26 Ağustos 2008

Bir Gişe Canavarı Olarak "Dark Knight"

Ülkemizde pek rağbet görmese de; seçtiğiniz herhangi bir coğrafyada yılın, onyılın hatta yüzyılın en çok gişe yapan filmleri listesinde yer aldı/almaya devam ediyor "Dark Knight". Ülkem insanları 3 saat salonda duramadıklarından mıdır, altyazı okumayı sevmediklerinden midir, önce-güneş-hava-su-sonra-korsan-DVD-gelir yaşam tarzlarından mıdır nedir; seyretmiyorlar filmi. Varsın seyretmesinler diyor WB yöneticileri. Neden mi?
Rakamlara bakacak olursak, -halen gösterimde olduğunu unutsak bile- ABD'nin 2008 yılı box-office listesinde ilk sırada yer alıyor "The Dark Knight". Bugüne kadar 4366 salonda gösterilmiş, $489,416,885 gişe yapmış. Hemen ardından gelen "Iron Man" ile arasında 70 milyon dolardan fazla fark var öyle diyim. Oysa 3. sıradaki "Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull" ve "Iron Man" arasında sadece 2 milyon dolarlık fark var. (Kaynak)

Tüm zamanlar gişe sıralamasına bakınca da, aşağıdaki tablo çıkıyor ortaya (Kaynak):


Rank Title Gross Year
1 Titanic $600,788,188 1997
2 The Dark Knight $489,416,885 2008
3 Star Wars $460,998,007 1977
4 Shrek 2 $441,226,247 2004
5 E.T. $435,110,554 1982

(Tüm zamanların en çok seyredilen bu 5 filmin, 3ünü vizyonda seyredecek yaşta olmak güzel bir şey tabii. Gereksiz bir sevinç kaplıyor insanı.)

Rakamlar değil, seyirci konuşacak olursa da; farklı bir tablo çıkmıyor ortaya. "Dark Knight", IMDb'nin "Top 250" listesinde yaklaşık 250,000 oyla aldığı 9.1 puanla üçüncü sırada. (Kaynak)

Rank Rating Title Votes
1. 9.1 The Shawshank Redemption (1994) 367,215
2. 9.1 The Godfather (1972) 313,985
3. 9.1 The Dark Knight (2008) 249,290
4. 9.0 The Godfather: Part II (1974) 177,922
5. 8.9 Buono, il brutto, il cattivo., Il (1966) 104,417

Peki Amerikalılar neden hücum etti bu anti-kahramanı görmek için? Cevabını ben bilemem, sosyologlar bulsun. Ama birkaç fikrim var: Tanıtım kampanyasının başarısı, Heath Ledger'ın ölümü, Christian Bale'in tutuklanması ve çoğu blockbuster filme nasip olmayan bir eleştirmen gazı...
Artık bu saatten sonra "Titanic"i geçebileceğini sanmıyorum, ama başarısının devamının geleceğine eminim. Kutluyorum.

23 Ağustos 2008

Tüm Afişleriyle "Dark Knight"


"Why So Serious?" tagline'ı ile henüz ne kadar sinir bozucu bir coollukta bir psikopatla karşılaşacağımızı bilmeden çıktığında ilk afişleri "Dark Knight"ın, Heath Ledger henüz hayatta mıydı emin değilim. Fakat Ledger'ın zamansız ölümünün filmle anılmaya başlamasının kaçınılmazlığını filmin afişlerini değerlendirirken bile görmezden gelemiyor insan ne yazık ki. Çünkü günümüz dünyasında para her şeyden önce geliyor biliyorsunuz. Ve inanılmaz derecede paralar yatırdığınız bir filmin başrol oyuncularından biri öldüğünde; sahip olduğunuz hüzün, pazarlama departmanınızdaki telaşla karşılaştırıldığında bir hayli hafife alınabilir oluyor.

Sinema dergisinin Temmuz 2008 sayısına göre, "Filmin tanıtımında Batman'den ziyade ziyade Joker'i ön plana çıkarmayı ve tüm pazarlamayı onun üzerinden gerçekleştirmeyi planlayan stüdyo, Ledger'ın ölümünden sonra bu stratejiyi tam anlamıyla değiştirmese de biraz yumuşattı. Film için hazırlanan whysoserious.com sitesinde büyük değişikliklere giden ve burada bir matem havası yaratan stüdyo, bu sayfayı Ledger'a adayıp biraz daha insaflı bir tanıtım kampanyası yürütmeye başladı."

Filmin afişlerine odaklanacak olursam, filmin afişleri; yakın geçmişte "blockbuster" filmler konusunda oldukça başarılı üç şirket tarafından tasarlanmış. İlki Intralink Film Graphic Design ("Beowulf", "300", "Batman Begins", "Aviator" ve TV'den "Sex and the City", "Sopranos"). İkincisi "Matrix", "Harry Potter" ve "Ocean's" serilerinin afişlerini tasarlayan; "I am Legend"ın yerlebir olmuş şehir billboardlarını yaratan ve "Get Smart", "Last Samurai", "Prestige", "Knocked Up", "Charlie and the Chocolate Factory", "Troy" ve "Sweeney Todd" gibi filmlerin (özellikle karakter temalı) afişlerine imza atan Crew Creative Advertising. Son olarak da "Indiana Jones 4", "Iron Man", "Hairspray", "I am Legend", "Spider-Man 3", "Transformers", "Pirates of the Caribbean 3", "Little Miss Sunshine", "Da Vinci Code", "Elizabethtown", "Mr. & Mrs. Smith", "Sin City", "Chicago" ve "Lord of the Rings: Two Towers" gibi inanılmaz referanslara sahip olan BLT & Associates. (Özellikle de "Little Miss Sunshine"ı sapsarı afişleri ve sarı minibüsü ile Oscar adaylığına taşıyan ve yılın en büyük bağımsızı yapan etkenin yürüttüğü reklam kampanyası olduğu düşünülürse...)
İlk afişte bir duvarın üzerinde kan kırmızısı bir Batman logosu gördük. Üzerinde siyahla boyanmış iki yuvarlak, ve büyük resme bakarsak oluşan gülen surat ile "Why So Serious?" ibaresi. Basit, karanlık, esprili. Ürkütücü.


Sonrasında iki karakter afişi geldi. Birinde Batman, kostümünün tüm görkemi ve tüm peleriniyle bir gökdelenden (fakat bu kez çatısından değil; içinden, parmaklık gibi görünen demirlerinin ardından) şehrini seyrediyordu. Bu afiş, henüz farkında olmasak da Batman'in yalnzılığına ve dolayısıyla filmin de en önemli temalarından biri olan 'Şehrin Batman'e ihtiyacı var mı?' sorusuna dikkat çekiyordu. Afişin ikizi olan Joker versiyonunda ise tamı tamına bir zıtlıklar silsilesi vardı. Kostüm yine görkemli fakat mosmordu ve Joker şehrin tepesinde değil, tamamen içinde, sokaklardaydı. Ve nedendir bilinmez Joker'in büyüklüğü Batman'e göre baya fazlaydı.

Gösterim tarihi ve dolayısıyla "aksiyon yazı" yaklaşmaya başladığında, yani 2008 yılı geldiğinde Joker'i ön plana çıkarma stratejisi tam gaz devam ediyordu. Buzlu camın arkasındaki suratı, kanla çizilmiş gülen suratı ve "Why So Serious?" yazısı ile bir süperkahraman filminden çok bir korku filminin afişini andıran afiş çıkarıldı.

Gösterim tarihi kesinleştiğinde ve Heath Ledger bizi terkettiğinde filmin ana afişi çıktı. Tagline "Welcome to a World without Rules" idi. Ön planda Batman, ve arkasında alevler ve dumanlar altında bir bina ve alevlerden yapılmış bir Batman logosu. Filmi seyrettikten sonra bu afişi incelediğinde Joker'in işi olmalı diyor insan. Çünkü öylesine planlı ki alevler, bina sadece Batman ile dalga geçmek için yanıyor. Başka bir nedenden değil.

'Biz teknolojimizi de konuşturduk yine, valla bak!' etkisi yaratan Batcycle temalı afişse bana en gereksiz geleniydi. O yüzden yer vermek istemedim şimdi. Sonrasında gelen yeni karakter afişleri, Harvey Dent'i de reklam kampanyasına dahil ediyordu. Ellerinde sırasıyla Joker kartı, Batman bıçağımsısı ve 'I Believe in Harvey Dent' rozeti taşıyan Joker, Batman ve Harvey Dent'in yalnızca yarısı gözüken yüzleri adeta filmin akışıyla yaratılan canavarın habercisi gibiydi.



Film vizyona girdiğinde, (ve insanlar Heath Ledger, ölüm ya da Joker demeden duramadığı sıralarda) yapımcılar 'yeter bu kadar matem' demiş olacaklar ki, filmin son afişlerinden biri sadece Joker üzerineydi. Heath Ledger'ın oyunculuk harikası bakışları, bembeyaz suratı, Joker makyajı ve yağlı saçlarıyla, kaosun ortasında silahı ve mor kıyafetleri ile dimdik duruşu; Nolan'ın Joker'inin Burton'ın Joker'inden sadece 'aradaki 7 farkı bulun' konseptiyle değil, tamamen farklı olduğunu müjdeliyordu. Ve her ne kadar birçok kişi 'ölmüş adamın arkasından reklam mı olur' görüşünü savunabilecekse de, bence Ledger'a yerinde bir saygı duruşuydu.



Filmin afişleriyle ilgili son sürpriz, gişe rekoruna doğru yola çıkışıyla geldi. Sadece yeni ve mükemmel bir afiş çıkarmakla kalınmadı. O ana kadar tasarlanmış tüm afişler, bizzat tasarımcı ve yapımcı şirketler tarafından "vandalized" edilmiş halleriyle yeniden basıldı. Kırmızı yazılmış "Ha Ha Ha"lar, kırmızısı gülen suratlar, Batman'in üzerine atılan çarpılar ve "The Dark Knight" isminden 'Knight'ı krımızıyla silerek yaratılan 'The Dark'... Tüm Amerika'yı bunu yapanı (yani Joker'i, yani Ledger'ı) görmek istediğine inandıran ve sinema salonlarına koşturan etkenlerden biriydi bence bu hareket. Başarılıydı.

Kısacası "Dark Knight", her şeyiyle olduğu gibi reklam kampanyası ile de dört dörtlüktü gözümde.

Karanlık Filmlerin Ustasından:

Christopher Nolan’ın 2005’teki “Batman Başlıyor”dan sonraki ikinci ‘Batman’ filmi “Kara Şövalye”, 25 Temmuz’da gösterimde.


Siyahlar giyen karizmatik oyuncular; öyküsünden setlerine, görüntülerinden kostümlerine kapkaranlık filmler… Bunlar, 2000’li yılların en büyük yönetmenlerinden biri olarak gösterilmeye başlamış olan Christopher Nolan filmlerinin ortak özellikleri. Bu karanlığın ardında ise; karakter odaklı, etkileyici ve şaşırtıcı yapımlar bulunuyor her zaman.

1970 yılında doğan İngiliz yönetmen Nolan, 2001 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi olan “Memento” ile büyük bir hayran kitlesi kazanmış, sondan başa doğru çektiği filmi ile tüm izleyenleri şaşırtmayı başarmıştı. 2002 yılında Al Pacino ve Robin Williams’ı buluşturan ikinci filmi “Insomnia” ile başarısını sürdürmüş, 2005 yılında ise milyonları sevindirecek bir hamle yapmıştı: 1995 yılında gerek izleyici gerekse eleştirmenler tarafından beğenilmemiş bir devam filminden sonra sinema perdesinden uzaklaşan ‘Batman’in geri dönüşünün altına imzasını atmıştı. Ve bu geri dönüş Tim Burton ve Joel Schumacher uyarlamalarından tamamen farklı bir film çıkarmıştı ortaya. “Batman Başlıyor”, süper-kahramanın hikayesinin daha önce hiç anlatılmamış bir dönemine, ‘Gotham City’den ayrıldığı yıllara odaklanmış ve Bruce Wayne’in ‘Batman’e dönüşümünü izlememizi sağlamıştı. ‘Batman’i Christian Bale, sadık yardımcısı Alfred’i ise Michael Caine canlandırmıştı. Yan rollerdeki Morgan Freeman, Gary Oldman, Liam Neeson, Katie Holmes, Cillian Murphy ve Ken Watanabe’nin de katkılarıyla; hem kendi hayranlarını memnun edecek kadar kişisel bir Nolan filmi, hem de ‘Batman’ hayranlarını mutlu edecek kadar tatmin edici bir süper-kahraman filmi çekmişti yönetmen.

Christopher Nolan, 2006 yılında Victoria Dönemi İngiltere’sindeki sihirbazların dünyasına “Prestij” adlı filmiyle yaptığı yolculuktan sonra bu yıl Gotham City’e geri dönüyor. Filmin teknik ekibi ve ana oyuncu kadrosu hemen hemen bir önceki film ile aynı. Nolan beşinci filminde, beşinci kez görüntü yönetmeni olarak Wally Pfister ile çalışırken; filmin müzikleri yine iki usta isme (James Newton Howard ve Hans Zimmer) emanet.

‘Batman’i yeniden canlandıran Christian Bale’e yine Michael Caine ve Gary Oldman eşlik ediyor. Kahramanın karşısında ise bir kez daha, en tanıdığımız düşmanlarından ‘Joker’ var. Tim Burton’ın 1989’daki “Batman” filminden sonra bu karakterin Jack Nicholson ile özdeşleşmesi bir yana; Nolan ve ekibinin ‘Joker’ rolü için seçtiği isim de oldukça heyecan verici: Heath Ledger. Geçtiğimiz Ocak ayında evinde ölü bulunan Ledger’ın performansınınsa en az Nicholson’ınki kadar başarılı olduğu “Kara Şövalye” gösterime girmeden film hakkında en çok konuşulanlar arasındaydı. ABD’de gösterime girdikten sonra da çok iyi eleştiriler alan Ledger, şimdiden önümüzdeki yılın Akademi Ödülleri için konuşulan aday isimler arasında. Şu ana kadar ölümünden sonra Oscar heykelini kazanan tek isim olan Peter Finch’in (Finch 1976’daki “Network” filminin çekimlerinden sonra geçirdiği kalp krizi sonucu ölümünden sonra “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ının sahibi olmuştu) yanına Heath Ledger’ın da ismi yazılır mı bilemiyorum; fakat film Ledger’ın hayranlarına görkemli bir vedası olarak nitelendiriliyor.

Altıncı ‘Batman’ filmi olan“Karanlık Şövalye”, 25 Temmuz’da Türk sinemaseverlerle buluşuyor. Christopher Nolan’ın yarattığı karanlık dünyanın bu filmde de korunduğunaysa hiçbir şüphe yok.


19 Ağustos 2008

"Akademi ve Renkler"

26 Şubat 2007 gecesi düzenlenen 79.Oscar Ödül Töreni’ni sunan Ellen DeGeneres’in ilk esprisi bu seneki adayların ne kadar farklı milliyetlerden olduğuyla ilgiliydi. Ve komedyenin “Sanırım salonda birkaç Amerikalı da görüyorum.” cümlesini haklı çıkarırcasına Chinese Theatre’ın koltuklarında farklı ülkelerde doğmuş, farklı anadilleri olan, farklı kültürlere sahip onlarca oyuncu, yönetmen, senarist ve hayatını sinemaya adamış insan oturmaktaydı. Belki de, salondaki ‘beyaz Amerikalı’ sayısının en aza indiği ödül töreniydi Akademi tarihi boyunca.

Akademi Ödülleri tarihinde 1928 yılından bu yana verilen ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ve ‘En İyi Kadın Oyuncu’ kategorilerinde ve 1935’ten beri dağıtılan yardımcı oyuncu kategorilerinde bugüne kadar 1750’den fazla oyuncu ve yönetmen aday gösterildi. Bu yılki adaylar açıklanmadan önce bunca oyuncudan yalnızca 47sinin, yönetmenlerdense yalnızca birinin Afrika kökenli oluşu ve sadece 10unun Oscar heykelini evine götürebilmiş olmasıysa yıllarca Akademi üyelerinin önyargılı olduğu konusunda tartışmalara yol açtı. Akademi ‘renk körlüğü’yle ve ırkçılıkla suçlandı.

1939’da “Rüzgar Gibi Geçti” filmindeki rolü ile ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülüne layık görülen Hattie McDaniel, Oscar alan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçti. Erkeklerde ise onu 1963 yılında kazandığı ödülle Sidney Poitier izledi. 2000li yıllara dek Louis Gossett, Jr. (1982), Denzel Washington (1989), Whoopi Goldberg (1990) ve Cuba Gooding, Jr. (1996) sayıyı 6’ya yükseltti.

2001 yılının en iyilerinin açıklandığı gecede ise tüm dünyayı şaşırtan ve Akademi’ye yöneltilen ırkçılık suçlamalarını çürüten sonuçlar açıklandı: Denzel Washington “İlk Gün”deki performansı ile ‘En İyi Erkek Oyuncu’, Halle Berry ise “Kesişen Yollar”daki rolü ile ‘En İyi Kadın Oyuncu’ seçildi. Bunu Jamie Foxx’un ve Morgan Freeman’ın ödüllendirildiği 2004 yılı ödül töreni izledi. Kendisi de bir Afrika-Amerikalı komedyen olan Chris Rock’ın sunduğu o gecenin ardından Freeman artık farkedilmeye başladıklarını söyleyecek, Halle Berry ise “Bir şeyler değişiyor. Bunu üç yıl önce ödülü aldığımda anlamıştım” diyecekti.

Bu yılki adayların arasında ise yalnızca oyuncular arasında 5 Afrika, 2 Hispanik ve 1 Asya kökenli vardı. “3 Amigos” olarak adlandırılan Meksikalı yönetmenler Alejandro Gonzalez Iñarritu (Babil), Alfonso Cuarón (Son Umut) ve Guillermo del Toro (Pan’ın Labirenti) filmlerinin ise toplam 16 dalda adaylığı bulunuyordu. Clint Eastwood’un tamamen Japon oyunculardan oluşan bir kadroyla çektiği “Iwo Jima’dan Mektuplar”, teknik dallardaki başarısını aldığı 3 ödülle kanıtlayan “Pan’ın Labirenti”, 3 kıtada geçen farklı hikayeleri anlatan “Babil” ve müzik dünyasında Afrika kökenli şarkıcıların farkedilmeye başlamasını konu alan “Rüya Kızlar” gecede adı sıkça geçen yapımlar oldu. Gecede ödüllendirilen Afrika-Amerikalı oyuncular ise “İskoçya’nın Son Kralı” filminde Ugandalı diktatör İdi Amin’i canlandıran Forest Whitaker ve ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ kategorisinde ödüllendirilen ‘Rüya Kız’ Jennifer Hudson oldu.

Sonuç olarak bu yılki Oscar gecesine, esprilerle ya da ciddi mesajlarla sıkça vurgulandığı gibi, 79. Akademi Ödülleri’ne ‘uluslararasılık’ damgasını vurdu. 2000li yıllardan itibaren görmezden geldiklerini görmeye ve ödüllendirmeye başlayan Akdemi, bu yıl da ‘renk körlüğü’nden kurtulmaya başladığını tüm dünyaya göstermiş oldu.

(6 Mart 2007'de Radikal Genç'te yayınlanmıştır.)

Bugünden notlar: Yazıda da belirttiğim gibi Akademi, artık renk körü değil. Fakat farkettiyseniz yazıda daha çok siyah-beyaz ayrımcılığı üzerine gitmişim. 2000'lerin ilk yarısında bu sorununu aşan Akademi, artık Avrupalı oyuncuların ve sanatçıların da ödüllendirilmesini/aday gösterilmesini olağan karşılamaya başladı. 2007 filmlerinin ödüllendirildiği 2008 Oscar Töreni'nde; en iyi oyuncu ödüllerini İrlandalı Daniel Day-Lewis, Fransız Marion Cotillard, İspanyol Javier Bardem ve İngiliz Tilda Swinton aldı. En İyi Orijinal Senaryo ödülünü eski striptizci Diablo Cody kucakladı. En İyi Orijinal Müzik Ödülü, İtalyan asıllı Dario Marianelli'nin oldu. En İyi Makyaj ödülü ve En İyi Kısa Film ödülü Fransa'ya gitti. Avrupa'dan sonra sırada Asyalılar ve Ortadoğulular var, eminim.

Allah "Çektirmesin".


Son günlerde özellikle mizah dergilerinde ve başta Kaan Sezyum olmak üzere sosyal laf sokumunu başarıyla gerçekleştiren yazarların köşelerinde olmak üzere birçok yerde karşımıza çıkan bir konu üzerine bu yazı: "Gençleri Koruma Kanun Tasarısı". O yüzden baştan uyarması benden, belki 18+ değil ama, 13+ bir yazı olabilir. Belki 15... Okurumuzun ergenliğe girmesiyle bağlantılı bir şey sonuçta.

21. yüzyılda "sansür denilen şeyin kaldığı ülkelerden birinde yaşıyoruz farkındaysanız.

Önce "Youtube" gitti elimizden. Gerekçe daha çok milliyetçi tavırlardı, milletimize hakaret eden videolar vardı. O yüzden bir neslin komiklik arşivi, sesini duyurma çabaları ve kendini tanıtma kanalı elinden alındı. Biri bize tokat attı, biz diğer yanağımızı çevirmekle kalmadık; yanağımıza kestik. Artık bize vursalar da biz hissetmiyoruz.

Sonra "geocities", neden bilmiyorum... Bir arama yaptığımız zaman, sonuçlarda çıkan kişisel sitelerin büyük bir yüzdesine ulaşamaz olduk.

Sonra da pornografik siteleri kapattılar. Önce yerlilerine, sonra yabancılarına erişim mahkeme kararıyla engellendi. Hey okur! "Bana ne ben girmiyorum ki zaten" deme, biliyorum girdiğini, yemezler.

Son olarak kısa saçlı ve gözlüklü imajıyla bana daha çok "En Zayıf Halka" yarışmasının sunucusunu hatırlatan Sayın bakanımız; erkek olmadığını teklif ettiği yasa tasarısıyla kanıtlamış oldu.


Yazımın bundan sonrasında Kaan Sezyum'un Penguen Dergisi ve Radikal Cumartesi'deki yazılarından alıntılar var; ve bu konuyu buraya taşıdığım için bana sapık damgası vuracak olan varsa, kendisine ekranın sağ üst köşesindeki kırmızı fonlu çarpıya acilen dokunmasını öneriyorum. Kendisinin Edibaaanım'dan farkı yoktur çünkü gözümde.

- "Gençleri koruma kanun tasarısı ne acayipti değil mi? Erotik dergiler TC kimlik no.suyla alınsın, 12’den sonra evinden çıkan gençler balkabağına dönüşsün, diskoya gidenler ebeveynlerini de yanında götürsün filan..." (Sezyum, Radikal Cumartesi, 16 Ağustos 2008)

- "Bi kere porno dergiler kimlik nuamrasıyla alınacak, diye bir öneri var. Ya size ne milletin sıvazından? Gelsin bu önerilerin bu kısmını yazan kişi bu saçmalığı lütfen ize açıklasın. Bari porno siteye girerken de AKP'ye mail atalım "Abi biz persiankitty'ye giriyoruz, aman dikkat edin, üzerinize sıçramasın..." bu mudur yani olay?" (Sezyum, Penguen, 14 Ağustos Perşembe)

- "Acaba bu kanun tasarısını hazırlayan beyin, nasıl bir çocukluk ve yalnızlık yaşadı da böylesi saçma fikirler geliştirebildi? Acaba bu fikirleri üreten hayat görüşü nasıl çarpık bir gençlik geçirdi ki hayatta hiç parklarda, deniz kıyısında, ev yolunda sevdiğiyle dudak dudağa öpüşmenin keyfini yaşamadı? Acaba bu fikirleri yumurtlayan akıl yapısı nasıl bir kurumuşluk ve boşluk içinde yaşadı ki, gençler için en iyisini düşünebileceğine hüküm kıldı? Acaba bunları düşünen kafa nasıl bir şaşkınlık içinde ki, gençleri koruma adına, doğanın kanunlarına aykırı düşüncelerle gençleri -hem de en çok ihtiyaçları olan yıllarda- cinsellikten uzaklaştırmaya, kendi rahatsız mantığına göre ‘korumaya’ çalıştı? Çok net söylemek istiyorum, tecavüz sanıklarına bakın, çocukluklarına bakın, bakalım nasıl bir eksik göreceksiniz? Antalya’da mini etek giyen kadına sevgilisinin yanında tecavüz eden dostlarımıza bir bakın. Acaba sağlıklı bir cinsel hayatları olmuş mu? Ve gençleri bir şeyden sözüm ona korumaya çalışırken bir daha düşünelim. Yasaklamak çözüm müdür?" (Sezyum, Radikal Cumartesi, 16 Ağustos 2008)

- "Bari çıksın aranızdan bir babayiğit: “Kardeşim biz Türklerin porno izlemesini yasaklıyoruz, bir Türk halkının YouTube’dan video izlemesini yasaklıyoruz, çünkü cinsellik ve özgür irade bizi rahatsız ediyor, bizim hoşlanmadığımız şeyleri halkımıza da yasaklıyoruz, çünkü halkı koruma bahanesine kolayca sığınabiliyoruz” desin. Desin ki anlayalım, en azından ‘Haaa bu ekip baskıcı, sansürcü bi kafaymış, e ne yapalım’ diyebilelim. Yoksa bi yandan ifade özgürlüğü nefistir, işkence kakadır, ona buna sıfır tolerans var demekle, perhizimiz tutmuyor. Tutan biz oluyoruz. Ama neyi tuttuğumuzu söyleyemiyorum. O kelimeye erişim mahkeme kararıyla yasaklanmış çünkü." (Sezyum, Radikal Cumartesi, 16 Ağutos 2008)

15 Ağustos 2008

Yeni Başlayanlar için En İyileri ile SU



Malum, ÖSS sonuçları açıklandı. Sabancı Üniversitesi'ne (SU) "560 başarılı öğrenci" girmiş, kontejanı doldurmuş diye bir duyum aldım duyurulardan. Kendilerine hoşgeldiniz diyorum, özellikle tanıdıklarıma. Ve öğrenci gözüyle, hiçbir broşürde bulunmayacak bilgiler veriyorum.

SU: En Güzel Sınıflar Top 5:

1. FENS G032 (Gece-gündüz sürekli dolu olan en gözde sınıf.)
2. FASS G022 (IC manzaralı)
3. FENS G035 (G032'nin kopyası olsa da merdiven dibi ve tuvalet yanı olması nedeniyle pek gözde değil.)
4. FENS G025 (Küçük ama şirin sınıf. Belki de ilk dersime girdiğim sınıf olduğu için seviyorum.)
5. YBF L018 (Eski MÜZİKUS odası. "İki sene şarkı söylediğim yerde sınava giriorum lan" etkisi yaratmıştır zamanında)

SU: Ne Yemeli? Top 10:

1. Mozarella Sandviç @ Köpüklü Kahve
2. Köpüklü Özel Sandviç @ Köpüklü Kahve
3. Mercimek Çorbası @ Yemekhane
4. Tombik Döner @ Dorm
5. Dilli Kaşarlı Tost @ PiGastro
6. Brownie @ KCS
7. Cordon Bleu@ Dorm
8. Peynirli Kiş @ KCS
9. Makarna @ Kurdoğlu Fast Food
10. HotDog @ Fasshane

SU: Ne İçmeli? Top 5:

1. Rakı @ Kulüpçenek ya da bölümcenek gidilen fasıl oraganizasyonu, tercihen Nevizade.
2. Türk Kahvesi @ Fasshane (tercihen tavla eşliğinde)
3. Portakal Suyu @ KCS (derse yetişirken kahvaltı için)
4. Bira @ Müzikus partileri ya da SUŞenlik
5. Limonata @ Köpüklü Kahve

Önemli Not: Yasakları delmeye çok karşı bir insan olmasaydım, listede "Finaller bittiği gece arkadaşların odasında içilen kırmızı şarap", "Depresyona girdiğinde arkadaşı odaya çağırıp içilen votka", "News'tan bulunan 'arpa suyu' ya da 'meyve suyu'" gibi önerilerim de olurdu. Hatta gidip bi de en iyisinin bunlar olduğunu söylerdim. Hiç yapmadım bunları yani. Yapanı da görmedim hatta.

SU Öğrencisinin Yurt Odasında Bulunması Gerekenler:

1. İçi, indirilip seyredilmemiş dizi ile dolu bir harddisc.
2. Koridordan araklanmış ve üzerine pompa takılmış su bidonu.
3. Minder ya da armut koltuk
4. Su şişesi olarak kullanılan Absolut şişesi.
5. Study'den araklanmış sandalye.

SU: En Güzel Study'ler Top 5:

1. B4 1. kat (a.k.a Piyasa Study, Akvaryum...)
2. A2 1. kat
3. B1 1. kat
4. B3 2. kat
5. B2 1. kat

SU'dan Mezun Olmadan Yapılması Gerekenler Top 5:

1. Kuleye çıkmak
2. Tünellere girmek
3. IC'de çığlık atmak
4. Dorm havuzuna girmek
5. Derse sarhoş girmek


SU Hakkında Gereksiz Bilgiler:

YBF amfi ve FENS amfi arasındaki dört önemli fark: YBF amfinin koltukları kırmızıdır, koltuklar arasında tek koridor vardır, SU flamaları asılıdır, koltukların arkasında ahşap bir blok yoktur. FENS amfinin koltukları yeşildir, koltuklar arasında iki koridor vardır, SU flamaları katlıdır, koltukların arkasında ahşap bir blok vardır.

FENS G032 ve FENS G035'i ayırt etmenin püf noktası: G032'de üzerine tahta kalemi ile yazılan beyaz tahta vardır. G035'te ise tebeşirle yazılan yeşil tahta vardır.

Bok Heykeli: Söylendiğine göre okulun açıldığı yıldan beri Cafe Dorm önünde mevcuttur. (Dorm'un yemeklerine bir tepki niteliğinde dikilip dikilmediği merak konusudur) Üzerinde bir adet derin çatlak bulunur. Doğru açıyı sağlarsanız havalimanı yönüne baktığınızda halkanın tam ortasında bir Türk Bayrağı dalgalanır.

Sabancı Üniversitesi Yurtları: Yanyana bulunan bina numaralarının çoğu toplandığında 7 ya da 17 sayısını verir. (B1-B6; B7; B2-B5; B3-B4; B8-B9; A1-A6; A2-A5; A3-A4)

Sabancı Hipotenüsleri: Sabancı hipotenüsleri, çimleri yardırmak suretiyle aşındıran öğrencilerin bıraktığı çorak izleri taş bloklarla kaplama sanatının bir meyvesidir. Boşluklara girip, bileğinizi burkmadan üzerlerinde yürümenin en basit yolu (tabii bacak boyunuza göre değişir) 1 ayak taşın ortasına, 1 ayak sonraki iki taşın arasına şeklindeki döngüyle sağlanabilir. (Ayrıca henüz taşla kaplanmamış olduğu için kışın çamurla kaplanan hipotenüsler de mevcuttur (bkz. Sabancı Üniveristesi'nde Camel Trophy keyfi))

Sabancı Sinekleri: 6 bacaklı, örümcek-sivrisinek kırması, zıplayabilen, uçabilen ve soktuğu söylenen bu radyoaktif kardeşlerimizin Tuzla'da bulunan varillerle ilişkisi merak konusudur. Yetkili kimseler kendilerini şöyle tanıtmıştır: "Bostan sinekleri Nisan ayında 3 hafta süresince çimlerde, bina girişlerinde ve duvar diplerinde görülürler. Mayıs ayında gitgide azalarak kaybolurlar. İnsan sağlığına zararları yoktur. Kanatlıdırlar ve büyük boy sivrisineğe benzerler."

Sabancı Asansörleri: Özellikle FENS binasında olanları sinir bozucudur, uzak durulmalıdır. 'Mühendis adam kendine bakmaz' görüşü ile FENS büyük asansörünün aynası yoktur. 2 katı 1 dakikaya yakın bir zamanda çıkarlar. Tam vazgeçip merdivene yürümeye başladığınız anda "ping!" sesini duymak kadar sinir bozucu bir şey yok gibidir.

Bir Müsamere Olarak "Rock on Broadway"...


Son üç yıldır İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu Broadway müzikallerinin akınına uğradı. 14 Ağustos 2006'da "Broadway'den İstanbul'a Müzikaller"; 13 Ağustos 2007'de "Rock Müzikaller" ve bu yıl/dün/14 Ağustos 2008'de "Rock on Broadway"...

İlki; Keremcem, Mirkelam, Şevval Sam, Seden Gürel gibi isimlerin bulunduğu; Broadway'de sahnelenmiş onlarca müzikalden birer şarkının (sahnelendiği değil) söylendiği, araya Türkçe müzikallerden seçmelerin de serpiştirildiği orta kararda bir (konser/show değil) dinletiydi. Bir ilkti.

İkincisi; Pamela, Hayko Cepkin, Özge Fışkın, Demir Demirkan ve Ogün Sanlısoy gibi rock starlardan oluşan kadrosu (ve Demet Evgar bonusuyla) hayatımda deneyimlediğim en güzel sahne olaylarından biriydi. Öncüsünden daha dar bir konsept belirlemişti kendine. "Rock Müzikaller"... Amacıysa yine aynıydı, sahneye bir müzikali koymak/koymaya çalışmak değil; müzikallerden seçme şarkıları söylemekti. Bu kez sahnede takım elbisesi ve Keremcem olmadığından ve programda müzikleri daha az laylaylom olan, 'rock'ı gerçekten başarılı kullanmış müzikallerden seçme şarkılar olduğundan birbiri ardına gelen bireysel sahne performansları da oldukça göz doldurucuydu. "Rent"in magazin basınında "lezbiyen müzikali" şeklinde anılmasına neden olsa da büyük bir olaydı başından sonuna. Özge Fışkın'ın -o zaman henüz albümünü çıkarmamıştı sanırım- "ileride bu abla bir 'şey' olacak" dedirttiği, Pamela'nın takdir edildiği ve Hayko Cepkin'in inanılmaz bir sahne gösterisiyle Jesus olarak çarmıha gerildiği sahnelerin güzelliği kaldı o günden bugüne aklımda.

Dünkü Broadway çıkarmasında ise Doğan Duru, Pamela, Burak Kut, Meyra, Irmak Ünal ve bonus olarak Hande Yener ve Fadik Sevin Atasoy vardı. Ladies&Gentlemen Musical Ensemble da onlara eşlik ediyordu. Müzik Direktörü Tuluğ Tırpan ise mikrofondaydı, şey pardon, piyanodaydı. Gösteri, son bir haftadır başta Hürriyet'in 'Kelebek' ve Sabah'ın 'Günaydın' ekleri olmak üzere (evet okuyorum onları :P) magazin basınında dev bir zepline gaz basılırcasına şişirildi. Burak Kut Freddie Mercury ile kıyaslanırken, Hande Yener tüm gecenin başrol oyuncuymuş gibi abartılıyor, Irmak Ünal da çocuksu heyecanından bahsediyordu bolca. Diğer yandan Doğan Duru'nun dünkü röportajı oldukça mütevazıydı ve "ben bu işin eğitimini aldım ve güzel bir şeyler yapmak istiyorum" alt metnini barındırıyordu. Tüm bu gaza kapılan insanlardan biri olarak, bugüne kadar kendilerinden bir şeyler kapmaya çalışma fırsatı bulduğum iki insanın (Doğan Duru, Dünya Kızılçay) yer almasının da yarattığı merakla ben de biletimi -biraz geç olsa da- aldım.

"Rock on Broadway", 5 bölümden oluşuyordu: İlk yarıda "Jesus Christ Superstar" ve "The Wall"; ikinci yarıda "Chicago", tek şarkılık seçmeler bölümü ve "We Will Rock You". Bu listeye bakıldığında geçen seneden farklı olarak "The Wall"un programa dahil edilişiydi tek göze çarpan şey, bunu da Pink Floyd hayranı Doğan'ın kadroda yer almasına bağlıyorum. Genel anlamda ise şöyle denilebilir "Rock on Broadway" için: Gözlerini kapayarak seyreden biri için çoğu bölümü bir müzik ziyafeti kıvamında, kalan birkaç kısmı ise biraz parazitli bir rock müzikal seçmesi. Kulaklarını tıkayarak seyreden biri için ise (ilk yarının sonundaki bir atraksiyon dışında) ünlü yıldızların ilkokul çocuğu rolünde sahnede debelenmekte olduğu bir müsamere.

Sanırım olayın en büyük hatası, geçtiğimiz iki yıl yapıldığı gibi solistlerin bireysel olarak şarkılarında parladığı ve müzikalden bağımsız bir şekilde şarkısını söylediği bir konsept seçilmemesi olmuş. Şarkılarının büyük bir parçası söylenen müzikaller hakkında hiçbir şey bilmeyen insanların anlayamayacağı bir "previously on Broadway" telaşına dönmüş her şey. Dekor, sanat yönetimi, koreografi, kostüm gibi 'müzikal' denildiğinde değil iyi olmak, mükemmel olmayı şart kılan ögelere denk gelmekte zorlanılmış. 'Müzikallerden seçmeler' gibi iddiasız bir işle seyirci karşısına çıkarsanız, solistiniz de iyiyse hiç önemi olmayan şeyler olsa da bunlar; eğer iddianız 'müzikallerden seçme şarkılar söyleyip geçmicez, müzikalleri adeta oynıcaz' ise olmadan kaybedeceğiniz şeyler aynı zamanda. Ayrıca ekranlara yansıyan görüntüler de oldukça gereksizdi, çoğu zaman müzikalin ya da şarkının ismini, İsa'yı, Freddie'yi gösterdi. Hani uzaktan seyredenler var, müzikal bu, performansı görmek önemlidir, bir kamera kullanıp sahnede olanları büyütüp verelim kaygısı yoktu hiç.

Gecenin ilk ve en büyük hatası, en büyük fiyaskosu ise girişiydi. Ne bir uvertür çalmak, ne de bir akor basmaksızın Tuluğ Tırpan'ın mikrofonu eline alıp, (bir de üflese çok güzel etki yaratırdı. ama arkalardaydım belki üflemiştir de) genizden bir J/H arası harfle ve sıfır coşkuyla "Jesus Christ Superstar" şöyledir, böyledir gibisinden seyircide bir kendini-yeni-sağılmış-bir-Sütaş-ineği-sanma etkisi yaratan düşük volümlü bir giriş yapmasıydı. Sonrasındaki birkaç on-dakika boyunca Doğan Duru'nun coşkusu ve güçlü sesi de, Dünya Kızılçay'ın şaşırtıcı derecede iyi yorumu da toparlayamadı düşen tempoyu. Araya Meyra'nın hazırlık sınıfı aksanlı İngilizcesi de girince, (bir de bünyede manyak dozda Hayko Cepkin Jesus'ı deneyimi olunca) konserin ilk kısmı benim için bitti.

Sonrasındaki "The Wall" bölümü tamamen (umarım izin almışlardır, yoksa korsana alet olduk; zira bildiğim kadarıyla tüm DVDlerin arkasında 'umuma açık yerlerde dıbıdıbıdıptıs' gibisinden başlayan ve 'yasaktır' ile biten bir ibare yer alıyor) "The Wall"dan görüntülerle süslenmiş(?)ti. Pamela da, Doğan Duru da ses ve yorum bakımından kusursuzdu. Sahneye dakikalarca tuğla tuğla bir duvar yapalım, sonra üstüne "The Wall" yazalım, en sonunda da tekmeleyerek yıkalım fikri oldukça yaratıcıydı. Fakat bunun dışındaki tüm hareketler gereksiz ve dediğim gibi müsamere kıvamındaydı. Diğer yandan, genelde böyle başarılar asla basına yansımadığı için ismini bulamadığım, "Mother"da Pamela ile düet yapan küçük kızı ise aşırı derecede takdir ettim. Sesiyle Irmak Ünal'a, aksanıyla Meyra'ya, sahnesiyle de Burak Kut'a birkaç bin basmaktaydı küçücük boyuyla.

İkinci bölümün açılışı ise (tabii ki yine Tuluğ Tırpan'ın vaazı ile (fakat bu kez birazcık daha coşkulu) başlayan) "Chicago"dan "All That Jazz" ile yapıldı. Gecenin başında çalınması gerektiğini düşündüğüm süper bir uvertür barındıran şarkı, Pamela'dan beklediğimden düşük bir performans ile geçti. Irmak Ünal'ın ise tam anlamıyla o sahnede bulunması bir hataydı. Ne ses, ne rol, ne yorum. Kendisine ve güçlü/kadınsı duruşuna olan hayranlığım "Chicago"nun en sevdiğim şarkılarından "Roxie"yi söylemesi(?) ile sönüp gitti. Gecenin yıldızı kuşkusuz Fadik Sevin Atasoy'du. 6 kadının, 6 farklı hikayesini anlatan "Cell Block Tango"yu resmen ruhundaki altı farklı kadını kullanarak tek başına göğüsledi. (Zaten kadronun tamamı olmasa bile, az değil çok bir yüzdesi opera eğitimi almış müzisyen ya da Altın Portakallı tiyatroculardan oluşsa, yazının başlığı böyle olmazdı) Müzikalleri orijinal dilleri dışında dinlemekten nefret eden ve diğer dillerde söylenmesine karşı bir insan olarak; çoğunlukla şarkıdan değil monologdan ibaret "Cell Block Tango"nun Türkçe "oynanmasını" da anlayışla karşıladım. Sahnede gerçek bir tiyatrocu görmek, gösterinin diğer üyelerinin oyunculuklarının kötülüğünü daha fazla ön plana çıkardı, o ayrı.

"Chicago" ve "We Will Rock You" arasına, tüm müzikal olarak değil de -nasıl olduysa- birer şarkı olarak konmuş "Rent"ten "Seasons of Love" ve "Moulin Rouge"dan "Roxanne" vardı. Sanırım bu bölüm final öncesinde adı 'konuk' olarak geçen Ladies&Gentlemen ve Hande Yener'e ayrılmış olduğundan birer şarkıdan ibaretti. Her ikisi de güzeldi. Beni en çok şaşırtan şey ise Hande Yener'in beklediğimden binlerce kat fazla iyi performansıydı. Sahneyi doldurmasıyla, 'cool'luğuyla, show insanlığıyla gerçekten başarılı bir şekilde kalktı "Roxanne"in muazzam düzenlemesi nedeniyle birçok iniş çıkışla dolu "Moulin Rouge!" versiyonunun altından. Platin sarısı kafasındaki pembe toz bezi tüyleri olmasaydı çok daha fazla beğenimi kazanabilirdi.

Son olarak ise "We Will Rock You" geldi. Ve Burak Kut geldi. "Bu adamın sesi bu kadar güçlü ve bu kadar güzel miydi!!!" dedirtti. Ama yanlış yerde dedirtti. Çünkü o kadar kötü yorumladı ki caaanım Queen şarkılarını, sesin güzel olması, rock'ın pop olarak söylenmesini affettirmedi. Ayrıca bir hafta boyunca Freddie Mercury ile kıyaslandığını okuyan arkadaş öyle bir havalardaydı ki anlatamam. Ama nedense her an "Yaşandı bitti saygısızca!!!" diye girecek izlenimi uyandırdı Burak Kut, bir Feddie'den çok. "Bohemian Rhapsody"de "yavrum amcalara pipini göster" denmişçesine piyano çalabildiğini kanıtlamak için piyanonun başına geçti, "piyanist-şantör-freddie" kavramına yeni bir boyut kazandırdı. Aaa, bi dakka, öyle bir kavram yoktu di mi? Yine de dediğim gibi, baktığın objeyi Burak Kut diye geçme, kutla düşün çıkardığı onlarca güzel notayı. Ama mümkünse pop tarzda bir şeyler alalım bir dahaki sefere.

Konser süresince her şarkı arasında -biz amatörlerin bile yapmadığı- mikrofonlardan gelen "açık mı bu", "hadi hadi" fısıltılarından farkındaysanız hiç bahsetmedim.

Kısacası, Doğan Duru'ya rağmen, Pamela'ya rağmen, Fadik Sevin Atasoy'a rağmen, Hande Yener'e rağmen, "kötü" bir müzik deneyimiydi benim için. Cümleten geçmiş olsun.

11 Ağustos 2008

En İyi Film Afişleri: 2007


Her sinemasever gibi benim de gelecekte izleme imkanı bulacağım filmlerle tanışma anım 3 farklı şekilde gerçekleşiyor: Sinema sitelerinden takip edilen dedikodular (çoğunlukla filmin hayatımın filmi mi yoksa gördüklerimin en rezaleti mi olduğuna/olacağına dair pek fazla ipucu vermeyen farketme aşaması); fragmanlar ve film afişleri. "İlk görüşte aşk" çoğu zaman fragmanlarla gerçekleşse de; hakkında hiçbir şey bilmeden beni afişiyle etkilemeyi başaran filmlerin sayısı da bir hayli fazladır. Film afişleri, film hakkında minimum ipucu vererek, minimum ünlü oyuncu kellesi göstererek, filmi en iyi şekilde tanımlamalıdır bence (baya optimizasyon yaptım satır arasında :P) ve bunu bazen bir sanat eserini andıran tasarımıyla, bazen 'tagline'ı ile bazen de sadeliğiyle yapmalıdır. Her sene çekilen yüzlerce filmin afişi arasında, çok azı bunu tam olarak yapabiliyor ve böyle takdire layık olanları bazen gerçekten iyi filmlere ait oluyor. (bkz. "Crash", 2005) Her zaman mükemmel bir afiş (bırakın iyiyi) ortalamanın üstünde bir filmi müjdelemese de (bkz. "The Happening", 2008) film afişleri; gerek filmler hakkında bir ön bilgi, gerekse bir oda süsleme gereci olarak önem verdiğim birer sinema ögesi.

En İyi Tagline'lar 2007:

1. "What If This Guy Got You Pregnant?" - Knocked Up: Afişteki Seth Rogen'ın dev boyutlardaki kafası ve masum/şapşal/aptal bakışları ile birleştiğinde komik/trajikomik/absürd gözüken ama aynı zamanda filmde olacaklar açısından merak uyandıran bir cümle. Ortaya Apatow ve ekibinin yaptığı (ve yapacağı) filmlerin anafikrini tam olarak özetleyen bir afiş çıkarmak için gayet iyi bir soru cümlesi.

2. "He's Just Dying to Become a Chef" - Ratatouille: Hem afişteki sevimli kahramanımızın somut durumunu anlatan, hem de aynı farenin filmdeki tutkusunu ortaya koyan güzel bir kelime oyunu olmuş.

3. "There's More Than One Way to Lose Your Life to a Killer" - Zodiac: Filmde karşılaşacağınız katilin tahminedilebilirliği ne kadar düşük bir psikopat olduğunu bağıran bir cümle.

4. "Every Killer Lives Next Door to Someone" - Disturbia: Filmin "disturbance" ve "suburbia" kelimeleri birleştirilerek oluşturulmuş harika ismi bir yana, herkesin düşünebileceği ama dile getirmeye gerek görmediği bir 'fact'i filmin konusunu yüzümüze vurmak için kullanılışı durumu.

5. "The Truth Can Be Adjusted" - Michael Clayton: Ciddi sorunlara parmak (basan değil) sokan, ağır, metaforun kitabını yazmış ve ciddi bir film için; politik, eleştirel ve ciddi bir cümle. Dev puntolarla George Clooney'nin kafasının üstüne yazılmasa aynı etkiyi yaratır mıydı bilmiyorum. Yaratırdı bence.












En İyi Film Afişleri 2007:



1. "Across the Universe": Star'ın "Pazar Gecesi Sineması"nı çağrıştıran bir parliament mavisi, üzerine kıskançlık kırmızısı, kalp şeklinde bir çilek ve bir öpüşme sahnesi. Biliyorum, belki çok çorbamsı, karmakarışık gelebilir çoğunuza. Ama filmin en güzel sahnelerinden biri olan ve kıskançlığı inanılmaz bir şekilde anlatan "Strawberry Fields" sahnesinin böyle canlı renklerle afişe konmuş olması; "All You Need Is Love" yazısı, uzay boşluğu, "Across the Universe"... İşte bir cümle yapıverin bunlarla. Beni yaralayan bir afiş kendisi.

2. "Before the Devil Knows You're Dead": Minimalism is appreciated.



3. "Into the Wild": Filmin bana hissettirdiği, doğanın karşısındaki küçüklük ve güçsüzlük duygusunu veren bir afiş bence. %75i gökyüzüyle kaplı afişin. Minibüs eski ve işlevini yitirmiş, Emile Hirsch üstünde oturuyor, tam sıfır noktasında...

4. "Zodiac": 'Creepy' kelimesini kullanabilirim sanırım bu noktada. Siyah, karanlık, sis... Bir seri katil filminden beklenebilecek her şeyi avaz avaz sirenlerle bağırmak gibi bir şey olmuş. Sadelikle amacına ulaşmış.

5. "Premonition": Çoğu insan biraz zorlama olduğunu düşünebilir. Hmm evet, dallardan Sandra Bullock'un suratını yapalım. E siz yapın? Filmdeki mistikliğin güzel bir özeti olmuş bu görüntü. Anlaşılmaz şeyler seyredebileceğinize dair bir uyarı gibi.

İki kere sil baştan.

“Rüya Bilmecesi” ve “Lütfen Beni Öldürme”, gerçekliği ve kurmacayı bir araya getirerek “Sil Baştan”ın izinden gidiyor sanki.

Zaman, rüyalardakinin ya da hikayelerdekinin aksine çok çabuk geçip gidiyor. Ülkemizde 2 yıl gecikmeden sonra geçtiğimiz yaz gösterime girmiş olmasına rağmen; sanki yıllar geçmiş gibi onu seyredeli. Yaratıcı senarist Charlie Kaufman’ın yazıp, Michel Gondry’nin yönettiği; özellikle romantik gençler arasında hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip 2004 yapımı o büyüleyici film… Belki de anmak istemiyorum yerlileştirilmiş ve büyüsü bozulmuş ismini, onun için uzatıyorum. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”… Bilincin altını üstüne getiren, her izlendiğinde yeni bir şeyleri ortaya çıkaran, Jim Carrey ve Kate Winslet’in tüm yeteneklerini haykırdığı film… “Sil Baştan” yani.

Ve “Sil Baştan” başlamak gerektiğini düşünen sinema dünyası; iki yıl sonra yeniden gerçek ve kurmacayı birbirinin içine sokmayı başardığı iki filmle karşımızda: “Science of Sleep” (Rüya Bilmecesi) ve “Stranger Than Fiction” (Lütfen Beni Öldürme).

Michel Gondry bu kez senaryosunu da kendi yazdığı filmi “Rüya Bilmecesi”nde son dönemlerin parlayan yıldızı Gael Garcia Bernal ile beraber girmiş rüyalar alemine. Gerçekle rüyayı birbirinden ayıramayan ve ilginç icatlarıyla annesini çileden çıkaran Stephane (Gael Bernal) ve komşu kızı Stephanie (Charlotte Gainsbourg) arasındaki aşkı konu alıyor “Rüya Bilmecesi”. Bu aşkın rüya mı, yoksa gerçek mi olduğunu öğrenmek içinse fazla beklemeye gerek yok neyse ki: “Rüya Bilmecesi”, 8 Aralık’ta gösterime girdi.

Gerçeği kurmacayla karıştırarak “Sil Baştan” yaratan ikinci film ise, özgün adından da anlaşılabileceği gibi (Kurmacadan Daha Garip) değişik bir film olan “Lütfen Beni Öldürme”. 2004’te Peter Pan’in yazıldığı dönemi beyazperdeye aktaran Marc Forster’ın ikinci yolculuğu bu “Düşler Ülkesi”ne. Bu kez başrol için komedyen Will Ferell’ı seçen yönetmen; Crick (Ferell) adlı sıradan bir insanın kafasında olup bitenlere yoğunlaşmış yeni filminde. Crick’in bilinçaltının sırrı; aslında düşündüklerinin kendine değil, bir yazarın hayal gücüne ait olması. Ve işin kötü yanı bu yazar romanının başkişisini öldürmek niyetinde! Crick’in akıbetini 15 Aralık’tan sonra öğrenebilmek mümkün. Filmde Will Ferrell’ın yanı sıra; Emma Thompson, Maggie Gyllenhaal, Dustin Hoffman ve Queen Latifah’nın da aralarında bulunduğu güçlü bir oyuncu kadrosunu izlemek mümkün.

“Sil Baştan”ın gönüllerde taht kuran bilinçaltı-bilinçüstü arası gidip gelmelerini ve gerçekle kurmacayı bir araya getiren üslubunu hatırlamak için iki imkan var önümüzdeki günlerde sinema salonlarında. Bakalım “Rüya Bilmecesi” ve “Lütfen Beni Öldürme” onunla aynı etkiyi yaratacak mı üzerimizde.

(12 Aralık 2006'da Radikal Genç'te yayınlanmıştır.)

Bugünden notlar: Heyecanla beklediğim iki film de benim için birer hayal kırıklığı olmuştu. "La Science des Reves", bu yıl "Be Kind Rewind" ile tarzının "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" gibi bir başyapıtla değil de; daha mütevazı, daha elişi dersi kıvamında ama her zaman inanılmaz bir hayal gücü ve çocuksulukla alakadar olduğunu kanıtlayan bir 'Michel Gondry filmi'ydi. Gael Garcia Bernal'e rağmen fazla hoşuma gitmese de, saf ve çocuksu bir aşk hikayesi olarak canımı da sıkmamıştı. Marc Forster'ın "Stranger Than Fiction"ı ise, oldukça ilginç ve yaratıcı senaryosu dışında hayatımda bir iz bırakmamıştı. Will Ferell'ı sevmediğimi (ama ısrarla seveceğimi düşündüğüm filmlerde oynamasına anlam veremediğim) kanıtlayan, Queen Latifah'nın "Chicago"dan beri doğru düzgün bir rolde oynamadığını doğrulayan ve Maggie Gyllenhaal'ın orasını burasını açmadan da iyi bir oyunculuk çıkarabildiğini gösteren bir film olmuştu. Sonuç olarak iki film de kötü olmasa da 2006'nın fazla-söz-edilmese-de-olur filmlerinin arasında yerlerini almıştı benim için.

5 Ağustos 2008

I Am Legend 28 Days Later

28 gün sonra efsane oluyor değilim haliyle. Başlığa virgülümsü herhangi bir noktalama işareti koymayışımın bir nedeni var: Haftasonu "28 Days Later" filmini seyrederken ileriki günlerde yazabileceğim bir yazının başlığını "Bir 'Deja-vu' Olarak "28 Days Later"" koymayı planlamıştım. Nedeni "I Am Legend" filmi ile bir hayli benzerlikler taşımasıydı. Fakat hemen sonrasında iki filmin yapım yılları beynimde beliriverdi. Ve kronolojik bir değerlendirmeyle planlama aşamasındaki yazının başlığı "Bir 'Deja-vu' Olarak "I Am Legend"" halini aldı. Bugün iki film hakkında yazılanları okurken ise Richard Matheson'ın 1954 yazımı "I Am Legend" romanıyla tanıştım. Dolayısıyla kafam, iki filmden hangisinin hangisinden etkilendiği konusunda oldukça allak bullak olmuş durumda. Yok deja-vu falan.

"Trainspotting" (1996) ve "The Beach" (2000) gibi filmleriyle tanınan İngiliz yönetmen David Boyle, 2002 yapımı filmi "28 Days Later" hakkında söylediklerine bakılırsa; bir korku filminden daha çok herkesin ilgisini çekecek psikolojik ve paranoyak bir film çekmek istemiş. Geçmişteki zombi filmlerinden farklı olmayı amaçlamış başka bir deyişle. Senaryoda 'psikolojik bulaşıcı virüs' bahanesiyle yaratılan ölü-olmayan zombileri öfke dolu birer 100 metre atleti olarak düşünmüş. Bana kalırsa "28 Days Later", ne senaryosuyla ne de oyunculuklarıyla ön plana çıkabilmiş bir film. Filmin son yılların en önemli İngiliz bilim-kurgu filmlerinden biri haline gelmesini ve çoğunlukla iyi eleştiriler almış (ve sağda solda, arkadaş arasında "mutlaka seyret, çok iyi" referansları verdirten) bir film olmasının üç nedeni var bence: Yönetmen, görüntü yönetmeni ve müzik seçimi.

Londra gibi bir metropolü bize bomboş gösteren açık alan çekimleri başta olmak üzere, zombisinden insanına; setlerinden yarattığı psikolojiye kadar yönetmenin bir şekilde parmağı olan her şey güzel gözüktü gözüme. Işık kullanımı ve çekimler konusunda da Anthony Dod Mantle takdir edilesi bir iş çıkarmış. Elektriğin olmadığı bir ortamda geçen bir senaryonun filme yansıtılması sırasında ışık kullanımını takdir edilesi bir işe dönüştürmek zor bir şey olmalı. Son olarak çoğunlukla hareketli, gerilimin aksiyonla dengesini sağlayan müziklerin kullanılması filmin akmasını sağlamış. (-ki devam filmi "28 Weeks Later"da Muse'un orijinal bir şarkısının bulunması için yeterli referans bu şekilde sağlanmıştır da öyle kabul etmiştir Matt :) )

Cillian Murphy'nin bu filmdeki rolünden sonra yükselmesini de göz önünde bulundurursak kötü bir oyunculuk sergilediğini söylemem pek mümkün değil. Ama çoğunlukla İrlandalı ve tanınmamış oyuncularla çekilen filmin kadrosu ortalamanın çok üstünde performanslar da sergilemiyor.

2007'de çevrilen en başarılı bilim-kurgulardan biri olan "I Am Legend" ise "Constantine"in (2005) yönetmeni Francis Lawrence'ın eseri. Film yukarıda da belirttiğim gibi Richard Matheson'ın 1954'te yazdığı romanın uyarlamalarından sonuncusu. Ve "28 Days Later"ın aksine "I Am Legend", bu senaryosu ve oyunculuklarıyla ayakta duran bir film.

Will Smith'in "The Last Man on Earth" Robert Neville rolündeki -ve filmin yarısından fazlasında ekrandaki tek insan olarak yer aldığı- performansı gerçekten çok iyi. Hayatta kalışına sevinemeyen bir adamın yalnızlığını, çaresizliğini ve neler düşündüğünü gayet iyi anlatan bir hikayenin içinde oluşu da daha iyi oynaması için motive etmiştir sanırım kendisini. (Günümüze) Uyarlama sırasında yapılan bazı değişiklikler (Los Angeles'ta geçen hikayenin normal şartlarda çok daha kalabalık ve bomboş gözükmesi seyirciyi çok daha fazla etkileyecek Manhattan'a taşınması gibi), küçük detaylar (sadık dostumuz köpek ya da DVD dükkanı gibi), nefes kesici ama saçma olmayan sahneler (güneşin batışı sırasında günışığının çizgi çizgi azalma sahnesi) ve yerinde referanslar (bkz. Shrek) senaryoyu beğenmemi kat kat artıran özellikleri...

Kısacası ortada bir salgınla boşalmış metropol konseptini işleyen iki film var. Biri diğerinin yazıldığı romandan (özgün bir senaryosu olsa da), diğeri ise onun görüntülerinden etkilenmiş durumda. Hiçbirine bir diğerinin taklidi demek doğru değil. Ama biri bir yönetmen filmi; diğeri ise bir senaryo ve oyuncu performansı filmi olarak değerlendirildiğinde iki başarılı iş olarak hatırlanabiliyorlar.

4 Ağustos 2008

İçinden duman çıkan kuleler.


11 Eylül saldırılarından 5 yıl sonra iki 11 Eylül filmi karşımızda.

11 Eylül 2001’de neredeydiniz? Bilmem kaçıncı katından bir uçak kanadı gözüken o dumanlı kuleleri ilk defa hangi televizyonda gördüğünüzü hatırlıyor musunuz? Arayan giren kilometreler bize unutturdu belki olanları, ama Rüyalar Ülkesi Amerika’nın insanları ne o binaları, ne de o günü unutabildi.
Hollywood da unutmadı içinden dumanlar çıkan o kuleleri, sinema da unutmadı. 2003 Mayıs’ında Spike Lee’nin “25th Hour” (25. Saat) filminde Edward Norton’ın canlandırdığı Monty Brogan’ın apartman dairesinin penceresinden enkazını gördük ikiz kulelerin. Sonrasında 11 ayrı ülkeden 11 ayrı yönetmenin 11 kısa filmini bir arada izleyiciye sunan “September 11” (11 Eylül) girdi ülkemizde gösterime. Eylül 2004’te Michael Moore, politik belgeseli “Fahrenheit 9/11”da karşımıza çıkardı kuleleri. Ve son olarak Steven Spielberg geçtiğimiz yıl, 11 Eylül teröründen 4 yıl sonra, 11 Eylül’ün 29 yıl öncesindeki terörü anlattı “Munich” (Münih) adlı filminde. Filmin son karelerinde gösterdiler kendilerini seyirciye artık orada olmayan kuleler, beki de hatırlattılar kendilerini “biz buradaydık” diye.
5 yıl sonra, enkazının yerinde yeni bir inşaat, kurbanlarının anısına bir anıt bulunan o kuleleri doğrudan konu almayı seçti Hollywood nihayet. Artık ne belgesellere, ne kısa filmlere, ne de dolaylamalara ihtiyaç duyarak perdeye yerleştirmeyi seçti Amerika’nın sinema insanları, içinden duman çıkan kuleleri. 2006 Nisan’da “United 93” ve Ağustos ayında “World Trade Center”ı seyretti Amerikalılar. Şimdi ise sıra ülkemizde: “United 93” (Uçuş 93) 1 Eylül’de gösterime giren filmler arasındaydı, 29 Eylül’de ise “World Trade Center”ı (Dünya Ticaret Merkezi) seyretme olanağı bulacak Türk sinemaseverler.
Paul Greengrass’ın yönettiği “Uçuş 93”, 11 Eylül 2001 günü kaçırılan dört uçaktan hedefini bulamayan United Hava Yolları’nın 93 sefer sayılı uçağında yaşananları anlatıyor. Filmin ilgi çekici özellikleri; “24” adlı televizyon dizisi misali gerçek zamanlı olarak çekilmesi ve filmde tanınmamış oyuncuların çoğunlukla doğaçlama yöntemiyle oynamış olmaları. Kaçırılan uçağın içinde yaşanan dehşeti görecek ve o anda insanların uçağın hedefini bulmamasını vatanseverliklerinden mi, yoksa sadece uçaktan sağ olarak inebilmek için mi istediklerini anlayacağız bu filmle.
“Müfreze”, “Doğumgünü 4 Temmuz”, “JFK” gibi filmleriyle tanınan yönetmen Oliver Stone’un “Dünya Ticaret Merkezi” ise kulelere düzenlenen saldırıdan hemen sonra binalara giren ve enkazın altında kalan bir itfaiye ekibinin başından geçenleri anlatıyor. Filmde “Uçuş 93”ün aksine Nicholas Cage, Maria Bello, Michael Pena ve Maggie Gyllenhaal gibi deneyimli ve ünlü bir oyuncu kadrosu dikkatleri çekiyor. Özellikle -geçtiğimiz yıl Akademi tarafından en iyi film seçilen “Crash” (Çarpışma) ile tanıdığımız- Michael Pena’nın bu filmdeki performansı eleştirmenlerce oldukça beğenilmiş durumda.
Amerika’da “Bu yılın Akademi Ödülleri’ne 11 Eylül filmleri mi damgasını vuracak?” sorusu merakla tartışıladursun, biz de bu ay bu iki filmi seyretme şansını çok geç olmadan yakalamış oluyoruz. Dört bir yanda terör hala devam ederken, “içinden duman çıkan kuleler” unutulmamış diyebilmek de bir şeydir en azından.


(5 Eylül 2006'da Radikal Genç'te yayınlanmış ilk yazımdır.)

Bugünden notlar: "United 93", 2006 yılı Oscarları'na iki dalda aday oldu. (En İyi Yönetmen, Paul Greengrass ve En İyi Kurgu) Tarafımdan yılın en iyi filmlerinden biri olarak değerlendirildi. "World Trade Center" ise gerek Amerikancılığı, gerek aşırı milliyetçiliği, gerekse aşırı Hristiyan dinciliği ile tarafımdan tiksintiyle karşılandı; dünya çapında da olumsuz eleştiriler aldı.

2 Ağustos 2008

Bana Göre: "Candan Erçetin"



Dün gece, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'ndaki konserinde (-ki söylediğine göre o sahnedeki 10. yılıydı) ben de vardım Candan Erçetin'in. Tam olarak bir doğu-batı sentezi tadındaydı konser. İlk yarısında görkemli bir girişle, romantik aşk şarkılarıyla, "La Vie en Rose" ile, göz kamaştırıcı mor elbisesiyle tam bir batılıydı. İkinci yarıda ise içindeki Trakyalı'yı çıkardı diyebiliriz. TSM'siyle, türküleriyle, attığı göbekle, Yunancasıyla, Türkçesiyle kıpır kıpırdı.

"Her Aşk Bitermiş" şarkısı ile, binlerce kişinin en ortasından, seyircilerin en tepesinden basamak basamak indi sahneye ışıkların altında. Dediğim gibi, gerçekten görkemliydi. "Harbiye Açıkhava Tiyatrosu 61 yılda ilk kez yenilendi." gösteriş-amaçlı-laf-kalabalıklarına gönderme yaparak "Harbiye Açıkhava Konserleri 61 yıldır böyle eziyet görmedi." dedi. "Sensizlik" dedi, "Sitem" dedi, "Söz Vermiştin" dedi. Kısacası benim tercihim ilk yarıdan yanaydı.

- Bana göre: Candan Erçetin -

1. Söz Vermiştin / Elbette
2. Sitem / Melek
3. Sensizlik / Melek
4. Elbette / Elbette
5. Olmaz / Elbette
6. Oyalama Artık / Oyalama Artık
7. Bensiz / Neden
8. Hayranım Sana / Çapkın
9. Daha / Hazırım
10. Onlar Yanlış Biliyor / Çapkın

"Gözüm aynı göz, ruhum eski
Sözüm aynı söz, susmam yeni
Günüm aynı gün, geceler eski
Tenim aynı ten, üşüyorum şimdi"

Cem Adrian üzerine...


Fazıl Say'ın keşfi olarak ortaya çıkıverdiği günden beri gerek sesine, gerek egosuna olsun hayranlık duyduğum, kıskandığım ve severek dinlediğim insanlardandır Cem Adrian. 10-15 kişilik bir acapella koroyu yutmuşçasına inanılması güç seslerin hepsini aynı ses telleriyle çıkaran bu varlık; ilk albümü "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım"da çoğunlukla hiçbir yardım görmediği, tizinden pesine, davulundan zurnasına her şeyiyle kendi söylediği ve kendi kaydettiği şarkıları (ve iki konser kaydını) ile piyasaya çıkar çıkmaz beni benden almıştı. Yalnızca kendi şarkısı "Bana Özel" değil, "Kimler Geldi, Kimler Geçti" yorumu da bu albümü benim için bambaşka kılmıştı.

İlginç fotoğraflarla bezeli, bu nedenle yalnızca içindeki CD'de kayıtlı olan şarkılarla değil, albüm tasarımı ve görselliğiyle de bir sanat eseri olduğunu söyleyen ikinci albümü "Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti"de de sesini tüm farklılığıyla ortaya koymuştu. Özellikle "Yağmur", hem sözleri hem müziği hem de yorumuyla; beni en çok duygulandıran şarkılar arasındaki yeri almayı başarmıştı.

Cem Adrian'ın üçüncü albümü "Essentials / Seçkiler" geçtiğimiz aylarda çıktığında, albümü elime aldığımda bir sürprizle karşılaştım. Bu kez kendi şarkılarını değil, bildiğimiz şarkıları ve türküleri söylemişti. Çok sevdiğim "Ayrılık" ve "Ay Gız" dahil olmak üzere Egeli, Azeri, Anadolulu, Karadenizli ortamlara sürükleyen bir albüm olmuş. Daha önce binlerce kez duyduğunuz ezgileri hiç duymadığınız gibi duyabileceğiniz bir şey çıkmış ortaya. Türküleri halk müziğinin bir parçası olmaktan çıkarıp, klasik müzik eseri havasına büründürmüş bir "şey".

"Dostum", "Ayrılık", "Odam Kireçtir Benim", "Ay Gız", "Geçti Dost Kervanı", "Ben Annemi Özledim", "Çanakkale Türküsü", "Yemen Türküsü", "Ah Bir Ataş Ver", "Al Fadimem", "Gel Gör Beni". Albümün içinde yer alanlar böyle. Favorilerimse sırasıyla "Ay Gız", "Ah Bir Ataş Ver" ve "Ayrılık".

Yazımın başında sesine ve egosuna hayran olduğumu söylemiştim. İlkini yeterince açtım sanırım, gelelim ikinci kısma. Zeynep Ç. Yayınoğlu'nun "Adrian: Diktatör olsam asar, keserdim" röportajını okuduktan sonra; gerçekten egosuna taptım bu adamın. Kültür-sanat etkinliklerini seven ve korumaya/sürdürmeye çabalayan; toplumun zevkleri konusunda duyduğu endişe gittikçe nefrete dönüşmeye başlayan ve artık gerçek sanatçıların ve gerçek sanatın kaybolmaya başladığından ölümüne korkan bir insanın (bazen abartı ve aşırıya kaçan) düşünceleri diyebilirim okuduklarım için. Başarılı iğnelemelerle dolu ve hak verilecek denli korkutucu bir durumu yüzünüze vurucu şeyler söylemiş. Özetle "Sanat bence bir toplumun zekâsıyla ilgili bir durum. Sanattan anlayan bir toplum zeki bir toplumdur. Sanattan anlamayan toplum aptaldır." diyor. Dediğim gibi Nazan Öncel'e ya da Sezen Aksu'ya laf atacak denli ileriye gittiği, biraz abarttığı yerler olmuş. Ama "Tamamen promosyon oldu her şey. Bir kişi sana “bu müziktir” derse, daha sonra üç kişi gelip daha “bu müziktir” derse ve hatta bunu bir de yazılı olarak görürsen inanma olasılığın çok yüksektir. Televizyonda da bangır bangır “sanatçı, sanatçı” diye tekrarlarlarsa insanlar da bunu böyle zanneder. Zaten zeka seviyemiz düşük. Biri “Cem Adrian, oyuncudur” dese, televizyonda benim adımın altına oyuncu yazulursa insanlar buna da inanır. Bu toplumsal yönlendirmeden başka birşey değil. " gibi sözlerin yalan olduğunu hangimiz söyleyebiliriz ki?

""Allah herkese akıl fikir versin."Son cümleyle yüzünde asabiyetle karışık bir gülümseme yerleşiyor Adrian’ın. Sonuna da bir “amin” ekliyor. Teybi kapatıyorum. Kısık sesle bana yaklaşıp “Bunlar aslında Amerikan komplosu” diyor. Şaşırıp “nasıl yani?” diyorum. Cevabı şöyle oluyor “Türkleri gerizekalılaştırmak için seneler önce üstümüze Yonca Evcimik’le Serdar Ortaç’ı saldılar”." (Yayınoğlu, ntvmsnbc.com)