Hoffman (Doubt) Father Brendan Flynn: 2000'li yılların yükselen oyuncusu PSH, ilk adaylığı ile Oscar'a kavuştuğu 2005'ten sonra da başarısından ödün vermedi. 2007'de "Charlie Wilson's War"da yine bambaşka bir karaktere bürünen oyuncu, bu yıl "Doubt"ın suçlanan rahibi Flynn rolündeydi. Filmi ayakta tutan 4 kişilik oyuncu kadrosunun tek erkeği olarak, filmin muallaktaki senaryosuna yakışır bir performans ile soru işaretlerimizin hakkını verdi. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Richard Jenkins (Visitor) Prof. Walter Vale: Bugüne kadar hep silik ve bezmiş rollerde, bağımsız yapımlarda karşımıza çıkan Jenkins, yine bir bağımsız filmde, ama bu kez başrol oyuncusu olarak beyazperdedeydi. Hep işi varmış gibi davranan ama aslında karısının ölümünden beri boşlukta olan bir ekonomi profesörüyken, kendini kaçak bir göçmenin savunucusu ve Suriyeli ailesinin destekçisi olarak bulan bir New Yorklu olarak... (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı)

Frank Langella (Frost/Nixon) Richard Nixon: Amerikan tarihinin çok konuşulan ve çokça beyazperdede canlandırılan başkanlarından Nixon, bu kez Langella'nın bedeninde hayat buldu. Başkanın bir gazeteci ile televizyonda yayınlanan tartışmaları üzerine belgesel kıvamında bir filmdi "Frost/Nixon" ve Langella'nın adeta Nixon'a dönüşümü de bu belgeselliğin önemli bir nedeniydi. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Heath Ledger (Dark Knight) The Joker: Film vizyona girmeden ve sinema tarihinin gelmiş geçmiş en ikonik kötü adamlarından birine dönüştüğünü izleyemeden aramızdan ayrılan Heath Ledger'ın "Dark Knight"taki performansı üzerine fazla söz söylemeye gerek yok sanırım. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü)

Eddie Marsan (Happy-Go-Lucky) Scott: Yılın en neşeli ve hayat dolu filminin, en somurtkan ve en hayttan bezmiş karakteri olan direksiyon öğretmeni Scott; çok 'farklı' bir karakterdi. İngiliz komedyen Eddie Marsan'sa o kadar cuk oturmuştu bu role ve o kadar inandırıcıydı ki, adama kıl olasınız geliyordu. "Enraha!" sözcüğü, obsesif hareketleri ve öfkeli bağırtılarıyla mükemmeldi Marsan.

Charlie McDermott (Frozen River) T.J. Eddy: "Frozen River"da Melissa Leo'nun başarılı oyunculuğunun yanısıra, genç bir isim de oğlu rolünde parlıyordu. Babası bir sürü borçla evi terkettikten sonra evin tek erkeği haline gelen, annesi çalışırken (ve kanun dışı işler yaparken) kardeşine bakan ve arada başını derde sokan bir ergendi McDermott.

Sean Penn (Milk) Harvey Milk: Bu yıl ikinci Oscar'ını Harvey Milk'e dönüşerek elde eden usta oyuncu Sean Penn, eşcinsel haklarının en büyük savunucularından Harvey Milk rolünde fazlasıyla inandırıcı ve gerçekçiydi. Tüm oyuncu kadrosu da oldukça uyumluydu Penn ile, ama kendisinin performansının önüne geçmek mümkün değildi. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı)

Brad Pitt (Burn After Reading) Chad Feldheimer: Büyüdükçe gençleşen yaşlı bir bebekti önce. Sonra bildiğimiz Brad Pitt oldu 2.5 saatte. Benjamin Button'ın kısa bir öyküden uyarlanan (değil de yaratılan) hikayesinin baş kahramanı olarak Brad Pitt, farklı dönemlere, farklı kıyafetlere ve farklı hayatlara uyum sağlayabilen bir oyunculuk sergiledi filmde. Ama yine de kendisinin "Burn After Reading"deki erkek aptal sarışın rolünün yılın en iyi performanslarından biri olduğunu düşünüyorum ben. Kulağında sürekli taşıdığı iPod'u ve ağzından çıkarmadığı sakızı ile ölse bile komik duran bir karakter... Süperdi be! (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı ("Curious Case of Benjamin Button"); Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Adayı ("Curious Case of Benjamin Button"))

Mickey Rourke (Wrestler) Randy: 2008'de beyazperdeye geri dönüş gerçekleştiren Rourke, bir ayakta kalma ve aslında kendisi gibi bir sahneye geri dönme hikayesinde çıktı karşımıza. Amerikan güreşçisi Randy rolünde hüzünlü ve güçlü bir performans sergiledi. (Oscar, En İyi Erkek Oyuncu Adayı; Altın Küre, En İyi Erkek Oyuncu - Drama Ödülü)

Michael Shannon (Revolutionary Road) John Givings: "Revolutionary Road"da, hayallerle gerçekleri ayırabilen, hayatın acımasızlığının farkında olan tek bir karakter vardı aslında. O da bir deliydi. Aslında bir matematikçi olan fakat sonrasında aklını kaybeden John rolünde Michael Shannon tüm gidip-gelişleriyle çok iyi bir oyunculuk sunuyordu izleyenlere. (Oscar, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı)

Jim Sturgess (21) Ben Campbell: Yılın başarısız ticari filmlerinden olsa da, Jim Sturgess'in karakterinin filmin başından sonuna olan değişimini çok iyi yansıttığı bir filmdi "21". Kumar dünyasına girmesiyle hayatı değişen bir öğrencinin psikolojisini çok iyi yansıtan Sturgess, bana göre kendi alanının en iyisiydi.

Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun) İsmail: 1983 doğumlu Şungar, görmeyen-duymayan-konuşmayan insanların filminde parladı geçtiğimiz sene ve bana göre bu yılın en iyilerinden oldu. Babası hapisteyken yasak bir ilişki yaşayan annesi ile tecahül-ü arifler üzerine kurulu ilişkisini çok başarılı bir şekilde özümsemişti genç oyuncu. (SİYAD, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü; Yeşilçam, En İyi Genç Yetenek Ödülü)

Brandon Walters (Australia) Nullah: Nicole Kidman ve Hugh Jackman'ın "Gone with the Wind"vari bir aşk yaşadığı uzak ülke hikayesinin yerli ve sevimli çocuğu Nullah rolünde Brandon Walters vardı. Kendisi 1996 doğumlu ve Aborjin kökenli olan bu şirin insan, filmi sanat yönetimi ve kostümleriyle beraber ayakta tutan unsurlardan biriydi.

26 Ekim 2009

Filmekimi 2009'un Ardından...

Bu yıl 8. kez düzenlenen, benimse 4. kez katıldığım Filmekimi'nde geçtiğimiz seneki rekorumu da bir filmle geçerek 9 film izleme fırsatı buldum. 24 filmin gösterildiği festivalde seçtiğim filmlerin hepsi, geçtiğimiz yılın aksine beklediğimi bulduğum filmler değildi ne yazık ki. Fakat tabii ki, çok beğendiğim filmler, hayran kaldığım yönetmen ve senaristler, bakakaldığım oyuncular oldu. Hepsi burada...

"Capitalism: A Love Story": Belgesel filmleri sinemada seyretmeyi pek sevmeyen biri olarak, espri anlayışına ve muhalifliğine hayran olduğum Michael Moore'un son belgeseli ile yaptım festivalin açılışını. Moore sivri dilini bu kez büyük şirketleri, bankaları ve tüm bunların Amerikan Hükümeti ile olan münasebetini yermek için kullanmış, ardı ardına taşlarını atarken de "Ekonomik krizin geleceği çoktan belliydi." demeye getirmiş. Krizin kurbanı insanların durumlarına tamamen zıt bir refah içinde yaşayan banka ve şirket sahiplerinin kirli çamaşırlarını dökmüş bir bir ortaya. Belgeselin Roma İmparatorluğu ve ABD arasında gidip gelen ve aradaki benzerlikleri ortaya koyan esprili açılışı bir yana, Moore'un bankaları elinde bir çuval ve ağzında "Merhaba, ben Michael Moore; Amerikan Halkı'nın parasını geri almaya geldim." cümlesiyle dolaştığı kapanışı da oldukça trajikomikti. Son belgeseli olduğunu söylese de kendisine inanmak istemediğim Moore, festivalin en iyi yönetmeni oldu benim için.

"Chéri": "High Fidelity", "Dirty Pretty Things", "Mrs. Henderson Presents" ve "Queen" gibi farklı ve geniş yelpazede filmler çeken ve hepsini izlenir kılan Stephen Frears'ın Fransız Colette'in romanından uyarladığı Belle Époque dönem filmi "Chéri", festivalde izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Michelle Pfeiffer, Rupert Friend ve Kathy Bates'in çok iyi performanslarının da bunun etkisi büyüktü tabii. Çok sevdiğim film müziği bestecisi Alexandre Desplat'ın artık kendini tekrar etmeye başladığına dair şüpheleri içime yerleştirse de, kostümleri ve oyunculukları ile büyüledi beni "Chéri".

"Humpday": İki straight erkeğin sarhoşken girdikleri bir iddia sonucu gaza gelip gay pornosu çevirmesinin hikayesi olduğunu okuduğumda, çok daha komik ve çok daha eğlenceli bir film beklemiştim. Fakat Lynn Shelton'ın Sundance Film Festivali'nden ödülle dönen bu bağımsız filmi, bende hayal kırıklığı yarattı.

"London River": 2006'da En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan "Indigénes" ile tanıdığımız Cezayirli yönetmen Rachid Bouchareb'in Berlin Film Festivali'nden iki ödülle dönen filmi, 2005 yılındaki Londra'daki terör saldırılarından sonra oğlundan haber alamayan Cezayirli baba Ousmane ve İngiliz anne Elisabeth'in merak içinde çocuklarını ararken Londra'da kesişen yollarının hikayesi. "London River", iki oyuncusunun (Brenda Blethyn ve Gümüş Ayı'lı Sotigui Kouyaté) ayakta tuttuğu; dinlerarası diyalog, ırkçılık ve dil konularında oldukça güzel saptamaları olan karamsar ama güzel bir film.

"Whatever Works": Woody Allen'ın 3'ü Londra'da, 1'i Barcelona'da geçen 4 yıllık Avrupa tatilinden sonra uzmanı olduğu New York'a döndüğü son filmi "Whatever Works", festivalin en iyi filmiydi bence. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü ve bu kadar zekice esprilere güldüğümü hatırlamıyorum. Narsizmin dalağını yarmış intihara meyilli yaşlı bir fizikçi olan Boris'in sırasıyla ve hepsi de ansızın hayatına giren aptal sarışın Melodie, annesi Marietta, babası John ve falcı Helena'nın ultra komik hikayesi. Önce birbirinden nefret eden, ama Manhattan sokaklarında dolaşırken gitgide birbirine benzeyerek birbirlerini sevmeye başlayan bir kız ve bir adamın hikayesi. Woody Allen'ın her zamanki gibi doğaçlamaya elverişli usta senaryosu, farklılığıyla güzel mizah anlayışı ve özellikle Evan Rachel Wood ve Patricia Clarkson'ın oyunculuklarıyla yönetmenin 2000'li yıllarda New York'ta çektiği en iyi film bana göre. Ayrıca Boris karakteri bana o kadar Woody Allen'ı çağrıştırdı ki, neden kendisinin oynamadığını anlayamadım.

"Informant!": Steven Soderbergh'in iki filmden oluşan Che destanı ile beraber festivalde gösterilen 3. filmi olan "Informant!", ilginç konusuna rağmen sıkıcı ve tatmin etmekten uzak bir filmdi. Başroldeki Matt Damon'ın iyi performansına, yalan söyleyen bir adamın düştüğü durumlar gibi çok uç noktalara çekilebilecek bir konuya rağmen... Çok ağır ilerleyen, çok yavaş bir film. Casus filmi değil, casus komedisi hiç değil.

"9": Yapımcıları arasında Tim Burton ve Timur Bekmambetov'un bulunduğu, müziklerini Danny Elfman'ın yaptığı bir animasyon demek yeterli olur "9" için. Zaten bu cümle güzel bir film seyredeceğinizin garantisidir çünkü. Postapokaliptik bir dünyada, 9 bez bebeğin dünyayı ele geçirmiş olan makinelere karşı savaşını anlatan karanlık animasyon (pek anlam veremediğim ve havada kaldığını düşündüğüm sonu dışında), oldukça izlemesi zevkli bir filmdi.

"Moon": Duncan Jones'un ilk filmi, bir ilk filme göre oldukça iddialı, oldukça zor bir konuyu işleyen ve fazlasıyla başarılı bir filmdi. Sam Rockwell'in tek başına omuzladığı filmdeki olağanüstü performansının bundaki etkisi tabii ki çok büyük. Kevin Spacey'nin sesi ile hayat verdiği robot Gerty'i saymazsak; Rockwell tamamen yalnız film boyunca. Bir bilimadamının, bir astronotun yalnızlığını; evine dönmek üzere gün sayarkenki psikolojisini çok iyi bir şekilde seyirciye anlatıyor Rockwell'in oyunculuğu. Filmin güzel düşünülmüş, gitgide sürprizler vaat eden senaryosunda da Duncan Jones'un imzası var. Bilimkurgu sinemasının işi ticarete dökmeden de güzel örnekler verebildiğini gösteriyor "Moon". Set tasarımı da oyuncusu kadar başarılı bir film ayrıca. Tabii bir de uzun zamandır ortalarda gözükmeyen Clint Mansell'in az ama öz müzikleri var.

"Amintiri din epoca de aur": "4 luni, 3 saptamâni si 2 zile"nin yönetmeni Cristian Mungiu'nun yazdığı ve 4 yönetmenle beraber yönettiği 6 kısa filmden oluşan 2 bölümlük bir Romanya dönem hikayesi söz konusu. Çavuşesku rejimi döneminde (filmin adının da kaynağı olan ve Altın Çağ olarak adlandırılan dönem) Romanya halkının başından geçtiği söylenen 6 şehir efsanesini izliyoruz sırayla. İlk 4 kısa film, gerçekten eğlenceli, derdini güzel anlatan ve gerek uzunluğu gerekse modları ile seyirci-dostu filmler. "The Legend of the Official Visit", "The Legend of the Party Photographer", "The Legend of the Party Activist" ve "The Legend of the Greedy Policeman"; zamanında kabusum olmuş Romanya sineması ve Mungiu (bkz. "4,3,2") referanslarına rağmen beni güldürmeyi bile başardı. Çok da eğlenceli hikayelerdi. Fakat sonra 40'ar dakikaya yakın uzunlukları ile (sanırım bu nedenle bu iki kısa(?)film için ayrı bir bölüm yaratmışlar yapımcılar) bu atmosferi tamamen yok eden "The Legend of the Air Sellers" ve "The Legend of the Chicken Driver" geldi. Film toplamda 2.5 saatten uzun sürdü ve her yeni bölümü ile salon biraz daha boşaldı. Her festivalde olur böyle vakalar.

1 haftada bu kadar fazla film seyretmiş olmama rağmen; ne yazık ki, her festivalde olduğu gibi kaçırdığım filmler de oldu. Bunlardan ikisinin programda yer alan filmler arasında en merak ettiklerim olması da oldukça üzücüydü tabi. Biletleri alırken teknik bir sorun nedeniyle gösterilmeyeceğini öğrendiğim Coen kardeşlerin son filmi "A Serious Man"; Müzikus'un partisine gitmek uğruna fedakarlık ettiğim Jane Campion filmi "Bright Star" ve Cannes'dan Altın Palmiye ile dönen Haneke filmi "Das weiße Band"...

Son olarak, bu yıl 7 günden 9 güne çıkan festivaldeki filmlerin; Emek Sineması dışında Maçka Gmall'daki Cinebonus'ta da gösterileceğini duyduğumda önce endişelenmiştim biraz. Fakat Gmall'un gerek tahminimden çok daha kolay ulaşılan bir yer olması, gerekse Cinebonus'un rahatlığı tamamen boşa çıkardı bu endişelerimi. Tabii ki Emek'te, Beyoğlu'nda oynasın festival filmleri; festival filmi denildiğinde akla gelen yerler oraları çünkü... Ama sonuçta aynı fiyata böyle güzel ve rahat salonlarda izleme fırsatı sunulursa her festivalde; beni bundan böyle hiç bir güç Atlas Sineması'nın o işkence sandalyesi kıvamındaki koltuklarına oturtamaz mesela.

19 Ekim 2009

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ödülleri

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali geçtiğimiz Cumartesi gecesi yapılan törenle son buldu. Ulusal yarışmaya katılan filmlerin yarısından fazlasının yönetmenlerinin ilk filmleri olması dikkat çekici ve sevindiriciydi. Jürinin söylendiğine göre fazla tartışmaya girmeden fikir birliği ile verdiği kararlar daha çok "Bornova Bornova" ve "Kosmos" filmlerini ödüllendirmek yönünde olurken, festival tarihinde ilk kez de Altın Portakal iki filme birden ("Bornova Bornova" ve "Kosmos") gitmiş oldu.

Volga Sorgu iki yıl üstüste En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nü alarak dikkat çekti. Tartışma yaratan Kürtçe film "Min Dit" ise 4 oyuncu arasında paylaştırılan Gneç Yetenek ödülü ile yetindi. Zeki Demirkubuz'un merakla beklenen filmi "Kıskanmak" sadece En İyi Kadın Oyuncu ödülü ile ödüllendirilerek yönetmeni için hayal kırıklığı yaratırken; "Beş Şehir", "Usta", "İki Dil Bir Davul", "Deli Deli Olma", "Kara Köpekler Havlarken", "Min Dit" ve "40" filmleri de bir ya da birkaç ödül ile döndü festivalden. Çok sevdiğim iki yönetmen Reha Erdem ve Onur Ünlü'nün ödüllendirilmesi nedeniyle beni de fazlasıyla tatmin etti kazananlar listesi. Ödüllerin tamamı şöyle:

En İyi Film: Bornova Bornova & Kosmos
En İyi İlk Film: İki Dil Bir Bavul
En İyi Yönetmen: Reha Erdem
(Kosmos)
En İyi Senaryo: Onur Ünlü (Beş Şehir)
En İyi Erkek Oyuncu: Öner Erkan (Bornova Bornova)
En İyi Kadın Oyuncu: Nergis Öztürk (Kıskanmak)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Volga Sorgu (Kara Köpekler Havlarken)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Damla Sönmez
(Bornova Bornova)
En İyi Genç Yetenek: Bahadır Karataş (Usta), Emre Şahin (40), Evrim Alataş (Min Dit), Tansu Biçer (Beş Şehir)
En İyi Müzik: Mehmet Erdem & Özgür Akgül (Deli Deli Olma)
En İyi Görüntü Yönetmenliği: Kosmos
En İyi Kurgu: Bornova Bornova
En İyi Sanat Yönetmenliği: Usta
Jüri Özel Ödülü: Kosmos (ses tasarımı ile)

14 Ekim 2009

"FlashForward"

Her yıl olduğu gibi, bu yıl da sezon başlar başlamaz birçok dizi girdi hayatlarımıza. Bunlardan biri de abc'de Perşembe geceleri yayınlanan bilimkurgu dizi "Flashforward". Henüz 3 bölümü yayınlanmış dizinin reyting verileri yapımcılarını tatmin etmiş olacak ki, abc geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada dizinin 13 bölümlük deneme süresinden normal dizi sezonu süresi olan 25 bölüme uzatıldığını belirtti. "FlashForward", oldukça ilginç konusu ve heyecan veren akıcılığıyla kısa sürede "Lost" ve "Fringe" gibi dizilerlerin arasında konumunu alacağa benziyor.

"FlashForward", Kanadalı bilimkurgu yazarı Robert J. Sawyer'ın 1999 tarihli romanı "Flashforward"dan uyarlanmış. Sawyer'ın "Flashforward"ı, CERN'deki bir deney sonucu tüm insanlığın 2 dakika boyunca bilincini kaybetmesini ve bu süre içinde tam olarak 21 yıl sonraki geleceklerini görmelerini konu alıyor. Dizide ise romanın mekanı olan CERN'in yerini Los Angeles, kahramanları olan bilimadamlarını FBI ajanları, blackout'un süresi olan 2 dakikayı 137 saniye, flashforward'ın ait olduğu 21 yılı ise birkaç ay ile değiştiren senaristler böylece dizinin CSI hükmündeki Amerikan drama dizileri dünyasına da uyum sağlamasını sağlamışlar.

Dizinin merkezinde FBI ajanı Mark Benford, ortağı Demetri Noh, doktor karısı Olivia bulunuyor. Romandaki gibi insanların bir-iki dakika boyunca bilinçlerini kaybettikleri ve blackout olarak anılan olayı ve sorumlularını arayan ajanlar bir yana, dizinin birçok karakteri yakın gelecekte neler olduğunu bilmenin verdiği rahatsızlık ve şartlanmışlıkla obsesif bir şekilde psikolojik sorunlarıyla boğuşuyorlar. Tam intihar edecekken gelecekte yaşadığını görenler, hiçbir şey görmediği için her an ölümü bekleyenler, mutlu bir evliliği varken kendisini başka biriyle görenler, henüz görüştüğü biri bile yokken 6 ay sonra hamile olacağını bilenler... Ve tüm insanlığı birleştiren ve herkesin ortak merakı olan bir soru: "What did you see?" (Dizinin resmi sitesinde, dünyanın her yerinden insanların 'ne gördüklerini' yazabilecekleri bir platform oluşturulmuş, ki dizinin gerçek hayata taşınması için güzel bir fikir bence.)

Dizinin başrolünde "Shakespeare in Love" sonrasında Hollywood'da dikiş tutturamayan Joseph Fiennes var. Ortağını ise "Harold & Kumar" serisinin Harold'ı olarak ya da "Nick & Norah's Playlist" ve "Star Trek" gibi yakın tarihli filmlerden hatırlayabileceğiniz John Cho oynuyor. Dr. Olivia Benford rolünde ise "Lost"un Penelope'si Sonya Walger var. "Lost" demişken, henüz ortalıkta gözükmese de kadroda Dominic Monaghan da bulunuyor.

Dizinin 24 Eylül'de yayınlanan ilk bölümü "No More Good Days", bir pilot bölümü olarak inanılmazdı bence. "Lost"un ilk bölümündeki post-apokalptik ortamı fazlaca çağrıştırıyordu. Dizinin yayınlanan diğer iki bölümü ("White to Play" ve "137 Sekunden") de en az pilot bölümü kadar tatmin ediciydi. Fazla iddialı bir cümle mi olur bilmiyorum ama, dizinin bu yıl başlayan en iyi dizi olduğunu söyleyebilirim.

11 Ekim 2009

Hollywood Araklıyor!

"Son yıllarda stüdyoları saran yeniden çevrim furyasının sonu gelmiyor. Bu filmlerin kayda değer kısmı eleştirmenlerce vasat, hatta kötü bulunuyor, sinemaseverlerden tepki çekiyor ve gişede de ciddi bir başarı sergilemiyor ama her sezon onlarca yeniden çevrim tekrar salonları işgal ediyor." Sinema dergisinin Temmuz 2009 sayısındaki Murat Emir Eren, Engin Ertan ve Uygar Şirin tarafından derlenmiş "Hollywood Sinema Tarihini Yağmalıyor" başlıklı dosya yazısı bu cümlelerle başlıyordu. Gerçekten de 2000'li yıllar sinemasına ve pek yakında seyretmek üzere olduğumuz yapımlara bakıldığında bu yeniden çevrim (remake) çılgınlığının ne kadar ciddi bir şekilde salonları işgal ettiğini/edeceğini görebiliyoruz.

Hollywood yeniden çevrimlerini iki bölümde incelemek gerekiyor aslında. İlki, geçmişte çok beğenilen Hollywood filmlerinin günümüze uyarlanması sonucu karşımıza çıkanları. Yakın zamanda "3:10 to Yuma", "The Day the Earth Stood Still" ve "Taking of Pelham 1 2 3" gibi yapımlarla görmüştük bunun örneklerini. Fakat benim asıl üzerinde durmak istediğim, dünya çapında, hem eleştirel hem de gişe anlamında başarı gösteren yabancı dildeki filmlerin Hollywood tarafından Amerikan kültürüne (?), zevkine (?) ve entelektüel yapısına (?) uyarlanması sonucu ortaya çıkan filmler. Bir diğer deyişle yabancı dilde, altyazılı film seyretmeyen Amerikan halkına bu filmleri izlettirme ve bunu yaparken para kazanma kaygısıyla yapılan yeniden çevrimler...

2000'lerin başında, Uzakdoğu sinemasına, özellikle de korku filmlerine ilgi duymaya başladı Hollywood. Hideo Nakata imzalı 1998 yapımı Japon korku filmi "Ringu", Gore Verbinski tarafından "The Ring" adı ile Hollywood'a uyarlandı. Bu yeniden çevrim genel anlamda başarılı bulundu aslında. Hem başroldeki Naomi Watts "Mulholland Drive" sonrası bir gişe filminde oynamış oldu, hem de Samara dünya çapında ünlenip popüler kültürün bir parçası olmuş oldu. Hollywood, devam filmi için filmin orijinal yönetmenine teklif götürdü ve Hideo Nakata, 1999'da çektiği "Ringu 2"nin 2005 tarihli Amerikan versiyonu "The Ring 2" için Hollywood'a transfer oldu. Aynı yıl, benzer şekilde Nakata'nın bir başka filmi, 2002 yapımı "Honogurai mizu no soko kara" Brezilyalı yönetmen Walter Salles tarafından "Dark Water" adıyla çekildi. Kısa zaman sonra bir başka Japon korku filmi yönetmeni Takashi Shimizu da, "Ju-on" (2002) ve "Ju-on 2" (2003) adlı korku filmlerini, "The Grudge" (2004) ve "The Grudge 2" (2006) adlarıyla Hollywood'a taşıdı.

Korku filmleri dışında da Uzakdoğu sinemasına ilgisi büyük Hollywood'un. 2006'da Martin Scorsese imzalı ve "En İyi Film" dahil 4 Oscar kazanan "The Departed", aslında Hong Kong yapımı seri "Infernal Affairs"in yeniden çevrimi. Filmin Uzakdoğu standartlarından Martin Scorsese standartlarında bir uzunluğa erişmesi için ise 2002, 2003 ve 2003 yapımı 3 bölümünün ("Mou gaan dou", "Mou gaan dou II" ve "Mou gaan dou III: Jung gik mou gaan") birleştirilmesi gerekmiş. "The Departed", herhalde bugüne kadar en çok beğeni ve ödül kazanan yeniden çevrim olmasını Martin Scorsese'ye borçlu, ya da aksiyon türünde olmasına. Ne de olsa Kore yapımı romantik komedi "Yeopgijeogin geunyeo" (2001), 2008'de "My Sassy Girl" adıyla "Jeux d'enfants"ın yönetmeni Yann Samuell tarafından Hollywood'a uyarlandığında aynı ilgiyi göremedi.

Uzakdoğu sinemasına olan antipatim nedeniyle tüm bu yazdıklarım, zamanında hiçbir olumsuz düşüncemle karşılanmadı. Fakat Hollywood'un gazını alamayıp Avrupa filmlerine de göz dikmesi, canımı sıkmaya başladı bile. 2000'li yıllarda bu trendin ilk örneği 2001 yılında Cameron Crowe'un 1997 yapımı Alejandro Amenábar filmi "Abre los Ojos"tan uyarladığı "Vanilla Sky" oldu. Film Tom Cruise, (orijinal verisyonda da oynayan) Penélope Cruz ve Cameron Diaz'lı kadrosuna rağmen olumsuz eleştirilerle karşılaştı. 2002'de 1997 yapımı Norveç filmi "Insomnia", aynı adla, "Insomnia" olarak Christopher Nolan tarafından yeniden çevrildi. Hem de, Norveç atmosferini sağlamak için Alaska'da. Gabrielle Muccino'nun romantik filmi "L'Ultimo Baccio" da 2006 yılında "The Last Kiss" adıyla Zach Braff'li bir Hollywood yeniden çevrimi için İtalyanca'dan uyarlandı. Fakat geçmişte kalan bu örnekler, sadece ülkelerinde bilinen orijinal filmleri dünya çapında ünlendirdiği için zararsız örnekler olarak algılanabilir yine de.

Geçtiğimiz yıldan başlayaraksa Hollywood'un olayı iyice abarttığını görüyoruz. Pek çoğu ülkeleri dışında da dev bir hayran kitlesine sahip yönetmenlerin onlarla özdeşleşmiş filmlerinin yeniden çevrimleriyle karşılaşacağız yakın gelecekte. Bunun başlangıç noktası olarak ise geçtiğimiz yıl Michael Haneke'nin 1997 yapımı kendi filmi "Funny Games"i, 10 yıl sonra "Funny Games U.S." adıyla yeniden çevirmesini alabiliriz.

Sıradaki örneklerden ilki, bu yıl gösterime girecek olan "Brothers". Danimarka'nın en ünlü yönetmenlerinden Susanne Bier'in 2004 yapımı filmi "Brødre"nin yeniden çevrimi olan filmde Natalie Portman, Tobey Maguire ve Jake Gyllenhaal rol alıyor. Filmi yeniden çeken kişi ise İrlandalı yönetmen Jim Sheridan. Kuzey sinemasının en iyi film bestecilerinden Johan Söderqvist'in müzikleri yerine Thomas Newman'ın müziklerinin gelmesi ile de iyice Hollywood kokacağını düşündüğüm filmde, en azından savaş sahnelerinin abartılmamasını ve Amerikan milliyetçiliği kokmamasını umuyorum.

Geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden olan, İsveçli yönetmen Tomas Alfredson'un başyapıtı "Låt den rätte komma in" ise "Let Me In" adıyla önümüzdeki yıl vizyonda olacak. Biz sinemaseverlere ise, dünyanın en tatlı vampir filmi olan bu çocuksu aşk hikayesinin bir Amerikan-gençlik-vampir-filmine (anladınız siz) dönüşmemesi için yalvarmak düşüyor. Filmde rol alacak isimler yerinde seçimlermiş gibi geldi bana: Richard Jenkins, (yakında "The Road"da izleyeceğimiz) 13 yaşındaki Kodi Smit-McPhee ve 12 yaşındaki Chloe Moretz. Yönetmen de ilginç bir isim: "Cloverfield" ile başarı yakalayan Matt Reeves.

2007'deki Oscar töreninde 2006'nın en iyi yabancı filmi seçilen Alman yapımı "Das Leben der Anderen" de, yakında "The Lives of Others" (2011) ismiyle bir Hollywood yeniden-çevrimi olacak filmler arasında. Büyük ihtimalle Doğu-Batı Almanya gizli servislerinin soğuk savaşını Amrikan-Rus soğuk savaşı dönemine taşıyacak olan bu yeniden çevrim için başrol olarak düşünülen isimse Kevin Spacey-imiş.

Son olarak, bu yıl izleyeceğimiz bir başka film "Everybody's Fine" var... Robert de Niro'nun başrolde olduğu ve ona Melissa Leo, Drew Barrymore, Sam Rockwell ve Kate Beckinsale gibi isimlerin eşlik ettiği film; Akdeniz kokan bir başka filmin, 1990 yapımı "Stanno tutti bene"nin yeniden çevrimi. Orijinal filmin yönetmeni Giuseppe Tornatore, başrol oyuncusu ise Marcello Mastroianni idi. Film için Uygar Şirin, bu ayki Sinema dergisinde şöyle demiş: "Sene [...] 1990. İstanbul Fİlm Festivali'nin son gününde [...] Tornatore'nin "Stanno tutti bene"sini seyretmiştim. Çıktığımda sarhoş olmuş, tokat yemiş, rüya görmüş gibiydim. Kendi kendime dedim ki: 'Her ülke kendi "Stanno tutti bene"sini çekmeli.' [...] 20 yıl gecikmeyle Hollywood sesimi duymuş. [...] Darısı diğer ülkelerin başına." Bense, o kadar beğendiğim bir filmin başkalaşmasına karşıyım, kendi dilime uyarlanmış bir versiyonu bile olsa. Her şey orjinal haliyle güzel.

7 Ekim 2009

Haftanın Filmi #7: Pleasantville (1998)

Geçtiğimiz yıl "Pleasantville"in DVD kapağını (yani bir diğer deyişle afişini) ilk kez gördüğümde; eski (1990 öncesi ve özellikle siyah-beyaz) filmlere olan önyargım nedeniyle filmi görmezden gelmeyi seçmiştim. Fakat birkaç hafta sonra imdb'de tesadüfen filmin sayfasına tıkladığımda 1998 olan yapım yılı ve oyuncularıyla beni şaşırtmayı başardı ve fikirlerimin değişmesini sağladı.
2003 yılında "Seabiscuit" ile kariyerinin zirvesine ulaşan Gary Ross'un yazıp yönettiği "Pleasantville"; "The Giver" adlı romanı hatırlatan, "1984" türevleri kadar olmasa da bir distopyayı anlatan ve bunu oldukça pozitif bir şekilde yapan bir film. Sıradanlığın ve saf-mükemmelliğin kötü olduğunu, herkesin hayatında renklere ve değişime ihtiyacı olduğunun filmi.
Birbirinin çok zıt karaktere sahip ikiz kardeşler David ve Jennifer, annelerinin erkek arkadaşı ile çıkması üzerine evde yalnız kalırlar. Bunu fırsat bilen Jennifer, cool bir liseli ergen olarak erkek arkadaşını eve çağırır. Ezik ve nerd sıfatları ile tasvir edilebilecek, kendini 90lı yıllara ait hissetmeyen David ise, en sevdiği televizyon dizisi "Pleasantville"in bir maratononu seyretmek üzere koltuğa kurulmayı istemektedir. Fakat Jennifer'ın da erkek arkadaşı ile MTV'de bir konser seyretmek istemesi sonucu giriştikleri kardeş kavgasında aldığı bir darbe sonucu gecenin en önemli aracı televizyon bozulur. Eve gelen gizemli tamirci artık ne yapıyorsa, ikiz kardeşleri 1950li yıllara, "Pleasantville"in ütopik (?) dünyasına yollar.

"Plesantville" tam bir Amerikan-rüyası ütopyasıdır. Hiçbir kötülük yoktur kasabada. Evin babası çocuklarını ve karısını çok sever, "Honey, I'm Home!" diye coşkuyla girer eve, ama karısıyla ayrı yataklarda uyur. Evin annesi çocuklarına ve kocasına olan sevgisini mutfaktaki becerileriyle gösterebileceğini düşünür. Tüm atışlar basket olur beden dersinde, çünkü "Pleasantville"de başarısızlığa yer yoktur. İtfaiyeciler sadece ağaçlardan kedileri kurtarmakla görevlidir, çünkü yangın bir felakettir ve felaketlere "Pleasantville"de yer yoktur. Belediye başkanı kasabasından oldukça memnundur, çünkü -hele ki McCarthy döneminde- hiçbir kötülüğün bulunmadığı bir kasabayı yönetmektedir.

Fakat hiçbir kötülüğün olmaması demek, sıradanlık demektir. İnsanların zevkten, aşktan, farklılıktan, eğlenceden, müzikten, sanattan, edebiyattan, seksten, mastürbasyondan ve renklerden haberleri yoktur. Kitaplar boştur, sınırlar çoktur. (Filmin en güzel sahnesi olduğunu düşündüğüm coğrafya dersine özellikle dikkat.) Siyah-beyazdır "Pleasantville" ve insanları. David ve Jennifer, kasabaya renkleri getirirler. "Pleasantville" değişirken, onlar da değişip birbirilerini anlamaya başlarlar. Film de değişir onlar değiştikçe, siyah-beyaz olan film, renkli bir filme dönüşür yavaş yavaş. "Pleasantville" insanlarıysa bunu önce korkuyla, sonra mutlulukla karşılarlar. Fakat renklenen her dünyada olduğu gibi, bu farklılıktan ve değişimden hoşlanmayanlar da vardır.

Konusu bu denli güzel ve ilginç bir filmin oyuncu kadrosu da oldukça etkileyici: Filmin ana kahramanı ikiz kardeşler rolünde Reese Witherspoon ve Tobey Maguire oyunculuk kariyerlerinin tırmanmaya başladığı yıllarda dikkat çekiyorlar ve bugünlerdeki yerlerine nasıl geleceklerinin haberlerini veriyorlar. Onlar dışında Joan Allen, Jeff Bridges, William H. Macy, J.T. Walsh ve Jane Kaczmarek gibi tanınmış oyuncular da önemli karakterler olarak yer alıyor filmde.
"Pleasantville", özellikle Joan Allen'ın yardımcı oyunculuğu, keşfedilen iki genç yeteneği, sanat yönetimi, kostümleri ve Randy Newman'ın orijinal müzikleri ile dikkat çekmiş 1998 yılında. 3 dalda (En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Kostüm, En İyi Orijinal Müzik) Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiş. 38 adaylığa ve 15 ödüle layık görülmüş. (Bu ödüllerin büyük kısmı Gary Ross, Joan Allen, Reese Witherspoon ve Randy Newman'a gitmiş.)

Kısacası; değişimi, sınırları kaldırmayı, sıradanlıktan uzaklaşmayı yücelten, farklı olana tepkiyle değil, anlayışla bakmayı öğütleyen bir film "Pleasantville". Sadece 90'larda kalmaması gereken, güncelliğini koruyan bir film yani.

4 Ekim 2009

Karşı Konulmaz "The Resistance"

Bugün, 4 Ekim 2oo9, Muse'un ilk albümü "Showbiz"in piyasaya çıkışının 10. yıldönümü. 1999'dan bu yana "Showbiz", "Origin of Symmetry" (2001), "Absolution" (2003) ve "Black Holes and Revelations" (2006) adında, hepsi birbirinden mükemmel albümler çıkaran Muse'un son albümü "The Resistance" ise, geçtiğimiz haftalarda, 14 Eylül 2009'da ulaştı bizlere.

"The Resistance", adıyla tezat oluşturacak bir şekilde, karşı konulmaz bir albüm. Albümde bulunan 11 parçanın tamamı; Matthew Bellamy adlı 10 parmağında 20 marifet insanın imzasını taşıyor. Grubun kurucusu, vokali, piyanisti, bestecisi, klavyecisi, synthesizer'ı ve programcısı; kısacası her şeyi olan bu taptığım insan yine muazzam bir albümün her yanına ismini kazımış durumda.

Albüm, aynı zamanda çıkış şarkısı olan "Uprising" ile açılıyor. Son iki albümdür nedense Muse, daha popüler müziğe kayan şarkılar ile çıkış yapmayı seçiyor. "Black Holes and Revelations" albümü çıktığında da "Supermassive Black Hole" gibi, ilk dinleyişte bünyede Britney etkisi yapan bir şarkıyı single olarak çıkarmayı seçen grup, bu albümün en pop'a yakın şarkısı "Uprising"i seçmiş ilk single olarak. Ama tabii ki, Muse şarkısı olduğu için, kötü kelimesiyle uzaktan yakından alakası yok şarkının. Sadece, albümün en iyisi değil.

Albümde "Uprising"i takip eden 7 şarkıdan en iyileri ise bence albümle aynı adı taşıyan "Resistance", kelimelerin kifayetsiz kaldığı "United States of Eurasia" ve bana grubun ilk zamanlarını hatırlatan "Unnatural Selection". Bu üç şarkıdan üzerinde durulması, defalarca dinlenmesi, nota nota incelenmesi gereken ise kesinlikle "United States of Eurasia". Parça, sakince başlayıp, bir anda doğu ve batı ezgilerinin savaşına dönüşen, arkada manyakça "Eurasia" diye bağıran vokallerin bulunduğu bir patlamayla zriveye çıkan ve yine sakince Chopinvari bir piyano solosu ile (-ki adı "Collateral Damage") biten bir başyapıt.

Piyano sololarıyla süslenmiş, süper introlar ve geçişlerle donatılmış 8 şarkının yanısıra; bir de "Exogenesis" adlı 3 bölümlük senfoni bulunuyor albümde. Bölümleri "Overture", "Cross-Pollination" ve "Redemption" şeklinde adlandırılmış "Exogenesis", klasik müzik şaheserlerini aratmayan modern bir senfoni olmuş. Chopin ve Liszt eserlerini andıran piyano soloları, arka fonda eşlik eden kemanları ve az-ama-öz sözleriyle kusursuz bir albüm finali olmuş.

Muse, yine yapmış yapacağını kısacası. Albüm turnesinin konser DVD'sini de dört gözle bekliyoruz şimdiden.

"Love is our resistance
They'll keep us apart and the won't stop breaking us down
Hold me
Our lips must always be sealed"

1 Ekim 2009

Dünden Bugüne Penguen Kapakları

2002 yılında Selçuk Erdem, Bahadır Baruter ve Erdil Yaşaroğlu gibi üç efsane ismi biraraya getiren bir mizah dergisi olarak karşımıza çıktığında, henüz ne Yiğit Özgür'ü, ne Ersin Karabulut'u, ne de Serkan Altuniğne'yi tanıyorduk doğru düzgün. Cem Dinlenmiş, Cihan Ceylan, Uğur Gürsoy gibi isimler ortada bile yoktu. 7 yıldır özellikle gençliğin en sevdiği mizah dergisi olan Penguen, hemen hemen her hafta efsane bir kapakla çıktı bugüne kadar.

Bu hafta 367. sayısı çıkan derginin, 365 sayısındaki kapakları kişisel arşivimin tozunu almak bahanesiyle tek tek inceledim ve beni en çok güldüren, en sevdiğim kapakları seçtim. Karşınızda Dünden Bugüne En Güzel Penguen Kapakları...

Kişisel Mansiyon: 19 Mart 2009, No: 339. 2009 yerel seçimleri öncesi, "İşsizlik oranı, Cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamına ulaşarak rekor kırdı!" üstyazısı ile AKP'nin seçim sloganını kapağa taşımış Penguen. "Sen Türkiye'sin, Çok Düşünme Bunları..."

10) 4 Ağustos 2005, No: 150. TDK'na laf sokan bir kapak. "Türk Dil Kurumu, uzaya gidecek ilk Türk'e astronot yerine 'Gökmen' denmesine karar verdi..." , "- Ankara, roket ateşleme sisteminde problem var... / - Lütfen Gökmen, roket diil patlangaç ayrıca problem yok sorun var! diyeceksin... Kullandığın sözcüklere dikkat et!.. / - Ebenizi zikiim ulan sizin.. / - Kınıyorum seni Gökmen!.."

9) 18 Ocak 2007, No: 226. Radikal Gazetesi'nin konuk editör uygulamasına gönderme yapan kapak. "Bu haftaki kapağımızı Tayyip Erdoğan hazırladı..." ve "Tayyip Erdoğan'ın PENGUEN'i" üstyazıları ile...

8) 26 Mart 2009, No: 340. 2009 yerel seçimleri haftası, ülkem insanının akıllanmayacağını öngören bir kapak. Seçim mühürleri ve "Evet", "Evet", "Evet Evet", "Oh Evet", "Devam Et Bebeğim", "Daha Hızlı", "Ohhh!"...

7) 21 Haziran 2007, No: 248. ABD'nin Ortadoğu politikasını eleştiren bir kapak. "ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi tıkır tıkır işliyor. Lübnan ve Irak'tan sonra şimdi de Filistin'de iç savaş başladı..." üst yazısı ve bir pankart üzerinde "Çatışan Taraflara Başarılar Diliyorum - George W. Bush"...

6) 22 Haziran 2006, No: 196. Kapağımızın hedefi TRT. "TRT, domuzlu çizgi filmleri yasakladı..." üst yazısı ile konuşan domuzlar: "- Arkadaşlar, memleketi ele geçirme planımız TRT'nin çizgi filmlerimizi yayınlamama kararıyla suya düştü... / - Süper plandı halbuki..."

5) 5 Şubat 2009, No: 333. Başbakanımızın "One minute" hadisesini işleyen kapak. "Tayyip Erdoğan Davos'a damgasını vurdu..." üstyazısı ve "World Economic Forum - Okuyana Korum"...

4) 23 Ağustos 2007, No: 257. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı ve Köşk'te türban tartışması gündemde. "Modacı Atıl Kutoğlu, cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül'ün türbanını modernleştirmek için 10 yeni tasarım yapıyor..." üstyazısı ve inanılmaz bir modernleştirme yorumu.

3) 24 Şubat 2005, No: 127. Tayyip Erdoğan'ın Penguen karikatüristlerini mahkemeye vermesine (ve davayı kaybetmesine) neden olan efsanevi Tayyipler Alemi kapağı. Kapak, üstyazıda da belirtildiği gibi karikatürist Musa Kart'ın 'Tayyip Erdoğan Kafalı Kedi' çizdiği için ceza almasına bir tepki olarak hazırlanmıştı.

2) 16 Temmuz 2009, No: 356. Alperen Ocakları üyesi bir grubun Vakit Gazetesi'nin provokasyonu sonucu İdil Biret Konseri'ni basmasına tepki gösteren kapak. "Vakit Gazetesi'nin 'mukaddes mekanda içki içiliyor' diyerek kışkırttığı Alperen Ocakları üyesi bir grup, tekbir getirerek İdil Biret'in Topkapı Sarayı'ndaki konserini bastı." üstyazısı ile Vakit Gazetesi'nin Kültür-Sanat sayfası. "Haftasonu Nereye Saldıralım?", "Bienal Yaklaşıyor Hazır mısınız? Odunlar Biletix'te", "Tatilde Yakılacak Kitaplar", "Rock'n Coke'daki Dayaklık Gruplar"...

1) 30 Ekim 2008, No: 319. İnternet sansürüne tepki. "Sonunda internet mahkeme kararıyla komple yasaklandı." üstyazısı ile bir Google sayfası. "T.C. Google Arama Motoru Müdürlüğü", "Arama Formu", "1. Aramak istediğiniz sözcüğü yukarıdaki kutuya okunaklı olarak yazınız. , 2. Bu sözcüğü bulmanız halinde ne amaçla kullanacağınızı ayrıntılı bir şekilde anlatınız. , 3. Daha önce bu sözcüğü aradınız mı ya da ailenizde arayan var mı, belirtiniz."

Nice 365 kapaklar dileğiyle...